Hikâye:
“Musa
Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa!
Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün
misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız,
dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl
olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan
münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi
akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa
Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münacaatta bulunmak
istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa
neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa
Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip
söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz
onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah
(c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı
geleceğim» buyurdu.
Musa
Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti,
hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün
olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı.
Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah,
ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir
olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra,
akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın,
üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya
Musa! Uzak yollardan geldim, açım, bana bir miktar yemek
verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:
- Acele
etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım.
Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.)
gelecek, dedi.
Tabii adam
daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu,
beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar
beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi
kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün
Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi,
mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah
sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya
Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma
ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.»
Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi
bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi.
Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben
o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni
doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere
sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben
o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri
göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.”
***
“Attığın
zaman sen atmadın; ancak Allah attı” (6-17)
Dinin
tekâmülünü ne güzel anlatıyor bu hikâye. Dinin tekâmülü
demek, “insanın tekâmülü” demektir. İnsan varsa din
vardır, insan yoksa din de yoktur. İnsanın yolculuğu,
“din”deki yolculuğudur.
“Beni ne
sen, ne kavmin ağırladı, Yâ Musa”.
“Beni
aynel yakin bilemediniz!”
***
Fiil ve
fail birbirinden ayrı mıdır?
Değildir.
Bir tek
“OL”un açılımı ile oldu olan ve dahi olmakta olan ve
olacak olan!
“Bütün
fiillerin sahibi, yegâne dileyen Allah” ise,
failsiz fiil de olamayacağına göre, failler ayrıca
mevcut değildir. Her fiile bir fail gerek ise, her
fiilin ortaya çıkışı ancak bir fail ile OLmakta ise;
Fiil ve
fail BİRdir.
O zaman,
“fiil faildir, fail de fiildir!” Tıpkı, “Ruhlarınız
cisimlerinizdir; cisimleriniz ruhlarınızdır” Hadis-i
Şerifinde buyurulduğu üzere bir “birlik”.
“Yok,
ayrıdır fail ile fiil” dersek; elde var İKİ demektir ki
bu, gizli şirktir.
Hikâyenin
mesajlarından biri bu olsa gerek:
“Attığında
sen atmadın, atan Allah’tı!”
“Geldim Yâ
Musa, geldim”.
İllâhû!
***
İnsan
tekâmül eden bir varlık. Din, insan ile var ve din
tekâmül etmiştir. Dinin tekâmülü insanın, insanın
tekâmülü de dinin tekâmülüdür. İkisi birdir, ayrılmaz.
İnsan ile Kur’an’ın “ikiz kardeş” oluşu gibi. Tekâmül
mertebeleri “ayrı veya yeni bir din” gibi algılanmasına
sebep olmuş TEK olan dinin. Allah bütün rasullere iman
etmemizi bildirmekle, O’nun risâlet ipine tutunmamızı
istemekle, bütün tekâmül aşamalarından geçip
kulluğumuzun kemalâtını dilemektedir.
İnsan,
mutlaka, dinin bir yerindedir, bir aşamasındadır. Lâ’da
veya illâ’da... Yahut, ikisinin ortasında... Nam-ı
diğer, sırâtı mustakîmde! “Beynettenzih
vetteşbih!”
Yukarıdaki
hikâyede Musa Aleyhisselam, nasıl da Allah’ı tenzih
ediyor! Selâm olsun Musa Aleyhisselâma ve tüm
Rasullere... Musa Aleyhisselam bildiğimiz gibi
müslümandı. Ve günümüz müslümanları da, bizler de,
müslümanız. Bizler de, inşallah, tenzih ediyoruz
Allah’ı. Hz. İsa’ya gelindiğinde teşbih göze çarpıyor.
Dinde ve onun çıkış mahalli insanda yeni, tekâmül
ettirici bir kavram: Teşbih. Bunu öğrenmek biraz
daha zor oluyor, şirk bulaşıyor, iş karışıyor. Ve
nihayet Hz.Muhammed Mustafa (sav) ile din en kâmil bir
seviyeye erişip, tenzih ve teşbih tevhid oluyor,
din tamamlanıyor! Kâmil İnsan, O (sav), dünyaya teşrif
ediyor! Allah dinini tamamlıyor.
“Peygamberler arasında fark yoktur” (2-285)
“Ben bazı
peygamberleri bazısından üstün kıldım” (2-253)
Hepimizin
bildiği gibi biliş üç türlüdür. Bu bilişin dinlerdeki,
daha doğrusu dindeki karşılığı şöyledir:
Dinin ilmel
yakin yaşanması, Hz. Musa, Musevilik, tenzih.
