Kur’an’ı Kerim’de, Kehf Sûresinde geçen Hz. Hızır ve Hz.
Musa kıssası bize neler bildiriyor, neler düşündürüyor?
“Her bilenin üstünde bir bilen vardır” (12-76)
Âlimliğin de, cahilliğin de sonu yok!
Hz.
Musa bir peygamber olduğu halde, Allah O’nu, katından
ilim verdiği bir başka kula göndermektedir. Hz. Musa
“peygamber” olarak o kulun bildiği ilmi bilmemektedir!
“Kul için peygamberlik en üst makamdır” diye
öğrendiğimizden, bu kıssa her zaman ilginç ve esrarlı
gelmiştir. Nasıl olur da bir peygamber başka bir
kula gönderilir? Kimdir o kul? O nasıl bir kuldur
da bir peygamber o kulun ilminden perdelidir?
Kıssa, baştan sona hikmetlerle dolu!
Hz. Hızır boyutuyla;
Allah’ın isim zikretmeyip “bir kula” göndermesi…
Bu
kulu halkın bilmemesi…
Bu
kulun ilminin seçkin bir rasulü dahi şaşırtması…
Bu
kulun ilmiyle zahiri işlerin
ilişkili olması;
ona verilen ilmin zahiri işler ile izah edilmesi…
Bu
kulun, her işin iç yüzünü, başını, sonunu bilmesi, ama
o işe konu olan insanların o kulu bilmemeleri, O’ndan
habersiz olmaları…
“Gizlilik”…
Hz. Musa boyutuyla;
Çok soru sorması!
Her
şeyi sebebe, görünüşe ve zamana göre
değerlendirmesi…
Her
şeyi iyi-kötü olarak ele alması…
Her
konuda akıl yürütmesi, kendi aklıyla
hüküm vermesi…
Sebep-sonuç ilişkisiyle mantık yürütmesi…
Sabredememesi…
Sonuç: Ayrılık!
Demek
ki hikmetleşmek için, vuslat için bunları
yapmaktan kaçınmak lâzım!
***
“Ölü” ile “Diri” kadar farklı!
Bu
kıssa, “Halifetullah”, “İnsan-ı Kâmil” makamı ile “halk”
makamını tefekkür ve karşılaştırmaya imkân vermesi
açısından çok önemli, çok değerli. Böylece Hızır
ve Musa aynalarında kendimizi bir nebze
görebiliriz, belki. Bilgi, “sanal ayna” ne
olduğumu göstermese bile, ne olmadığımı idrâk
ettirebilir! Aynasız, “Hızır ve Musa bende birer
boyuttur” demek hiçbir işe yaramaz! İllâ o aynanın
karşısına geçmek, “karşılaşmak” lâzımdır ki o
boyut yaşansın. Nitekim, Allah Hz. Musa’yı Hz.
Hızır’a gönderiyor. Zahiri boyutunu, zahiri
karşılaşmayı anlamadan, batıni boyutu, batıni
karşılaşmayı anlamak çok zor, neredeyse imkânsız!
Arzda
bir halife yaratan Allah Tealâ o makamı, halife makamını
hiç boş tutmuyor!
Halife, kimin halifesi?
O
makamdan, halifeden tecelli eden kim?!
Öyleyse, boşluk ne demek? Hiç boş olur mu?
Halifesiz “an” var mıdır?
Cumhurbaşkanlığı nasıl ki bir makam ise ve o makamda
bugün bir şahıs, dün başka bir şahıs ve yarın başka bir
şahıs bulunuyorsa… Ama o makam hiçbir zaman kişilerle
kayıtlı değilse, Halifetullah makamı, İnsan-ı Kâmil
makamı, Velâyet makamları da böyledir. El an kemakân
doludur! Hz. Musa devrinde olduğu gibi, öncesinde ve
sonrasında da…
Yoksa, bebeği kim öldürecek, duvarı kim yıkacak, gemiyi
kim delecek?!
“İşler” nasıl yürüyecek?
Kim
yapacak? İşte, bütün mesele bu “kim”in cevabıdır! Kişi
olarak değil de, makam olarak bakarsak işimiz
kolaylaşabilir. Zaman gemisini delip geçebiliriz,
belki... Kıssada geçen “bir kul” hangi makamda bir Veli
idi? Önemi var mı? Ne fark eder?
