Hızır aynasında “ben”
Meryem Irmak
 

Kur’an’ı Kerim’de, Kehf Sûresinde geçen Hz. Hızır ve Hz. Musa kıssası bize neler bildiriyor, neler düşündürüyor?

“Her bilenin üstünde bir bilen vardır”  (12-76)

Âlimliğin de, cahilliğin de sonu yok!

Hz. Musa bir peygamber olduğu halde, Allah O’nu, katından ilim verdiği bir başka kula göndermektedir. Hz. Musa “peygamber” olarak o kulun bildiği ilmi bilmemektedir! “Kul için peygamberlik en üst makamdır” diye öğrendiğimizden, bu kıssa her zaman ilginç ve esrarlı gelmiştir. Nasıl olur da bir peygamber başka bir kula gönderilir? Kimdir o kul? O nasıl bir kuldur da bir peygamber o kulun ilminden perdelidir?

Kıssa, baştan sona hikmetlerle dolu!

Hz. Hızır boyutuyla;

Allah’ın isim zikretmeyip “bir kula” göndermesi…

Bu kulu halkın bilmemesi…

Bu kulun ilminin seçkin bir rasulü dahi şaşırtması…

Bu kulun ilmiyle zahiri işlerin ilişkili olması; ona verilen ilmin zahiri işler ile izah edilmesi…

Bu kulun, her işin iç yüzünü, başını, sonunu bilmesi, ama o işe konu olan insanların o kulu bilmemeleri, O’ndan habersiz olmaları…

“Gizlilik”…

Hz. Musa boyutuyla;

Çok soru sorması!

Her şeyi sebebe, görünüşe ve zamana göre değerlendirmesi…

Her şeyi iyi-kötü olarak ele alması…

Her konuda akıl yürütmesi, kendi aklıyla hüküm vermesi

Sebep-sonuç ilişkisiyle mantık yürütmesi…

Sabredememesi…

Sonuç: Ayrılık!

Demek ki hikmetleşmek için, vuslat için bunları yapmaktan kaçınmak lâzım!

                                                        ***

“Ölü” ile “Diri” kadar farklı!

Bu kıssa, “Halifetullah”, “İnsan-ı Kâmil” makamı ile “halk” makamını tefekkür ve karşılaştırmaya imkân vermesi açısından çok önemli, çok değerli. Böylece Hızır ve Musa aynalarında kendimizi bir nebze görebiliriz, belki. Bilgi, “sanal ayna” ne olduğumu göstermese bile, ne olmadığımı idrâk ettirebilir! Aynasız, “Hızır ve Musa bende birer boyuttur” demek hiçbir işe yaramaz! İllâ o aynanın karşısına geçmek, “karşılaşmak” lâzımdır ki o boyut yaşansın. Nitekim, Allah Hz. Musa’yı Hz. Hızır’a gönderiyor. Zahiri boyutunu, zahiri karşılaşmayı anlamadan, batıni boyutu, batıni karşılaşmayı anlamak çok zor, neredeyse imkânsız!

Arzda bir halife yaratan Allah Tealâ o makamı, halife makamını hiç boş tutmuyor!

Halife, kimin halifesi?

O makamdan, halifeden tecelli eden kim?!

Öyleyse, boşluk ne demek? Hiç boş olur mu?

Halifesiz “an” var mıdır?

Cumhurbaşkanlığı nasıl ki bir makam ise ve o makamda bugün bir şahıs, dün başka bir şahıs ve yarın başka bir şahıs bulunuyorsa… Ama o makam hiçbir zaman kişilerle kayıtlı değilse, Halifetullah makamı, İnsan-ı Kâmil makamı, Velâyet makamları da böyledir. El an kemakân doludur! Hz. Musa devrinde olduğu gibi, öncesinde ve sonrasında da…

Yoksa, bebeği kim öldürecek, duvarı kim yıkacak, gemiyi kim delecek?!

“İşler” nasıl yürüyecek?

Kim yapacak? İşte, bütün mesele bu “kim”in cevabıdır! Kişi olarak değil de, makam olarak bakarsak işimiz kolaylaşabilir. Zaman gemisini delip geçebiliriz, belki... Kıssada geçen “bir kul”  hangi makamda bir Veli idi? Önemi var mı?  Ne fark eder?

