| 
						
						“Şeriat tarikat 
						yoldur varana 
						
						Hakikat marifet 
						andan içeri...” 
						
						
						Abdülkâdir Geylânî (k.s) şeytanı nasıl tanıdı? 
						
						
						Rivayete göre şöyle oldu: 
						
						
						Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: " Ey 
						Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, 
						serbest kıldım. Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl 
						kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî "Eûzübesmele" 
						çekti.  "Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Sus ey 
						mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey 
						Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana 
						aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki 
						ben bu yolla yetmiş kişiyi yoldan çıkarmıştım." dedi. 
						Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; 
						"Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü 
						Allah böyle şeyleri emretmez." buyurdu. 
						
						“Bir ayağımız 
						pergelin sabit ayağıdır.” 
						Hz. Mevlana. 
						
						
						İnsanın nefsini tanıması kolay iş değil. TEK nefes, ama 
						upuzun bir soluk yaşamak! Bu yolculukta rüzgârın önüne 
						kattığı yaprak olmamak için ayağın yere çok sağlam 
						basması gerekir. İşte o sağlamlık, pergelin sabit 
						noktası 
						şeriattır! Cevizin kabuğu… Taş gibi… Kırması zor… Ne 
						iyi! Ya bu kadar sert ve sağlam olmasaydı?  Kolayca 
						kırılıp dağılsaydı? Yoldan çıkmak da bir o kadar kolay 
						olurdu… 
						
						
						“Şeriat tarikat yoldur varana / Hakikat marifet andan 
						içeri” Yunus 
						
						
						Madem şeriat yoldur, yoldan çıkmamak gerekir. Yoldan 
						çıkana “yoldan çıkmış” denir. 
						
						
						O halde, Abdülkâdir Geylânî (k.s), şeytanı şeriat ile 
						tanımıştır, bir anlamda. Çünkü helal haram şeriatın 
						konusudur. Orada senlik benlik vardır. 
						
						Şerîatte; "senin 
						malın senin, benimki ise benimdir." Tasavvufta; "senin 
						malın senin, benimki de senindir." Hakîkatte ise; "ne 
						seninki senin, ne benimki benim; hepsi Allâh'ındır."
						
						
						Senlik benlik olmasa helal haram niye olsun, kime olsun? 
						Sen varsan, ben varsam helal haram vardır. Sen varsan, 
						ben varsam şeriat vardır! Gaye nefsinin hakikatini 
						bilmek olsa da, bir hakikat var ki, insan yaşadığı 
						müddetçe bu dünyanın malıdır. Zahir âlem. Ve zahirin 
						sünneti, nizamı, düzeni şeriattır. Ayak o 
						noktadan 
						çıkarsa, insan zanna uyar, ruhu duymaz! 
						
						Zaman zaman bir 
						konu hakkında konuşurken muhtelif insanlardan “o 
						şeriatta öyle, hakikatte başka” kabilinden sözler duyup 
						şaşırıyorum... Hakikat şeriatın dışında mı? Koca derviş, 
						Yunus ne diyor:  Şeriat tarikat yoldur varana / 
						Hakikat marifet andan içeri... 
						
						Şeriatı 
						kötülemek, onu zul görmek henüz şeriat ehli dahi 
						olamamışlığın alameti olabilir ancak. Kerhen uymak, 
						“ehil” olmak değildir. “Din tamam olucak/ Muhabbet 
						doğar” Yunus 
						
						Ancak ondan 
						sonra denize dalabilir insan. 
						
						
						En çok suiistimal edilen ve şeriatla tasavvufu karşı 
						karşıya getiren konulardan biri “hoşgörü.” Yaratılanı 
						Yaradandan dolayı hoş görmek nedir? Hoş görmek, şeriata 
						boş vermek midir? “Benzemek” midir? “Şeytan sizi 
						Allah’ın affına güvendirir” ayeti uyarınca ve emri bil 
						maruf gereğince neyi ne kadar hoş görmek gerekir? Yoldan 
						çıkmakla hoş görmek arasındaki ince sınır nerededir? 
						Ehlullah engin hoşgörüsüyle şeriatın dışına mı 
						çıkmıştır, 
						yoksa içine mi 
						girmiştir? 
						
						Velilerin 
						hoşgörüsü öyle bir anlatılıyor ki insan sormadan 
						edemiyor: “Mübarekler şeriata uymadılar mı?” Hoşgörü 
						şeriata uymamak mıdır? O zaman şeriat kime ve niye 
						gelmiştir?  Şeriat hoşgörüsüz müdür? Şeriat yolsa, 
						şeriatın dışına çıkıp da yoldan çıkmamak nasıl olacak? 
						İyiliğin hoşgörüye ihtiyacı olmadığına göre, hoş görmek 
						kötülüğü, zalimliği hoş görmek midir? Bu işin ölçüsü 
						nedir? Ölçüyü 
						hoşgörü abidesi, büyük Veli, Pîr Hz. Mevlana’dan alalım: 
						
						“Zalimleri 
						affetmek, mazlumlara zulmetmektir! 
						