Dinin ayn-el
yakin yaşanması, Hz. İsa, İsevilik, teşbih
Dinin
hakkel yakin yaşanması, Hz. Muhammed, Muhammedîlik,
tevhid
Genel
anlamda tekâmülün seyri budur. Her makam, bir mütekâmil
safha gibidir.
Dinin
ilmel yakin mertebesi Museviliktir. Risâlet Hz Musa ile
gerçekleşmiş ve Musevilik olarak anılmıştır. Bu biliş
seviyesi, en üst düzey faili ile
isimlenmiş! “Her
taş altında
gizli /
bin
imran oğlu Musi”
(Yunus).
Aynel yakin ve hakkel
yakin mertebeleri de bunun gibidir. Allah Rasulü’nün
(sav) kemâlatı en yüksek kemâlat olup, O’nun
bildirdiğinin üstünde bir biliş ve kemâlat olmadığı
gibi, O’ndan daha fazla bilen ve daha kâmil bir kul da
yoktur. İnsanın ve dinin en üst noktasıdır. Kâmil
İnsan, Hz. Muhammed’dir (sav). Musa (a.s) kavminin
Allah’a tenzih ağırlıklı inandığını göz önüne alırsak,
Resullullah’ın (sav) neden “Benim ümmetimin velileri
Beni İsrailin peygamberleri gibidir” buyurduğunu ve
onları övdüğünü daha iyi anlarız. Ve daha önce gelen
dinlerin neden geldiğini böylece anlarsak, bir daha
niçin din ve paygamber gelmeyeceğini, dinimizin neden
son din, peygamberimizin neden son peygamber olduğunu da
anlarız.
İşte bu
yüzden, din bir bütün olduğu için, risâlet bölünemez,
parçalanamaz olduğu için, risâletin sahibi Rabbül Âlemin
olduğu için, tüm rasullere iman ederiz. Böylelikle
din içinde kendi tekamülümüzü gerçekleştirmeye
çalışırız. İlmel yakin yani Musevi olmadan İsevi ve
İsevi olmadan hakkel yakin, yani Muhammedî olamayız.
Fakat son Nebiyi ve ona gönderileni tasdik etmek
“müslüman olmak” için yeterlidir, bütün devirlerde!
Bizler
genellikle Muhammedî olmayı salt “İslam dininden olmak”
veya “müslüman olmak” olarak anlarız. Oysa, Hz. Musa ve
Hz. İsa Aleyhisselamlar müslüman değil miydiler? Onlar
da, kendilerine bildirilen ile, Allah Rasulü Muhammed
Mustafa Aleyhisselamı, hem de daha dünyaya
teşriflerinden evvel, tasdik etmişlerdi. Müslüman olmak
risaleti bütün olarak tasdik etmeyi zorunlu kılar.
Mertebeler ise ancak bu tasdikten sonra başlar. Başka
bir deyişle, müslüman, mertebesine göre ya
Musevi’dir, ya İsevi’dir veya Muhammedî’dir. Eğer kişi
müslüman değilse, yani son nebiyi ve ona gönderileni
tasdik etmiyorsa bunlardan biri zaten olamaz.
Biz nasıl
ki Hz. Muhammed’in (sav) risâletini tasdik ediyorsak,
“ahir zaman peygamberi geldi” diyorsak, onlar da
“ahir zaman peygamberi gelecek” diyorlardı. Yani
biz Hz. Muhammed’e (sav) “O geldi” diyerek inanıyor ve
O’nu tasdik ediyoruz. Onlar da “gelecek” diye inanıyor
ve O’nu tasdik ediyorlardı. Biz gözümüzle görmedik, ama
geldiğine dair delilimiz var: Kur’an’ı Kerim. Onlar da
“gelecek” diyorlardı. Onların da delilleri Tevrat ve
İncil idi. Ki biz bu yüzden, tıpkı risalet gibi,
kitapları da bütünüyle tasdik ederiz. Yoksa müslüman
olamayız.
Buradan şu
sonuç çıkıyor: Gelecek veya geldi demek çok önemli
değil. Çünkü içinde bulunduğumuz zaman dilimini biz
belirlemiyoruz. Esas olan tasdik etmektir. Demek ki
“Musevi olmak” da, “İsevi olmak” da;
bölmeden, ayırmadan, koparmadan risâleti tasdik etmek
ile mümkün ve ancak “din” içinde, “İslâm” içinde birer
tekâmül mertebesi mesabesindedir.
