Basketbol ve ben
Bugün ara arda oynadığım üçüncü maç olacak eğer
arkeoloji bölümünden Erey’in ortak bir takım oluşturma
teklifini kabul edip, dört kişilik yanı takımımızla
fizik bölümünden çocuklarla bir maç daha yapacak
olursak...
Basketbol... Vücut yapım ve boyum her ne kadar basketbol
oynamak ıhın öngörülen yapılardaymış gibi görünmese de
en sevdiğim spor basketbol... Takımda oyun kurucu olarak
yer almaktan ve takım hücum ederken hızlı, atkılı ve
isabetli paslar atabilmekten büyük keyif alıyorum.
Yasamı farklı bakış acıları yakalanabilecek noktalarda
durup okuyabilmek adına ve sistematik düşünce ile akışı
değerlendirerek, akışın dinamiğini analiz edip bu
dinamik ekseninde gelsen kurgular ile sonuca gitmek,
basketbol adı altında kendimde bulabildiğim bir Döger
tamamlayıcı duygu... Aslında bu halı tam anlamıyla
hissetmenin daha doğru anlatımı mutmain olmak sanırım.
Tüm bunları döngü kandı olusuna doğru akarken ve ben bu
döngünün içinde bir unsur olarak bulunurken yasamak...
Susanna Tamarrow'un kitaplarından birinde gözüme çarpan
bir anlatım vardı. "Olayların içinde ve üstünde olmak.
"Bu cümle anlatmak istediklerim ıhın dikilmiş en güzel
kıyafet sanki...
Çocukların arasındaki hararetli tartışmalar son
bulduğunda tahmin ettiğim üzere haftaya başlayacak olan
turnuva için kurmayı istediğimiz takımımızın kimlerden
oluşacağı da netlik kazanacak... İste Eray'da geliyor...
-
Nasıl? Bir sonuca varabildiniz mi?
-
İkna etmek için göbeğim çatladı ama değdi sonunda. İki
sizden iki de biz... Arkeoloji ve kimya sentezinin
bastan çıkarıcı, dayanılmaz, karsı konulmaz ittifakı...
-
Bir ısım bulmamız lazım turnuva için.
-
Ben bir tane buldum bile. Quadrıka...
-
Quadrıka... Basındaki qua!dan bu isimde bir dört sözcüğü
olduğunu anlıyorum da tamamını getiremiyorum.
-
Dört atın çektiği ve üst rütbelilerin kullandığı savaş
arabası antik Roma'da kullanılırdı...
-
Quadrıka... (.dört atın çektiği ve imparatoru savaş
alanına taşıyan bu araç tıpkı evvel, ahir, zahir, batın
sıfatlarının ulûhiyet boyutunu seyir âleminde zaman
çizgisinde hakikatlerinde taşımaları gibi ...) Quantumun
Qua’sı ile aynı fonetik yapı olusu itibarı ile de
oldukça cekıcı... Bir sözcüğün içine gizlenmiş üç harfte
hem kimyaya hem de kendime dair izler bulabilmek güzel
oldu benim için...
Gülümsüyoruz karşılıklı... Yasasın Qua gücü... Hemen bir
üçlük atarak topun kimde olacağını belirleyim başlıyoruz
maça... Fizikçiler demiştim ama karşımızdakiler biyoloji
bölümünden ve haftaya turnuvada muhtemel rakiplerimizden
olacak bu çocukların kendilerine verdikleri isimde
manadar... Endoplazmık Retıkulum :)) Hücre içi
iletişimden sorumlu bir organzeli karşımda kanlı canlı
bir basketbol takımı olarak görmek hayli ilginç...
Quadrıka ilk yenilgisi ile tanışıyor maç sonunda, sebep
Endoplazmık Retıkulum'un oyun dinamiğini çözümleyememek.
. Quadrikanın, hakikati olan evvel, ahir, zahir, batın
sıfatlarını kendinde bulamayışı sonrası kendi hakikati
ile iletişimini kendinde bulan endoplazmik retikulum'a
teslim oluşu. . Kendi hakikatine vakıf şeytanın insanın
kendi hakikatine vakıf olamayışını kullanışı ve ona
galebe çalması gibi.
Soluğu kantinde alıyoruz, duş alıp üstümüzü
değiştirdikten hemen sonra. Demli bir bardak cayın
kokusunda sarhoş bir halde yorgunluğun tadını
çıkarıyoruz...