“Kırk
budaklı
şamdanda, kırkımız bir yanarız." (Hacı
Bektaş-ı
Veli)
Demek
ki yaşanılan devirde, halka gönderilmiş, bildirilmiş
uyarıcı bir peygamber olsun veya olmasın bir makam
var ki hep dolu. Çünkü işler o makamdan yürütülüyor!
“Biri kırktır, kırkı birden sayılır” (Pir Sultan
Abdal)
Hz. Musa’nın kavmi biliyor muydu Hızır’ı?
Bilmiyordu. Musa (a.s) dahi habersizdi…
Râz-ı tevhidi bunlar çün açmadılar âleme
Esrâr-ı Hakk cümle halktan daima mestur olur
Hz. Gaybî
Allah
bildirmedikçe Hızır bilinmez, tanınmaz! Hızır
bilinmedikçe de hakikât bilinmez.
Öyleyse, “Hızır “ ile ne anlayalım?
“Ravzâ-i hazrâyı bilmez
Hızr'a yoldaş olmayan
Ravzâ-yı
hazrâ, cennet-i âlâdır. Hızır'a yoldaş olmayan ravzâ-yı
hazrâyı bulmaz. Aslında ehlullaha göre ravzâ-yı hazrâ,
ehl-i hakikatın gönlünün zevkidir. Ravzâ gönül, hazrâ
büyük zevk, coşku, mutluluk ve sevgi demektir. Burada
Hızır'ın da ne olduğunu düşünmek lâzım.
Âb-ı hayatı bu zulmü
görmeyenler sandı mâ
Hızır'ın içtiği âb-ı hayatı bilmeyenler, görmeyenler,
onu alelâde su zannettiler. Oysa âb-ı hayât, ölümsüzlük
suyu yani feyz-i manevî, hayat-ı manevî ve ilm-i ledün
idi. Ama onu görmeyenler için âb-ı hayatı, su
zannetmeleri çok doğaldır.” Aziz Mehmet Dumlu
Bu
kıssanın Ehlullah tarafından çok değerli tevilleri
yapılmışsa da zahiri yönüyle düşünmek çok başka
kapılar açıyor! Velileri ötelememek için! Veyahut
da “boyut” deyip içime hapsetmemek için!
Karşılaşmak için! Görmek için!
Bir
sabah uyandığımda arabamın tekerini patlamış görüp de
“Ah bu mahallenin çocukları!.. Haylazlar!” diye
söylenmeden önce bir durup düşünmeliyim: Gemi
sahipleri batık gemilerini görünce ne düşünmüşlerdi
acaba?! Eğer, “işi” çocuklardan biliyorsam
istediğim kadar “Hızıriyet bende bir boyuttur” diyeyim,
“Hızır” hakikâtinden perdeliyimdir. Çocuklara
“haylazlar” diyorsam, o boyutla karşılaşmamışım
demektir.
Kıssada, zahiri, sıradan işlerin “İnsan eliyle”
yapılıyor olması ilginç, değil mi?
Oysa, halk, her işi kendilerinin yaptığını zanneder.
Kendi elleriyle! Kendilerindeki boyutlarla !
“Her velî’yi
Nuh ve kaptan bil, Bu
halkın
sohbetini de tufan say” Hz.
Mevlâna
Hz.
Musa kavmini yetiştirirken, o sırada Hz.
Hızır’ı kim yetiştirdi?!
Nasıl
yetişti bu “bir kul” ?
Musa’nın şeriatıyla mı yetişti Hızır?!
Oysaki Musa (a.s) Allah bildirene kadar Hz. Hızır’dan
habersizdi! Ama Hızır Musa’dan haberliydi!!! Öyleyse;
Ben mi Hızır’dayım, Hızır mı bende?