Kırk budaklı şamdanda, kırkımız bir yanarız." (Hacı Bektaş-ı Veli)

Demek ki yaşanılan devirde, halka gönderilmiş, bildirilmiş uyarıcı bir peygamber olsun veya olmasın bir makam var ki hep dolu. Çünkü işler o makamdan yürütülüyor! “Biri kırktır, kırkı birden sayılır” (Pir Sultan Abdal)

Hz. Musa’nın kavmi biliyor muydu Hızır’ı?

Bilmiyordu. Musa (a.s) dahi habersizdi…

Râz-ı tevhidi bunlar çün açmadılar âleme
Esrâr-ı Hakk cümle halktan daima mestur olur

                                               Hz. Gaybî

Allah bildirmedikçe Hızır bilinmez, tanınmaz! Hızır bilinmedikçe de hakikât bilinmez.

Öyleyse, “Hızır “ ile ne anlayalım?

“Ravzâ-i hazrâyı bilmez Hızr'a yoldaş olmayan

Ravzâ-yı hazrâ, cennet-i âlâdır. Hızır'a yoldaş olmayan ravzâ-yı hazrâyı bulmaz. Aslında ehlullaha göre ravzâ-yı hazrâ, ehl-i hakikatın gönlünün zevkidir. Ravzâ gönül, hazrâ büyük zevk, coşku, mutluluk ve sevgi demektir. Burada Hızır'ın da ne olduğunu düşünmek lâzım.

Âb-ı hayatı bu zulmü görmeyenler sandı mâ

Hızır'ın içtiği âb-ı hayatı bilmeyenler, görmeyenler, onu alelâde su zannettiler. Oysa âb-ı hayât, ölümsüzlük suyu yani feyz-i manevî, hayat-ı manevî ve ilm-i ledün idi. Ama onu görmeyenler için âb-ı hayatı, su zannetmeleri çok doğaldır.” Aziz Mehmet Dumlu

Bu kıssanın Ehlullah tarafından çok değerli tevilleri yapılmışsa da zahiri yönüyle düşünmek çok başka kapılar açıyor! Velileri ötelememek için! Veyahut da “boyut” deyip içime hapsetmemek için! Karşılaşmak için! Görmek için!

Bir sabah uyandığımda arabamın tekerini patlamış görüp de “Ah bu mahallenin çocukları!.. Haylazlar!” diye söylenmeden önce bir durup düşünmeliyim: Gemi sahipleri batık gemilerini görünce ne düşünmüşlerdi acaba?! Eğer, “işi” çocuklardan biliyorsam istediğim kadar “Hızıriyet bende bir boyuttur” diyeyim, “Hızır” hakikâtinden perdeliyimdir. Çocuklara “haylazlar” diyorsam, o boyutla karşılaşmamışım demektir.

Kıssada, zahiri, sıradan işlerin “İnsan eliyle” yapılıyor olması ilginç, değil mi?

Oysa, halk, her işi kendilerinin yaptığını zanneder. Kendi elleriyle! Kendilerindeki boyutlarla !

“Her velî’yi Nuh ve kaptan bil, Bu halkın sohbetini de tufan say”  Hz. Mevlâna

Hz. Musa kavmini yetiştirirken, o sırada Hz. Hızır’ı kim yetiştirdi?!

Nasıl yetişti bu “bir kul” ?

Musa’nın şeriatıyla mı yetişti Hızır?!

Oysaki Musa (a.s) Allah bildirene kadar Hz. Hızır’dan habersizdi! Ama Hızır Musa’dan haberliydi!!!   Öyleyse;

Ben mi Hızır’dayım, Hızır mı bende?