Din bir
bütün olduğuna göre, biz dinin neresindeyiz? Hz.
Muhammed’e (sav) “gelecek” değil de “geldi” diyoruz
diye, gerçekten, O’nun bildirdiği ile mi amel ediyoruz?
Gerçekten O’nun ahlâkı ile mi ahlâklanmış oluyoruz?
Hangi
dindeniz, dersiniz?
***
Etrafımdaki
çoğu insandan, ibadet etmedikleri halde, “Hristiyanlar
ne rahat. Onlar ne namaz kılıyor, ne oruç tutuyorlar.
Bizim dinimiz zor. Keşke Hristiyan olsaydık” vb
şikâyetler duyarım. Ne acı ki böyle düşünenlerin, böyle
düşündükleri müddetçe, Hristiyan/İsevi olma şansları
yoktur; daha Musevi olamamışlardır! Sanıyorum, Noktanın
Sonsuzluğunda okumuştum. Kaynağı tam hatırlayamadığım
için referans veremiyor, sadece aklımda kaldığı gibi
naklediyorum: “Ahirette, herkes, hangi peygamberin
huyuyla huylanmış, ahlakıyla ahlaklanmış, ilmiyle
ilimlenmiş ise, onun ümmetinden olarak haşr olacak”.
Rasullere iman etmeyenlerin durumu nedir? Herhalde:
“Göçtü kervan, kaldın dağlar başında...”
***
“İnsan
öldüğünde canının nereye gittiğini, ehli şeriat dahil
kimse sormamaktadır***. Bu konu Kur’an’da “De ki:
biz Alllah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz (2-156)
ayetiyle belirtilmiştir. Bu durumun ne demek olduğunu
bir şiirimde “On sekiz bin âlem kâmil insandır”
mısraı ile açıklamıştım. Hepimiz insandan geldik ve
yine insanda toplanacağız. Bunun böyle olduğunu
Kur’an “Allah ve melekleri peygamber’e salât ederler. Ey
iman edenler ona salât edin, selâm verin ve teslim olun”
(33-56) diyerek tasdik etmektedir. Buradaki “Ey iman
edenler”, “Ey el tutup
inananlar” demektir. (Lütfi Filiz / Noktanın
Sonsuzluğu)
Hz.
Musa’nın kavmi Hızır’dan (a.s) haberli miydi?
Günümüzde
mistisizm modası olduğu için herkesin dilinde
“O”. Ne güzel! Fakat herkes müşahade ehliymiş gibi
konuşunca sap saman birbirine karışıyor kimi zaman.
Diğer taraftan “Hacı Bektaş-ı Veli var da biz mi
gitmiyoruz” diyerek İnsan’ın varlığı inkâr
edilebiliyor. İnkârcılar kim? Hızır’dan haberi
olmayan Musa kavmi!
Hz. İnsan
ölmez!
Öyleyse,
nasıl “İnsan yok? “
Var!
Delil mi?
Kâinat!
“Kâinat,
İnsan’dır”. (Lütfi Filiz)
E kıyamet
kopmadığına göre, kâinat yerinde durduğuna göre “İnsan”
var demektir! Kâinatın kuva ve âzası olarak BEN olduğuma
göre İnsan var demektir. Ne diyor Descartes: “I think, I
exist. Therefore, I am”. Şeriat dairesinde olduğumuz
için çoğumuz mantıksal çıkarımları seviyoruz. Haydi,
“Düşünüyorum, o halde varım” ile benzer bir
argümantasyon yapalım öyleyse: “Kainat insandır ve ben
onun âzâsıyım, ben var olduğuma göre kâinat da vardır. O
halde insan vardır”. Yeni Cogito ergo sum!
“Kâinat var, İnsan yok” demek tasavvuf açısından muazzam
bir çelişkiden başka bir şey değildir.
Gönül
kâbesinin hacıları ölmez!
Doğrusu
Hacı Bektaş’ı, yani bir “kâmili” bulmadan nasıl ayn
oluyor günümüz müşahade ehli, gerçekten merak
ediyorum! İnsansız aynel yakin makamını nasıl
geçip de hakkel yakine varıyorlar da Hak’tan, birlikten
bahsediyorlar? Hristiyan âleminden kaç kişi şirke
düşmeden becerebildi teslisi, üçlemeyi? Fenafişşeyh,
fenafirresul, fenafillah. Hâşâ, “Allah üçün
üçüncüsüdür” demeden, küfre düşmeden ayn
olabilmek, üçte bir, bir’de üç olabilmek kolay mı?