Bizim apart daire ile okul arası aşağı yukarı 7-8 km
kadar... Okula genelde yol arkadaşım, can dostum, yegâne
bineğim bisikletimle gidiyorum... Tıpkı nerede olacağını
hiç bilmediğim, beşeriyetimin son durağı olan mezarıma
beni yegâne bineğim bedenimle her an her saniye yol
almakta olduğum gibi... Hoş bu binek zaman zaman mezarım
da olmuyor değil ya...
Bahçe de yürüyorum, bisikletimi okul binasının giriş
merdivenlerinin hemen yanındaki boşluğa bırakmıştım.
Merdivenleri görünce biraz daha oturup dinlensem iyi
olacak diyorum çünkü her iki baldırım da tatlı tatlı
sızlıyor ve neredeyse yarım saat kadar daha pedal
çevirmem gerekecek.
Merdivenin en üst basamağına oturup sırt çantamdan
"Dosttan Dosta " isimli kitabını çıkarıyorum Üstad Ahmed
Hulûsi'nin... Beni her cümlesinde bir başka derinliğin
sarhoşluğunda kendi düşünsel okyanusumu keşfe
yönlendiren bu kitap nasıl bir lütuf... Ya Rabbi kafamın
içinde devinip duran sorularıma, sorularla bu kadar mı
tarifsiz yönlendirmelerle cevaplar buldurulur... Her
cevap bu kadar mı kendimden çıkar ve her çıkan bu kadar
mı bildiklerime bilemediklerimi ekler...
Gözlerim satırları tararken tek bir hedefim var, henüz
görüntü olarak neye benzediğini bilmiyor olsumda...
Bulduğumda, "Hah, iste bu !" demeye hazırım.
Sözcüklerin suretleri yansıyor gözlerime; bir biri
ışıyor bir diğeri, düşünsel karanlığımın aynasında...
İste
bugünkü kısmetim tam karsımda, görür görmez tanıyorum ve
yüzüme bu tanışıklığın memnuniyeti yansıyor... Çantamın
içini kurcalayıp elime gecen ilk kalemi
çıkarıveriyorum... Bu cümlenin altını çizmeliyim, yok
yok önüne kocaman bir ünlem koysam daha iyi yok en iyisi
hem altını çiziyim güzelce hem de büyükçe bir ünlem
koyup her geri dönüşümde hemencecik buluvereyim...
"Her şeye rağmen
verenlerden olunuz çünkü veren Allah'tır!"
A.H.
Bu
cümle önce bir duraksamama neden oluyor sonra hayretten
kocaman kocaman açılmış gözlerimle aklımdan gecen
düşüncelerin içine derin derin, uzun uzun bakabilmek
için düşüncelerimi sistemli bir hale getirmeye
çalışıyorum. Aslında gözlerimi kocaman kocaman açmak
yerine tam olarak ne zaman kapattığımı bilemediğim
algılarıma bunu yapmayı öğretmeliyim sanırım.
Vermek sözcüğünün, Arapçada kullanımı nasıldır acaba
diye düşünürken Rasulallah’ın bir hadisini hatırlıyorum:
Bir
akşam kendisini ziyarete gittiği Bilal-i Habeşi’nin,
Rasulallah’a sakladığı bir yerden çıkarıp hurma ikram
etmesi üzerine Rasulallah:
“İnfak et Bilal, infak et !”
“Arşın Aziym rabbi eksiltir diye korkma !” der.
Bilal-i Habeşinin amacı Rasulallah’a hürmettir ve bu
sebeple bir gün evine ziyarete o geldiğinde rasule güzel
ikramda bulunmak istemiştir yalnızca…
İnternet Cafe ve İsmail Abi
İnfakın Arapça kökünü nasıl bulabilirim acaba diye
düşünüyorum ama elimde ne bir sözlük var ne de
yakınlarımda internet bağlantısı kurabileceğim bir yer.
Çok merak ediyor olmama rağmen, ”Sabrı kuşanma vaktidir.
” deyip çantamı toparlayarak Topçular mevkiinden yola
çıkıyorum şehir merkezine doğru…
Çok
geçmeden küçük bir internet cafeye rastlıyorum. İçeri
girip,
-Demleme çayınız var mı ?” diye sorunca, Cafe sahibi
birkaç saniye yüzüme yorumsuz bir şekilde baktıktan
sonra,
-Yok, ama madem canımı istettin demleyiveririz. Sen de
benim gibi duramıyorsun çaysız anlaşılan. ” diyerek
oturacağım masayı eli ile işaret ediyor.
Google’a infak yazınca karşımda beliren linklerden
birkaçını denedikten sonra tam da aradığım şekilde
kökünü irdelemiş olan bir metne denk geliyorum.