Hızır (a.s), “ledün”nü, “birliği”, Musa (a.s) ise “şeriat makamını”, “ikiliği” temsil ettiğine göre, boyutsal olarak bakarsak:  Kim kimdedir? Bu karşılaşma boyutsal düşünüldüğünde, “Musa (a.s), kendi “alt” boyutunda bulabilir miydi Hızır’ı (a.s)?” Buna imkân var mı? O yüzden, Allah “bir kula” gönderiyor Musa’yı. Bu gidiş, öncelikle “tıpış tıpış” gitmektir. Ne zahiren, ne batınen,  kendi  başına, bir üst makamı, üst boyutu bilmek, bulmak mümkün değil! Kıssanın en önemli mesajlarından biri, “İkilik ile, akıl yürütme ile, yani şeriat makamında ‘hikmet’in bilinemeyeceği” olduğuna göre, acaba, yoksa, Hızır mı Musa boyutuna tenezzül etti? Her şey bende bir boyut olsa bile, içinde bulunduğum alt boyutta, üst boyutu nasıl bileyim; eğer ki üst boyut bana tenezzül etmez ise? Varlığından bile haberim olmaz! Velev ki haberim olsa dahi bu “bilmeklik” bir  “karşılaşma” değildir (İkisi de “insan” olmasına rağmen, üç yaşında bir çocuğun otuz yaşında bir insanı, kapsamlı olmayan bir tanımayla zahiren tanıyabilse bile, batınen kavramasına imkân olmadığı gibi). Öyleyse, “üst boyutla” karşılaşma için önce kendini “onda” bulmak, bunun için de “onu” bulmak şarttır. Ne var ki üst boyut olması bakımından, yukarıdaki aşağıdakini bildiği ve kapsadığı için, yukarıdaki çağırmadan, O, yüzündeki peçeyi kaldırmadan onu bulmak, tanımak mümkün olmamaktadır!

Demek ki, “mürşid bulan” da kendi bulmamıştır mürşidi. O çağırmıştır. El an kemakân gereği, mürşidi “Hızır” bilmek lâzımdır! Çünkü her şey O’nun kûva ve âzâsıdır. Hızır her şeyin başını, sonunu, herkesin hayat hikâyesini bilmiyor muydu? “Bunu yaptım çünkü şöyle, böyle olacak” demiyor muydu? Burada “Mürşid-i Kâmil”, “ledün ilminin varisi” olarak kıssada geçen “bir kul”dur.  Her zaman yaşayan bir kul ki Allah işlerini o kul ile yapmaktadır. İsminin, cisminin, kaşının, gözünün, nereli olduğunun bir önemi yoktur!

İşte, O “üst”, ben “alt” olduğum için, “Benden O’na” değil, “O’ndan bana” gidebilirim! Ancak o zaman O’nun ben, benim de O olduğumu görüp, şaşırabilirim! Hayret edebilirim! Bunun tersi, “Benden O’na” gitmeye çalışmak ise, kulağıma hoş gelebilir. Nefsim bana hoş gösterebilir. Bu yaklaşım, bize empoze edilen “sen özgürsün”, “sen bir tanesin” gibi insanı varlıktan ayırıcı, köleliğin efendilik olarak sunulduğu modern değerlerle uyumlu da olabilir. “BEN’den O’na gitmek”, Batılı, bireyci, ben merkezli, modern bir yaklaşım olduğu için mantığımın da onayıyla, “nefsimin” eli güçlenebilir. Çünkü zaten, doğuştan, hiç zorlanmadan BEN demeyi severim! Zekiyim, mantığı da severim! “Tasavvuf” ise BEN dememektir! “Ben ötesidir!” Mantık da değildir!***

Böylelikle, mesele, daima Âdem’e secde meselesidir! “Yokluk”deryasıdır!

“Ehl-i hakikatin ifadesine göre:

‘Âdem, ruhun başka bir ismi ve insan da âdemi kapsayan bir libastır.’ ”

                                                                           Aziz Mehmet Dumlu

                                                       

Âlemin ef’al âlemi olduğunu ve Hz. Hızır’ın da “iş” yaptığını hiç unutmamak gerekir! İşler “Hızır” eliyle yürüyorsa, Hızır aynı anda pek çok işi nasıl yapıyor? Kaç tane eli var Hızır’ın?  BEN, Hızır’ı bir adam ZANnettiğim için bu soru yerindedir. Buna cevap olarak “Azrail aynı anda bir çok canı nasıl alıyorsa, o da öyle yapıyor!”, denebilir. İlmin kapsayıcılığını ve Hızır’ın elini şöyle de düşünebilirim: Arabamın tekerini patlatmak için Hızır’ın “kendisinin” gelmesine gerek yoktur. Bu iş için çocukları kullanabilir. Çünkü “kevnü mekân elindedir”. Bu durumda çocukları suçlamak bütünü parçalamaktır. Büyük resmi görememektir. Tıpkı kendim gibi, çocukları da bütünde, Hızır’da, İnsan’da göremediğim için onlara ayrı varlık vermektir. “Hızır’a yoldaş olmak”, bütünde (O) parçayı (ben) bulmaktır.

