Gökten fare mi yağacak kemik mi?
V. Korhan Koral
 

Cibran, bir meselinde, dua ederek gökten fare yağacağına inanan bir grup kedinin yanından geçen bilge bir köpekten bahseder. Bilge köpek, hiçbir şey söylemeden bir müddet bu saçmalığı izler ve oradan ayrılırken kendi kendine şöyle düşünür: “Ah kör ve aptal kediler. Yazılı olana, benim ve atalarımın bildiklerine göre, dua, inanç ve yakarışla, gökten yağacak olan fare değil, kemiktir.” Açıkça görünüyor ki buradaki bilge sözde bilgedir. Zaten gerçek anlamda bir bilgede başka düşünce ve bilgileri hor görme diye bir şey söz konusu olamaz. Öyleyse gerçek anlamda bilgeliği sağlayacak saf dinde de, diğer dinleri ve inananlarını hor görmeye yer yoktur. Bilge bilir ki, herkese göre doğru olan, sadece kendi dinidir. Yani kimine göre gökten fare yağacaktır, kimine göre kemik… Hua hu ching’de dendiği gibi, “Bir korku diğerinden üstün müdür?/ Bu lezzeti mi tercih edersin, yoksa şu duyguyu mu?/ Amelin kutsal da, yaptığın iş kutsal dışı mı?/ O halde aklın ayrılmıştır:/ Kendinden, birlikten, ve Tao’dan/ Aklını bölünmelerden ve sınırlandırmalardan uzak tut/ Aklın bağımsız, basit ve sade ise,/ Her şey uyum içinde varolabilir/ Ve sen/ Derin hakikati algılamaya başlarsın”

Bu durumda İslamı savunmak, bir takım tutma fanatikliğinden kaynaklanıyor olabilir mi? Eğer savunduğunuz İslam, bir toplumun, grubun, şeyhin v.b. anlayışındaki İslam’sa, ve bu evrilmiş İslam, Allah indindeki din değilse, siz bir fanatiksiniz. Oysa İslam, tüm mevcudatı kendi ilminden kendi indinde yaratan Allah’ın, mevcudun Allah indinde olduğunu açıklamasıdır. Bu,  “Allah indinde hak din İslam’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.” (3/19)   denilerek belirtilir. Fatiha’da da, Allah’a din gününün sahibi denerek, bu gerçeğin tamamen açık hale geldiği kıyamet ötesi an kastedilmektedir. Zira kıyamet ötesinde gözlemlediğimiz maddi evren, gözlemlediğimiz haliyle mevcut olmayacak, her şeyin hayal hükmünde ancak hak olarak ve gerçekte Allah indinde oluşu, açık bir bilgi haline gelecektir. O nedenle kıyamete, kıyam etme yani ayağa kalkma, uyanma günü de denir. Din günü, yani mevcudatın Allah’ın ilminde ve indinde olduğu gün, şu anda bizim bakışımızla kesin olarak açık olmasa da, bu gündür ve biz, bu gerçeği yaşayabildiğimiz oranda huzura ereriz. Aksi halde mevcudat alemindeki oluşlarla boğuşup durur, bu neden böyle oldu, şu böyle yapmasaydı daha iyi olurdu, o olay şöyle değil de böyle olur inşallah vb. düşünce ve duygularda yitip gider, dalgalarla savaşan bir çöp parçası gibi denizin dinginliğine erişemeyiz. (“Allah kimin gönlünü İslam’a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah’ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (39/22))

Bu boğuşma sadece özel hayatımızdaki olaylarla kısıtlı kalmayıp felsefi buhranlara da dönüşebilir. Öyle ya, ben neyim, nerden geldim, tüm bu evren neden ve nasıl var, hiçbir şey olmasa ya da evren farklı bir şekilde olsa olur muydu, olursa neden öyle olmadı da böyle oldu, v.b… Bunlar insanlık tarihinin, ya da kimilerine göre düşünebilme lütfuna veya kahrına erişmiş hayvanların kurduğu bu medeniyetin, en temel ve çözümsüz soruları, sorunları değil midir? İşte İslam, bu cevapları bulma ve yaşama yollarını gösterir. Felahın (kurtuluş, huzura erme) çaresi bu Allah indindeki dine yönelmektir. Kur’an bunu açıklıyor: “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (3/85). Bunun, idrak seviyemize göre, dünyadaki sayısız dinlerden birinin, taraf tutan bir tanrı tarafından kayrılması olduğu ya da zanlar üzerine şekillendirilmiş herhangi bir din anlayışının, gerçek anlamda dinden, yani Allah’ı bilmekten çok uzak olduğu şeklinde yorumları olabilir. Dini bu 2. anlamda idrak edemeyen, yaşadığı sistemi yani Sünnetullah’ı da hakkıyla yaşayamaz. Burada Ali Bulaç’tan bir paragrafla konuyu pekiştirelim: “Kadim zamanlara gidilecek olursa, karşımıza bütün ahlaki değerlerin, doğru, güzel ve iyinin öğretici paradigması olarak, ed-Din çıkar. İnsanın herhangi bir dini kaynaktan hareket etmeden de elde edebileceği üstün ahlaki değerler, sonuçta dinin ahlaki değerleriyle buluşabiliyor. Ed-Din, bir yönüyle insanın üzerinde yaratıldığı fıtrattır. O halde bu değerler aynı zamanda insanidir, insanın ebedi özünde içkindir. Yani insanın ebedi özü ile dinin aşkın kaynağı bir ve aynıdır… Aşkın olan, aynı zamanda insanın doğasında içkin olandır. Yani insana yabancı ve ona dışardan empoze edilmiş değildir…İnsan tür olarak, diğer varlıklara göre bizatihi ve kendisi dolayısıyla değil, bu öz (dünyevi tabiatında içkin ilahi tabiatı) dolayısıyla yücedir. Varlık ağacının en olgun meyvesi olduğundan saygıdeğerdir…”

 

 
 
V. Korhan Koral
Samsun - 18.02.2009
http://www.korhankoral.com
korhan@korhankoral.com

korhankoral@gmail.com

http://sufizmveinsan.com