İnsansız aynel yakin olunmaz. “Ayn” olmadan da “Hak”
olunmaz. Öyleyse, Hak’kı, Hakkel yakini
anlatanlar önce bir “ayn”ı anlatsalar... Nasıl ayn
olduklarını bir anlasak... İnansız nasıl ve neyle
“ayn” olacağız, bir onu öğrensek!
İnsan
aşağının en aşağısında olarak kimin dediğini yapıyorsa,
bilsin veya bilmesin, onu kendine Rab edinmiştir.
Demekki insanların çoğu nefsini rab/ilâh
edinmiştir ki bu durum ayetle sâbittir. Herkes nefsi
emmâreden başlar “rab” edinmeye! Emarede nefsi ne derse,
onu yapar; ama bu arada Allah’a inanır.
“Birbirinizi rabler edinmeyin!”. Ben emmare, sen emmare.
Ben diyeceğim ki “benim dediğim doğru, benim dediğim
olsun”, sen diyeceksin ki “hayır benim dediğim doğru,
benimki olsun”. Hâşâ, “birbirimizi rab edinmek” demek,
birbirimizin nefsi emmaresini rab edinmek demektir ki
bu, Allah’tan başka
rab edinmek demek olup, hem küfür ve şirk, hem aynı
zamanda boş ve bâtıl bir iştir. Çünkü senlik benlikte
ancak ayrılık ve nefse uymak vardır. Nefsi emmare
tabiatı gereği ayrılığa, ikiliğe, kavgaya götürür. Oysa
amaç “nefsin emrinden çıkmak”tır. Öyleyse, ha benim
nefsi emmareme uymuşuz, ha senin nefsi emmarene uymuşuz.
Böylece, birbirini rab edinmek sadece “günah” değil, hem
de boş bir iştir. İnsanı nefsin emrinden çıkarmaz.
Akla da uymaz! Sonu olmayan bir yoldur. İnsanı
Allah’a kavuşturmaz. Kavuşmak için birinin kendini imha
etmesi gerekir. Ben kendi dediğimi imha edip, senin
dediğini kabul etsem de senin dediğin de emmaredendir,
nefistendir. Öyleyse sana uymakla nefse uymaktan
kurtulmuş olmam. Şirkimi katmerleştirmiş olurum sadece!
Zor olan,
“yaratıcı olarak Allah’ın varlığına inanmak” değil,
Allah’ı “rab edinmek”tir. “Rabbım Allah” demek
her babayiğidin harcı değildir. Lâf ile herkes der. O
yüzden, gerçekten “Rabbı Allah” olanı bulup, onun
terbiyesine girmek gerekir ki kendi nefsimizin
terbiyesinden çıkabilelim ve Allah’ın terbiyesine
girebilelim. Ama teslis zordur. Nitekim, değil
Hristiyan, Müslüman âleminde bile “el tutuyorum” diyen
ama ne tuttuğundan, niye tuttuğundan haberi olmayan bir
dolu tarikat mensubu vardır. ““Onlar,
hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i
Allah’tan başka
rabler edindiler...” (Tevbe: 31)
Yani, onları “Rabbı Allah’tır” diyerek
rab/mürebbi/yetiştirici edinmediler. İki gördüler, şaşı
oldular, yanıldılar, şirke düştüler, surette kaldılar.
Onlardan işleyenin Allah olduğunu bilemediler... Veyahut
da Hz. Musa kıssasındaki gibi tenzihte ileri gidip
küfürde kaldılar. Örttüler, inkâr ettiler, hiç kabul
etmediler. “Beni ne sen, ne kavmin ağırladı, Yâ
Musa!.” Tevhid üzere, “Rabbı Allah” olanı
rab/mürebbi edinen ise Allah’ı rab edinmiştir;
Allah’tan başka rab edinmemiştir. (Bu konu geniş
olarak, halen yazmakta olduğum, şimdilik 24 sayfayı
bulan, “Rab Ne İster” isimli yazıda anlatıldığı
için Matematikteki “Geçişlilik” (Transivity) Kanununa
burada değinilmeyecektir.)