Bu parça – bütün yaklaşımı, ancak ilmel yakin bir yaklaşım, ilmel yakin bir imândır. Âdem’e, ilmel yakin secde etmektir. Bir su damlasının denize bakışıdır. Hakikât ise damlanın denize düşüp “yok” olmasıyla ve böylece derya OLmakla yaşanır. Ve o zaman bu parça-bütün yaklaşımı da bütün geçerliliğini, anlamını kaybeder. Çünkü artık damla yoktur! Deniz vardır! Damla varsa, deniz yoktur. Bir kez daha anlaşılıyor ki “Hakikât” varlık iddiasıyla bilinemez. Kimde “iddia” varsa, o “var”dır; onda “hakikât” yoktur. Sorup araştırmak, ilim, ibadet, tefekkür, tezekkür “damlalığı” idrâk içindir ve bu “şeriat ilmidir”. Hakikât ise, ledündür ve ledün denize mahsus, denize ait ilimdir. Damlanın bunu bilmesine imkân yoktur. Damla “ben de suyum” deyip denizlik taslamaya kalkarsa gülünç duruma düşer. Damlalığı anlamamış, ziyan etmiş olur. Bu yüzden önce “Şeriat İlmi” ile “had bilmek”, damla olduğunu öğrenmek gerekir. “Ledün” çalışmakla öğrenilmeyip, yok olmakla /ölmeden önce ölmekle “yaşanabildiği” için, öğrenilen , akledilen, idrâk edilen ilim daima şeriat ilmidir ve dolayısıyla “akıl” şeriat dairesindendir. Böylelikle, Kur’an-ı Kerim’in niçin insanları sık sık aklını kullanmaya dâvet ettiği, yani onları şeriata, “başlangıca” çağırdığı anlaşılmış oluyor. Hiç bir dâvet bir işin ortasına veya sonuna değil, daima başınadır. Ve yine neden “tarikatta dâvetin haram” olduğunu da bu çerçevede anlayabiliriz.

Öte yandan, “damla olmak” çok değerlidir. Çünkü ancak bir damla “deniz” olabilir. Tabii, denizi bulup, denize “düşmek”, onda yok olmak şartıyla… Bunun için de önce şeriat ilmi öğrenip, yani haddini bilip “damla” olduğunu kabul ve idrâk etmek gerekir. Damla olduğunu idrâk, aslının “su” olduğunu hatırlamak hakikât yolunda bir başlangıç olarak çok önemlidir: Damla ile denizin aslı “bir”, su olmasaydı kavuşabilirler miydi? Damla olmak da, deniz olmak da suya mahsustur…

“Zerre küllün aynasıdır!” Hadis-i Şerif

“Kül”, her zerrede “kendini” görür. O yüzden zerre ona aynadır. Çünkü her şey onda, “külde”, talim olmuş, külde toplanmıştır. Neye baksa kendini görür! Kül, cem makamı olan Hz. İnsan’dır. Ki O, Kur’an-ı Kerim’in ikiz kardeşidir ve Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (6-38) ayetinin mazharıdır. O nedenle de “kevnü mekân elindedir”.

İnşallah, kıssayı bir kez daha okursunuz!

İnşallah, size çok güzel mânâ kapıları açılsın! İçiniz, dışınız hikmetle dolsun!

Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bilenlerden olmanız niyâzıyla! Hû!

 

Okuma: http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=523

 

***Dipnot:

 

Modern Batı’nın “ego”ya yaklaşımı, “birey” anlayışı ile sufi psikolojisini karşılaştırmak üzere, halen mutasavvıf bir mürşit ve şeyh olan Robert Frager’ın Gelenek Yayınlarından çıkan çok kıymetli eseri “Kalp, Nefs & Ruh” incelenebilir. Prof. Dr. Robert Frager Palo Alto, Kaliforniya’da bulunan Transpersonel Psikoloji Enstitüsünde profesör ve başkan olarak bulunmaktadır.

Şeyh Ragıp “Robert Frager” röportajı için:

http://arsiv.sabah.com.tr/2005/07/16/cpsabah/gnc115-20050716-101.html

  

Benötesi Psikoloji için:

                                             

http://arsiv.sabah.com.tr/2005/09/17/cpsabah/rop101-20050821-102.html

 

 

 
 
İstanbul - 31.12.2008
meryemirmak@gmail.com
www.semazen.net
http://sufizmveinsan.com