Cibran, bir meselinde, dua
ederek gökten fare yağacağına inanan bir grup kedinin
yanından geçen bilge bir köpekten bahseder. Bilge köpek,
hiçbir şey söylemeden bir müddet bu saçmalığı izler ve
oradan ayrılırken kendi kendine şöyle düşünür: “Ah kör
ve aptal kediler. Yazılı olana, benim ve atalarımın
bildiklerine göre, dua, inanç ve yakarışla, gökten
yağacak olan fare değil, kemiktir.” Açıkça görünüyor ki
buradaki bilge sözde bilgedir. Zaten gerçek anlamda bir
bilgede başka düşünce ve bilgileri hor görme diye bir
şey söz konusu olamaz. Öyleyse gerçek anlamda bilgeliği
sağlayacak saf dinde de, diğer dinleri ve inananlarını
hor görmeye yer yoktur. Bilge bilir ki, herkese göre
doğru olan, sadece kendi dinidir. Yani
kimine göre
gökten fare yağacaktır, kimine göre kemik… Hua hu
ching’de dendiği gibi, “Bir korku diğerinden üstün
müdür?/ Bu lezzeti mi tercih edersin, yoksa şu duyguyu
mu?/ Amelin kutsal da, yaptığın iş kutsal dışı mı?/ O
halde aklın ayrılmıştır:/ Kendinden, birlikten, ve
Tao’dan/ Aklını bölünmelerden ve sınırlandırmalardan
uzak tut/ Aklın bağımsız, basit ve sade ise,/ Her şey
uyum içinde varolabilir/ Ve sen/ Derin hakikati
algılamaya başlarsın”
Bu durumda İslamı savunmak,
bir takım tutma fanatikliğinden kaynaklanıyor olabilir
mi? Eğer savunduğunuz İslam, bir toplumun, grubun,
şeyhin v.b. anlayışındaki İslam’sa, ve bu evrilmiş
İslam, Allah indindeki din değilse, siz bir
fanatiksiniz. Oysa İslam, tüm mevcudatı
kendi ilminden
kendi indinde yaratan Allah’ın, mevcudun Allah
indinde olduğunu açıklamasıdır. Bu,
“Allah indinde hak din İslam’dır. Kitap verilenler,
kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki
kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın
ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki Allah’ın
hesabı çok çabuktur.” (3/19) denilerek
belirtilir. Fatiha’da da, Allah’a din
gününün sahibi denerek, bu gerçeğin tamamen açık
hale geldiği kıyamet ötesi an kastedilmektedir. Zira
kıyamet ötesinde gözlemlediğimiz maddi evren,
gözlemlediğimiz haliyle mevcut olmayacak,
her şeyin hayal
hükmünde ancak hak olarak ve gerçekte Allah
indinde oluşu, açık bir bilgi haline gelecektir. O
nedenle kıyamete, kıyam etme yani ayağa
kalkma, uyanma günü de denir. Din günü, yani
mevcudatın Allah’ın ilminde ve indinde olduğu gün, şu
anda bizim bakışımızla kesin olarak açık olmasa da, bu
gündür ve biz, bu gerçeği yaşayabildiğimiz oranda huzura
ereriz. Aksi halde mevcudat alemindeki oluşlarla boğuşup
durur, bu neden böyle oldu, şu böyle yapmasaydı daha iyi
olurdu, o olay şöyle değil de böyle olur inşallah vb.
düşünce ve duygularda yitip gider, dalgalarla savaşan
bir çöp parçası gibi denizin dinginliğine erişemeyiz. (“Allah
kimin gönlünü İslam’a açmışsa o, Rabbinden bir nur
üzerinde değil midir? Allah’ı anmak hususunda kalpleri
katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık
bir sapıklık içindedirler.” (39/22))
Bu boğuşma sadece özel
hayatımızdaki olaylarla kısıtlı kalmayıp felsefi
buhranlara da dönüşebilir. Öyle ya, ben neyim, nerden
geldim, tüm bu evren neden ve nasıl var, hiçbir şey
olmasa ya da evren farklı bir şekilde olsa olur muydu,
olursa neden öyle olmadı da böyle oldu, v.b… Bunlar
insanlık tarihinin, ya da kimilerine göre düşünebilme
lütfuna veya kahrına erişmiş hayvanların kurduğu bu
medeniyetin, en temel ve çözümsüz soruları, sorunları
değil midir? İşte İslam, bu cevapları bulma ve yaşama
yollarını gösterir. Felahın (kurtuluş, huzura erme)
çaresi bu Allah indindeki dine yönelmektir. Kur’an bunu
açıklıyor: “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa,
bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul
edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”
(3/85). Bunun, idrak seviyemize göre, dünyadaki
sayısız dinlerden birinin, taraf tutan bir tanrı
tarafından kayrılması olduğu ya da zanlar üzerine
şekillendirilmiş herhangi bir din anlayışının, gerçek
anlamda dinden, yani Allah’ı bilmekten çok uzak olduğu
şeklinde yorumları olabilir. Dini bu 2.
anlamda idrak edemeyen, yaşadığı sistemi yani
Sünnetullah’ı da hakkıyla yaşayamaz. Burada Ali
Bulaç’tan bir paragrafla konuyu pekiştirelim: “Kadim
zamanlara gidilecek olursa, karşımıza bütün ahlaki
değerlerin, doğru, güzel ve iyinin öğretici paradigması
olarak, ed-Din çıkar. İnsanın herhangi bir dini
kaynaktan hareket etmeden de elde edebileceği üstün
ahlaki değerler, sonuçta dinin ahlaki değerleriyle
buluşabiliyor. Ed-Din, bir yönüyle insanın üzerinde
yaratıldığı fıtrattır. O halde bu değerler aynı zamanda
insanidir, insanın ebedi özünde içkindir. Yani insanın
ebedi özü ile dinin aşkın kaynağı bir ve aynıdır… Aşkın
olan, aynı zamanda insanın doğasında içkin olandır. Yani
insana yabancı ve ona dışardan empoze edilmiş
değildir…İnsan tür olarak, diğer varlıklara göre
bizatihi ve kendisi dolayısıyla değil, bu öz (dünyevi
tabiatında içkin ilahi tabiatı) dolayısıyla yücedir.
Varlık ağacının en olgun meyvesi olduğundan
saygıdeğerdir…” |