Hızır
(a.s), “ledün”nü, “birliği”, Musa (a.s) ise “şeriat
makamını”, “ikiliği” temsil ettiğine göre, boyutsal
olarak bakarsak: Kim
kimdedir? Bu karşılaşma boyutsal
düşünüldüğünde, “Musa (a.s), kendi “alt” boyutunda
bulabilir miydi Hızır’ı (a.s)?” Buna imkân var mı? O
yüzden, Allah “bir kula” gönderiyor Musa’yı. Bu gidiş,
öncelikle “tıpış tıpış” gitmektir. Ne zahiren, ne
batınen, kendi başına, bir üst makamı, üst
boyutu bilmek, bulmak mümkün değil! Kıssanın en önemli
mesajlarından biri, “İkilik ile, akıl yürütme ile,
yani şeriat makamında ‘hikmet’in bilinemeyeceği”
olduğuna göre, acaba, yoksa, Hızır mı Musa boyutuna
tenezzül etti? Her şey bende bir boyut olsa bile,
içinde bulunduğum alt boyutta, üst boyutu nasıl bileyim;
eğer ki üst boyut bana tenezzül etmez ise? Varlığından
bile haberim olmaz! Velev ki haberim olsa dahi bu
“bilmeklik” bir “karşılaşma” değildir (İkisi de
“insan” olmasına rağmen, üç yaşında bir çocuğun otuz
yaşında bir insanı, kapsamlı olmayan bir tanımayla
zahiren tanıyabilse bile, batınen kavramasına imkân
olmadığı gibi). Öyleyse, “üst boyutla” karşılaşma
için önce kendini “onda” bulmak, bunun için de “onu”
bulmak şarttır. Ne var ki üst boyut olması
bakımından, yukarıdaki aşağıdakini bildiği ve
kapsadığı için, yukarıdaki çağırmadan, O, yüzündeki
peçeyi kaldırmadan onu bulmak, tanımak mümkün
olmamaktadır!
Demek ki, “mürşid bulan” da kendi bulmamıştır mürşidi. O
çağırmıştır. El an kemakân gereği, mürşidi “Hızır”
bilmek lâzımdır! Çünkü her şey O’nun kûva ve âzâsıdır.
Hızır her şeyin başını, sonunu, herkesin hayat
hikâyesini bilmiyor muydu? “Bunu yaptım çünkü şöyle,
böyle olacak” demiyor muydu? Burada “Mürşid-i Kâmil”,
“ledün ilminin varisi” olarak kıssada geçen “bir
kul”dur. Her zaman yaşayan bir kul ki Allah işlerini o
kul ile yapmaktadır. İsminin, cisminin, kaşının,
gözünün, nereli olduğunun bir önemi yoktur!
İşte, O “üst”,
ben “alt” olduğum için, “Benden O’na” değil, “O’ndan
bana” gidebilirim!
Ancak o zaman O’nun ben, benim de O olduğumu
görüp, şaşırabilirim! Hayret edebilirim!
Bunun tersi, “Benden O’na” gitmeye çalışmak ise,
kulağıma hoş gelebilir. Nefsim bana hoş gösterebilir.
Bu yaklaşım, bize empoze edilen “sen özgürsün”, “sen
bir tanesin” gibi insanı varlıktan ayırıcı,
köleliğin efendilik olarak sunulduğu modern
değerlerle uyumlu da olabilir. “BEN’den O’na gitmek”,
Batılı, bireyci, ben merkezli, modern bir
yaklaşım olduğu için mantığımın da onayıyla,
“nefsimin” eli güçlenebilir. Çünkü zaten,
doğuştan, hiç zorlanmadan BEN demeyi severim!
Zekiyim, mantığı da severim! “Tasavvuf” ise BEN
dememektir! “Ben ötesidir!” Mantık da
değildir!***
Böylelikle, mesele, daima Âdem’e secde meselesidir!
“Yokluk”deryasıdır!
“Ehl-i
hakikatin ifadesine göre:
‘Âdem, ruhun
başka bir ismi ve insan da âdemi kapsayan bir libastır.’
”
Aziz Mehmet Dumlu
Âlemin ef’al âlemi olduğunu ve Hz. Hızır’ın da “iş”
yaptığını hiç unutmamak gerekir!
İşler “Hızır” eliyle yürüyorsa, Hızır aynı anda
pek çok işi nasıl yapıyor? Kaç tane eli var Hızır’ın?
BEN, Hızır’ı bir adam ZANnettiğim için bu
soru yerindedir. Buna cevap olarak “Azrail aynı anda bir
çok canı nasıl alıyorsa, o da öyle yapıyor!”, denebilir.
İlmin kapsayıcılığını ve Hızır’ın elini şöyle de
düşünebilirim: Arabamın tekerini patlatmak için Hızır’ın
“kendisinin” gelmesine gerek yoktur. Bu iş için
çocukları kullanabilir. Çünkü “kevnü mekân elindedir”.
Bu durumda çocukları suçlamak bütünü parçalamaktır.
Büyük resmi görememektir. Tıpkı kendim gibi,
çocukları da bütünde, Hızır’da, İnsan’da göremediğim
için onlara ayrı varlık vermektir. “Hızır’a yoldaş
olmak”, bütünde (O) parçayı (ben) bulmaktır.