İnfak, Helâl yollarla elde edilen malı, ihtiyaca ve
dinin gerekli ya da hoş görüldüğü yerlere harcama, sarf
etme Arapçadaki kökü "ne-fe-ka" fiilidir. Bu kök
"çıkma" ve "gitme"yi ifade eder. Arap tavşanının çıkış
deliğine "nâfika", imandan çıktığı için ya da kalbinden
iman çıktığı için insana "münafık", pantolonda ayağın
çıkış yerine "neyfak", azığın bitip tükenmesine "infak"
yerin altından çıkış yeri olan tünele "nafak" denir ki,
bunların hepsinin kök, mana ile ilişkisi vardır.
Kafamda infak ile ilgili beliren ilk düşünce atıl halde
duran bir olgunun harekete geçmesi oluyor.
Vermek, kendinde saklı olan manayı efal de ortaya koymak
gibi de düşünülebilir. Veren Allah'tır da işaret edilen
bir diğer noktaysa, seyrin varacağı noktaların
sonsuzlukların ulûhiyetin kemalatı üzere sınır
bulmayacağıdır.
Ulûhiyet zatı, ahadiyeti, eniyyeti ve rububiyeti
kendinden açısı ve besleyişi ile çok boyutlu tek kare
resmi ve sürekli yeni bir oluşa dönüştürür. Bu tek kare
resmin dışında olabilecek muhtemel sonsuz boyutlu tek
kare resimler ve bu tek kare resimler arası bağıntılar
dahi infakıdır Allah'ın ki buna işaretle Allahu Ekber
demekteyiz belki de...
Veren Allah'tır ve bir beşer bilincinin her şeyin önüne
koyup dikkat etmesi, hassas olması gereken durum
Allah'ın infakına yönelmek ve bu infak durumunu kendinde
bulmaktır. Kafamın içinde yankılanan bu yorumlara dur
diyemeden dinliyordum kendimi...
-
Hooop! Dalmışsın evlat. Hani demli çay içiyorduk
beraber?
-
Bak o kadar uğraştırdın, keyiflendirdin beni. Hadi bırak
iki dakka su meleti de sohbete gel...
"Abi
bana babamla küçükken yaptığımız bir yolculuğu
hatırlattı bu tavrın. "
"Adıyaman da bir köy vardır adı Menzil. O köyün
kahvesinde vakit namazını beklerken bir çaycı elindeki
tepside belki elli dolu bardak hızla dolaşır...
"Çay
kurban, çay?"
Kurban... Kevser suresinde kevser verilen Muhammedi
hakikate iki tavsiye var, Biri kurban kesmek diğeri
salâtı yaşamak... Çay kurban çay nidaları ile kendi
benliğini kurban ederek herkese çay dağıtan kahvehanede
garson görünümlü derviş... Hay bin yaşa, attığın
sloganla açtıkların için bana...
Kurban da bir infak sahi... Benliğini infak ediyorsun.
Eniyyetini bulduğu mahali infak ederek yeni bir oluşa,
yeni bir bas'e veçhini döndüren subhan oluşunun doğal
sonucu olarak infakı yaşıyor. Ve dahi her yeni ba's
ekberiyeti de tıpkı subhaniyeti ile aynı tek anda
seyrettiriyor...
Elimde ince belli ile gözlerim boşlukta manalara
çizdiğim suretlerde gezinirken,
-Yeter artık evlat... Anlatsana yahu... bi derdin var
senin... sözleri üzerine
-
Abi adını bahşeder misin?" diyorum
-İsmail...
Allah deyip dağlara kaçma zamanı gibi bir an su an...
İsmail a. s. 'ın infak için hiç tereddütsüz bıçağın
altına yatışı geliyor gözlerimin önüne... Veren
Allah'tır.
...
İsmaili seyri beşeriyet kafesinden alıp ba's edecek
Allah'tır... İsmail oluşunu beden kaydından soyacak
Allah'tır...
-
Çay buz gibi oldu... İsmail abi vazgeçip karsımdaki
tabureye oturup mırıldanıyor hala... Sevdalı bu çocuk,
anladım ben... Kara sevda falan galiba... İlişmeyeyim
ben en iyisi... Delikanlı adam sıkmayım uzatıpta...
-
Abi, üzme kendini yok yere benim için, kara sevda
dedikleri bir suphanallah ile geçer gider biiznillah...
Bir çay daha ver sen... Şimdi sana döndüm yüzümü...
Dinliyorum can kulağı ile...