Tarikat
ayn’el yakin makamıdır, vesselâm. Bu makamda
insan İsevi olmaya çalışıyordur. Bugünkü tarikat
mensuplarının çoğuna “Sen buraya el tutmaya gelmekle,
İsevi olmaya geldin. Tebrikler” deseniz “Estağfirullah,
ben müslümanım, elhamdülillah” derler. Ondan sonra da
ilâve ederler: “Biz bütün peygamberlere ve kitaplara
inanıyoruz!”. Tabii, şeriatın taklitçileri olduğu gibi,
tarikatın taklitçileri de vardır, olacaktır.
“Peygamberlerle
beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler);
Velîleri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte
biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe
bağlıyız, onlar da.” Onlar
körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark
olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı, bir
yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı
zuhur etti, öbüründen halis misk.
Her iki suretin
birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da
berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu
bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek
her ikisinin de esası hiledir sanır. Mûsâ ile savaşan
sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ
aldılar. Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu
işle o işin arasında pek büyük bir yol var.
Kâfirler inatlaşmada
maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir. İnsan
ne yaparsa maymun da yapar; maymun her zaman insandan
gördüğünü yapıp durur. O, “Bende onun gibi yaptım”
sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek? Bu
emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı
kişilerin başlarına toprak saç!”
Hz. Mevlâna
“Allah’ın ‘Ben arzda
halife yaratacağım’ (2-30) ayeti gereğince, insanı arzda
halife kılışı nasıl gerçekleşmiştir?
Allah zâtî açıdan ele
alındığında cûd (karşılık beklemeyen cömertlik) iken,
sıfata inişinde bir vav alıp, vücud olmuş,
bilahare buna bir de mim eklenmesiyle, mevcud olarak
insanda tecelli etmiştir.
Bu tecelliyat
esnasında da, kendinde olan her şeyi insana
aksettirmiştir ki, bu durumu ifade için sık sık ‘Her ne
ki var âlemde / Örneği var âdemde’ derim.
Allah, halife olarak
yarattığı insanda da, zâtî sıfatı olan vücudundan gölge
bir vücut meydana getirerek, bir zât oluşturmuştur. Buna
‘vücud-u izafi’ adı verilir. İnsanı diğer canlılardan
farklı kılan husus budur. Ancak insanlar,
bilinçsizlikleri nedeniyle bu gölge vücuda sahip
çıkarak, kendilerine varlık vermekte ve şirke
düşmektedirler.
....Tecelli eden
nafile durumundaki bu sıfatın insana değil, Allah’a ait
olduğunun bilinmesi halinde, ileride göreceğimiz
‘Lâ mevsufe illallah’a
(tüm sıfatlar Allah’ın’dır) ulaşılmış olur ki,
mürşide gitmekten gaye
de budur.
Sıfat insanda nerede
tecelli eder?
İnsanın güneş
mesabesinde ve nazargâh-ı İlâhî olan kalbinde... Çünkü
orası sabittir, dönmez. Bunun etrafında dönen
dünyadır, kullardır, yani biziz.
Böyle olduğumuz için de bir aydınlanıp, bir karanlılkta
kalıyoruz. Eğer yüzümüzü güneşe çevirirsek,
gölgemiz arkada kalır ve biz nereye gidersek gidelim,
bizi takip eder. Ama, sırtımızı güneşe verir de,
önümüzde kalan gölgemizi yakalamaya kalkarsak, ona asla
yetişemeyiz. Bunu
anlatmak için ‘Yüzünü cemale dönenin celal arkasından
koşturur ama yüzü celale dönük olanlar asla onu
yakalayamazlar’ denmiştir.
İnsanın yüzünü cemale
veya celale çevirmesi Allah’ın isteğiyle
olur. O, isterse kendi tarafına, isterse dünyaya
çevirir. İnsan-ı kâmilin matlub-u cihan
oluşu, yüzünün daima cemale dönük
olmasındandır. Çünkü,
Allah’ın kâinatı yaratış amacı, ona değer verdiğini
göstermek değil, o kâinatta sevgilisini oluşturmaktır.
Bunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir.”
Lütfi Filiz
Sevgilisini nasıl
oluşturuyor kâinatta?
Âlem
âdem âdem âlem olmadadır haşr-ü-neşr
Haşr ile neşr olmadan bir dem cihan bulmaz rehâ
Sıfât ü
zâtına masdar olupdur âlem ü âdem
Bu minval üzre âlem âdem olur devr eder bir bir
Hz. Gaybî Sûnûllah Efendi
“Biz, maalesef, güneşe
sırt çevirdiğimiz için, matlub-u cihanken, talib-i cihan
durumuna düştük ve bunun sonucu olarak da âliyi
(yükseği) bırakıp, denî’den (alçaktan) medet umar hale
geldik. Böylece de sevgiye hasret kaldık” Lütfi Filiz.