Bu
parça – bütün yaklaşımı, ancak ilmel yakin bir
yaklaşım, ilmel yakin bir imândır. Âdem’e,
ilmel yakin secde etmektir. Bir su damlasının
denize bakışıdır. Hakikât ise damlanın denize düşüp
“yok” olmasıyla ve böylece derya OLmakla yaşanır.
Ve o zaman bu parça-bütün yaklaşımı da bütün
geçerliliğini, anlamını kaybeder. Çünkü artık damla
yoktur! Deniz vardır! Damla varsa, deniz yoktur. Bir kez
daha anlaşılıyor ki “Hakikât” varlık iddiasıyla
bilinemez. Kimde “iddia” varsa, o “var”dır; onda
“hakikât” yoktur. Sorup araştırmak, ilim, ibadet,
tefekkür, tezekkür “damlalığı” idrâk içindir ve bu
“şeriat ilmidir”. Hakikât ise, ledündür ve
ledün denize mahsus, denize ait ilimdir. Damlanın bunu
bilmesine imkân yoktur. Damla “ben de suyum” deyip
denizlik taslamaya kalkarsa gülünç duruma düşer.
Damlalığı anlamamış, ziyan etmiş olur. Bu yüzden önce
“Şeriat İlmi” ile “had bilmek”, damla olduğunu
öğrenmek gerekir. “Ledün” çalışmakla öğrenilmeyip, yok
olmakla /ölmeden önce ölmekle “yaşanabildiği” için,
öğrenilen , akledilen, idrâk edilen ilim daima şeriat
ilmidir ve dolayısıyla “akıl” şeriat dairesindendir.
Böylelikle, Kur’an-ı Kerim’in niçin insanları sık sık
aklını kullanmaya dâvet ettiği, yani onları şeriata,
“başlangıca” çağırdığı anlaşılmış oluyor. Hiç bir dâvet
bir işin ortasına veya sonuna değil, daima başınadır.
Ve yine neden “tarikatta dâvetin haram” olduğunu da bu
çerçevede anlayabiliriz.
Öte
yandan, “damla olmak” çok değerlidir. Çünkü ancak bir
damla “deniz” olabilir. Tabii, denizi bulup, denize
“düşmek”, onda yok olmak şartıyla… Bunun için de
önce şeriat ilmi öğrenip, yani haddini bilip “damla”
olduğunu kabul ve idrâk etmek gerekir. Damla olduğunu
idrâk, aslının “su” olduğunu hatırlamak hakikât yolunda
bir başlangıç olarak çok önemlidir: Damla ile denizin
aslı “bir”, su olmasaydı kavuşabilirler miydi?
Damla olmak da, deniz olmak da suya
mahsustur…
“Zerre küllün aynasıdır!”
Hadis-i Şerif
“Kül”, her zerrede “kendini” görür. O yüzden zerre ona
aynadır. Çünkü her şey onda, “külde”, talim olmuş, külde
toplanmıştır. Neye baksa kendini görür! Kül, cem makamı
olan Hz. İnsan’dır. Ki O, Kur’an-ı Kerim’in ikiz
kardeşidir ve “Biz o
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (6-38)
ayetinin mazharıdır. O nedenle de “kevnü mekân
elindedir”.
İnşallah, kıssayı bir kez daha okursunuz!
İnşallah, size çok güzel mânâ kapıları açılsın! İçiniz,
dışınız hikmetle dolsun!
Her
gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir
bilenlerden olmanız niyâzıyla! Hû!
Okuma:
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=523
***Dipnot:
Modern Batı’nın “ego”ya yaklaşımı, “birey” anlayışı ile
sufi psikolojisini karşılaştırmak üzere, halen
mutasavvıf bir mürşit ve şeyh olan Robert Frager’ın
Gelenek Yayınlarından çıkan çok kıymetli eseri “Kalp,
Nefs & Ruh” incelenebilir. Prof. Dr. Robert Frager Palo
Alto, Kaliforniya’da bulunan Transpersonel Psikoloji
Enstitüsünde profesör ve başkan olarak bulunmaktadır.
Şeyh Ragıp
“Robert Frager” röportajı için:
http://arsiv.sabah.com.tr/2005/07/16/cpsabah/gnc115-20050716-101.html
Benötesi Psikoloji için:
http://arsiv.sabah.com.tr/2005/09/17/cpsabah/rop101-20050821-102.html |