						Hırsızlara ve 
						her türlü kötü insanlara acımak; zayıf insanları dövmek, 
						onlara merhamet etmemektir! 
						
						Aklını başına 
						al; merhamete kapılıp da kötü bir kişiden intikam 
						almaktan, canını yakmaktan çekinme! Onun uğrayacağı 
						zahmete, eziyete pek bakma; suçsuz halkın, başkalarının 
						düşeceği zahmeti, eziyeti düşün! 
						
						Bütün vücudun 
						zehirlenmesini önlemek için yılanın ısırdığı parmağı 
						kes, at! Sen kesilen tek parmağı değil, bütün bedenin 
						helak olacağını gör, düşün!” 
						
						**** 
						
						Şeriat tarikat 
						yoldur varana 
						
						Hakikat marifet 
						andan içeri... 
						
						Allah ehli, 
						kesinlikle şeriatın dışına çıkmayıp bilakis içine 
						girmişlerdir. Hoşgörü de tıpkı hakikat gibi şeriatın 
						içindedir, dışında değil. Affetmek, hoş görmek sadece 
						tasavvuf ehline mahsus da değildir. Allah kısasa izin 
						verirken dahi yine de affetmeyi tavsiye etmiyor mu? Ama 
						işitip anlamak için garip kulağı gerektir! 
						
						Marifet, 
						şeriatın dışına çıkmak değil, çünkü “marifet andan 
						içeri...”  
						
						Hakikat şu ki, 
						Ehlullah şeriatın dışına çıkmayıp, bilakis “içine “ 
						girmiştir. Çünkü “hakikat andan içeri..” 
						
						
						                                               *** 
						
						Allah’ın akıl 
						verdikleri olduğu gibi bir de “hikmet” verdikleri 
						vardır. Hikmetin bildiğini akıl bilmez. Hikmet ehli işin 
						iç yüzünü bildiğinden şeriata “bilerek” uymuş, zul ve 
						abes bir şey görmemiştir. Şeriat ehli olamayanlar 
						ise şeriatı “kitapta yeri var” deyip kendi nefisleri 
						için uygulamaya kalkmış, adeta şeriatla nefislerine 
						zulmetmişlerdir. Her konuda olduğu gibi burada da, 
						şeriata uyma ve uygulama konusunda da karşımıza yine 
						“o” çıkıyor: Nefis. Mesele daima nefsini 
						bilmek meselesidir. “Sen seni bil sen seni...” 
						Şeriatı nefsi için uygulayan, şeriat uygulamış olmaz. 
						Hz. Ali (k.v), afakta cihad ederken yüzüne tükürene 
						kılıcını indirmekten tereddütsüz vazgeçebiliyor. Nefsini 
						bilmeyen biri böyle bir durumda daha da hınçlanıp, 
						elinde olsa “iki kere” öldürmeye kalkar karşısındakini. 
						Hınç varsa işin içinde bir kere öldüren zaten aslında 
						iki kere öldürmüştür! Ya, Ali (k.v) ? O enfüsi cihada 
						hiç ara vermiyor ki. Nefsinin emriyle Allah’ın emrini 
						karıştırmıyor! İşte ehlullahın hoşgörüsünü bu minval 
						içinde aramalı ve anlamalı. 
						
						Öyleyse, 
						Ehlullahın hoşgörüsünün sırrı şeriata değil, nefse uyup 
						uymamakla ilgilidir! Onlar şeriata uymuş, fakat 
						nefislerine uymamışlardır. Bizler ise çoğu kere şeriata 
						uyuyorum diye, nefsimize uyuyoruz da ruhumuz 
						duymuyor! 
						
						“Nefsim 
						emrediyorsa affederim, Allah emrediyorsa uygularım”. 
						Denebilir ki nasıl bileceğim kim emrediyor? Eh, işte 
						bütün mesele de bu! Arif olan anlıyor! 
						
						Men arefe 
						nefsehu, fekad arefe rabbehu! 
						
						İnsan ister 
						şeriatta yol tutsun, ister tarikatta el tutsun, nefsiyle 
						cihad etmek zorundadır ki tuttuğu yolun “ehli” olsun. 
						Cihad etmeyen, taklid eder ki bununla ancak taklid ehli 
						olunur! 
						
						Hoş görmek, 
						şeriata boş vermek değildir, nefsini bilmektir. 
						
						İlahi Yarabbi! 
						
						Bizleri de 
						nefsine arif olanlar zümresine ilhak eyle! Şeriata 
						uyuyorum diye, nefsimize uymaktan; şeriata uymayıp da 
						yoldan çıkmaktan Âlemlerin Rabbi Azimüşşân Sana 
						sığınırız! |