Tabii, burada sözü
edilen İnsan’ı daima “Kâmil İnsan” olarak
düşünmelidir. “Ben de insanım” deyip sözü edilen insanı
kendimiz ZANnedersek yanılırız. Çünkü nefsini
bilmeyenler İnsan’a nispetle “beşer” mesabesindedir.
Hamdır. Pişmesi hatta yanması gerekir ki burada sözü
edilen, o, yüzü her daim cemale dönük Hz. İnsan
olabilsin. Yoksa Cenab-ı Mevlânâ’nın işaret buyurduğu
gibi, peygamberlerle, velilerle cahilce birlik iddia
eder, körlüğümüzden aramızdaki uçsuz bucaksız farkı
bilemeden bu dünyadan göçüp gideriz.
***
Buraya
kadar anlatıldı ki “Şeriat”, din içinde, akıl ve
ilim ile ilmel yakin olunan, “Tarikat” el tutup
ayna ile ayn olunan makamlardır. Hakkel
yakin mertebesi ise Aşk’tır. Nitekim O’na (sav)
hitap “Habibim” oldu. Bu mertebenin altında “ilim
ve akıl” vardır. Tekâmül aşama aşama olduğundan daima
aklımızı kullanmak, ilmimizi artırmaya çabalamak
zorundayızdır. Ta ki Aşk gelip hepsini yakıp, yıkıp,
kül etsin! Ama gelmezse Aşk, “kendine
seçtiklerinden” değilsek, emin olalım, “korunanlardan”
olalım diye, ilmin ve aklın yolundan gitmek gerekir.
Tabîki, bunun için de “ilme” ve “akla” seçilmiş olmamız
lâzımdır! Hüküm, daima Allah’ındır. İllâhû!
Önce
Kelimim dedi..
Sonra
Ruhullah oldu..
Ve sonunda
“Habîbim”!
Dil,
Kalp,
Kalbin
kalbi, Fuad....
Âdetâ,
“insan”ın, o tek olan İnsan’ın yolculuğu. Dilden kalbe,
kalpten fuada... İçin, içine... İçten içe!
“Dinimiz
son dindir”, “dinimiz şudur”, “dinimiz budur” diye bir
sürü lâf işitiriz. Dinimiz Aşk dinidir. Muhammedî
olmak “Aşık” olmaktır. Mârifete varınca aşık, bu sefer
de maşuk olur. Hem aşık hem maşuk olana Selâm olsun!
O’na (sav)
kavuşan hem Musa’ya hem İsa’ya kavuşmuştur. Çünkü
Musa’ya ve İsa’ya kavuşmadan Muhammed Mustafa’ya (sav)
kavuşmak mümkün görünmüyor!
Kişi
sevdiği ile berabermiş. İnşallah, inşallah, Muhammed
Mustafa (sav) ile, Sevgili ile haşrolalım.
Kavuşalım!
Zâtına,
âline ashabına, yaslandığı kütüğe, oturduğu mindere,
bastığı yerlere Selatü Selâm olsun!
Bir cefâkeş
âşıkam ey Yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma erre koy neccâr Senden dönmezem
Ger beni yandırsalar,
toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar,
Settâr senden dönmezem
Nesîmî
*** Dipnot:
“İnsan
öldüğünde canının nereye gittiği” Bu’dan Hu’ya isimli
yazıda kısmen sorgulanmıştı.
“Şimdi ben
şöyle bir soru ile başlıyorum zahiren:
Deniyor ki
herşey canlıdır. Taş, toprak, hava, su, atom... Var olup
da canlı olmayan bir şey yok. Peki o halde “ölü beden”
yani ceset veya leş, nasıl oluyor da cansız oluyor?
Ölü beden canlı mıdır, cansız mıdır? Canlıysa ölen
kim, cansızsa varlıkta taşlara, atomlara kadar hani
cansız birşey yok idi? Ölünün atomları yok olmadığına
göre ve o ölü bedeni mesela bir hayvan yediğinde o
hayvana kan can olduğuna göre, nasıl oluyor da
cansız oluyor “ölü beden”? Başka bir ifade ile eğer ölü
beden cansız ise alemde cansız şeyler var demektir. Ama
yok imiş! Öyleyse ölüm cansızlaşma değildir. Ve
öyleyse gelen kim, giden kim? Ne oluyor?”
http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/budanhuya.html |