-
Evlat altmış iki yaşında adamım ben... baktım mı
gözünden tanırım adamı... Nasıl altmış iki yaşında bir
adamın internet cafe işletmesi pek de normal değilse
senin yaşında bir delikanlının da gelip çay sorması da
bir o kadar garip... Üstüne başına bakıyorum da
etraftaki yeni yetmeler gibisin ama öyle bir sordun ki
çayı gören köyde akşama kadar davar güttükten sonra
anasının yorgunluk çayını arayan gençliğimi hatırladım
birden... Ee bunca yıldan sonra kendim gibi bir
delikanlı bulunca da iki çift laf etmek istemedim değil
hani.
İsmail Abi konuşurken gözüme bir haber ilişiyor masanın
üstündeki gazetenin bir köşesinde sanki okunmayı bekler
gibi...
Üç
ay kadar önce bir trafik kazası sonrası... hastanesi
aciline getirilerek yoğun bakıma alınan ve üzerinden
kimlik çıkmayan gence aynı yoğun bakım ünitesinde eşi
yatan teyzenin nasıl şefkatle kanat gerdiğini anlatan
yazı aynı teyzenin, "Annesi gelmeden bırakmam onu !"
sözleri ile son buluyor.
İnfak et!
Beşeriyet boyutunda infakın hakkını tam anlamıyla
annelerin verdiğini düşünüyorum. Bu yüzden "Cennet
annelerin ayakları altındadır. " cümlesini üstüne bas
basa söylemiş rasulallah belki de.
İsmail Abi anlatıyor hala... gözleri uzaklara dalmış
dudaklarından dökülen sözcüklerde yaşanmışlığı...
Bugün infakın sureti halden hale geçip İsmail Abiyi
gönlümle dinlemek karesinde fiil olarak açığa çıkmalı
artık bende diyorum kendime...
Zaman beşerin en kıymetli anahtarı... Ardında her şey
olabilecek farklı farklı kapıları salih bir niyetle
hemencecik açabilen bir maymuncuk...
-
İnfakın en hayırlısı zamanı infak etmek olabilir mi?
-
Benim en kıymetlim şu an için zaman olduğuna göre...
Arşın Aziym Rabbi eksiltir diye korkmadan verdim an'ı
İsmail abiye, teslim oldum can kulağı ile dudaklarından
akan şimdiye...
Evlat! Anlatıp duruyorum ya hani ben, derdim uzatmak
değil aslında lafı.
Derdim odur ki, şu değiştikçe değişen, dönüştükçe
dönüşen dünya da başka bir manada bulmak kendimi. Bir
başka manada seyretmek âlemi. Sen açmadın gayrı derdini
ama ben azıcık anladım sanki. Bilgisayara infak yazarken
gözüme ilişiverdi yüzünün hali...
Bir
cümle de ben edivereyim istedim ya hani...
Nasıl diyordu Kur’an;
“Sevdiğiniz şeylerden karşılıksız olarak bağışlamadıkça
hayra eremezsiniz !”
Ver
be evlat ne varsa elimde, kolunda, cebinde, torbanda...
ver, ver ki sende kalan seni bürümesin kendine... Seni
senden dileyen dost iken, seni sana yükleyen sen olma...
Kuşlara bak bi... Uçabildikleri kadar uzakları
seyirdeler konabildikleri kadar oldukları yerdeler...
Bak bi bak her şey akıp dururken, su dahi yuvarlanacak
bir yokuşa tav iken, zaman daldan dala konar iken, şu
beden bile kendi aklınca sahip olduğu gençliği bile
zamana infak eder iken takılma be evlat almaya, sahip
olmaya...
Gün
geldi istedi zaman oğullarımı bir bir, birini trafik
canavarının kollarına bıraktım, o da Allahtandır demeyi
öğrendim güç bela, diğerini kanserli bir hücre
topluluğunun doymak bilmeyen açlığına emanet ettim...
Çok gözyaşı aktı bu yanaklardan... Büründükçe büründü
zaman. Hep alıp alıp veriverdi başkalarına benim
diyebildiğim ne varsa... Almak isterse gelir alır da
soran olmazı öğrendim biber misali yanan gecelerinde
gözlerimin.
Evlat sen de bir yüzüsün zamanın. Akar gider bir selin
önüne kattıkları gibi, yaşamımım gelip dayandığı bu
zaman öbeği halinin infakı da yakındır... Sıkıldıkça gel
dertleşelim, bürünelim bildiklerimizden gayrısına,
büründüklerimizde olduklarımızı seyredelim... |