13
Mart 2009
İnsanın kendini bilmesi benliğinin hakikâtini bilmesi
ile mümkündür. Bu yolda yapılan çalışmaya da “nefis
terbiyesi” denmiş. Sözü eğip bükmenin gereği yok: Nefis
terbiyesinin özü ve gayesi iradeyi terk etmektir,
iradeyi bırakmaktır. Bırakabilen bırakır, bırakamayan
bırakmaz... Takdir-i ilâhi... Nasip!
Şayet
bırakacak olsak nereye bırakalım irademizi? Sağa sola,
şuraya buraya, kapının önüne değil, tabii ki Sahibine.
Sahip’i bulup, “buyur” demek gerekiyor bunun için.
Unutmamalı ki yeryüzü Sahip’siz değildir. Ayetle sâbit
ki Sahip’in halifesi vardır yeryüzünde.. Niye yaratmış
halifeyi? Halife kim?
Eskiden dervişler mürşidlerine bir zarf, boş kâğıt ve
kalem sunarak seramonize ederlermiş bu durumu. “Cüzi
iradeyi külli iradeye terk etmek”. Tasavvufun da,
kulluğun da, nefis terbiyesinin de, ilmin de, hakikâtin
de, var oluşun da gayesi bu terk ediştir. Bu ise ancak
rıza ve teslimiyet ile mümkündür. Özünde bu rıza
ve teslimiyet yoksa tahakkuk etmez. Lafla ve zorla
olmaz. Gönül rızasıyla olur. İlim bilmekle de olmaz.
“İstidat” dedikleri razı olma kapasitesidir. “İstersem
dilimi, almazsam kolumu koparsınlar” Hz. Mevlâna
(k.s). Razı değilsen, “ben” diyorsan istediğin kadar
ilim bil! Dilden aşağıya inmez! İçine işlemez!
Onca
meleğe ders verirken, ilim bilmediği için değil, “ben”
dediği için şeytan ilân edildi, melek... “Ne varsa
sende var” demek, “şeytan da sende var!” demek.
Benlik başlı başına köleliktir; benlik köleliği
insana kendini “özgür” hissettirir. Böyle avlar avcı
avını. Köle olduğunu idrak edip “ben köleyim” demek ise
köleliği teşvik değildir; aymaya başlamaktır. Burada
bahsedilen köleliğin zahirdeki kölelikle bir ilgisi
yoktur. Tamamen enfüsidir. Ayrıca, bunda teşvik
edecek bir taraf da yoktur. Çünkü zaten köleyiz!
Teşviğe gerek olmaksızın köleleriz.. Teşvik olsa da
köleyiz, olmasa da köleyiz... Derya içre olup da
deryadan haberi olmayan balıklarız.
İnsan
köle olduğunu idrak etmeden nasıl “efendi” olacak? Şu da
var ki “köle” yani “kul” nasıl efendi olsun? Öyleyse,
toparlayıp şöyle demeli: İnsan köle olduğunu idrak
etmeden “efendi”yi tanıyamaz. Çünkü zıtlar
birbirine aynadır ve Melik (efendi) olan Allah’tır.
Zıtlar birbirine ayna olduğundan tasavvufun gayesi
“fenâ” yani yokluktur. Yokta “var” bulunur. Kölelikte
“efendi” bulunur. Efendilikte de köle bulunur. Yani,
kendini efendi zanneden köledir. Benliğinin, sözüm ona
“efendiliğinin” kölesidir. Rivâyet olunur ki Abdülkâdir
Geylanî hazretleri (k.s) çok zenginmiş. Altın tabakta,
altın kaşık çatalla yemek yermiş ve servetine laf
edenlere dermiş ki: “Servet bizde, ama biz servette
değiliz!” Halkın “efendi” diye hitap ettiği hiçbir
“gerçek” efendi, ayranı altın kâseden de içse,
kendinden “efendi” diye söz etmeyip daima “fakir”,
“garip”, “aciz”, “kul” diye söz etmiştir. Bu sözler
sahte bir mütevazılık arz etmeyip, o değerli Hak
Dostları gerçekten fakir, garip, aciz ve kuldur!
İşte,
“aczini bil” dedikleri de budur.
Köleden acizi mi var?
“Benim” demek benliktir. Açıktır ki köleliktir. Cüz’ü
küll’e terk etmek, bir bardak suya “o benim suyum”
demeyip, onu denize dökmektir. Asıl özgürlük de budur.
Köleliği / benliği terk etmektir. Vazgeçebilmektir.
Bunun için denizi bulmak gerektir. Denizi bulduğun halde
suyu dökmezsen treni kaçırırsın. O zaman denize gitmenin
de bir anlamı yoktur. Denize “deniz olmak” için
gidilir. Öyleyse, bardağındaki suyu boşaltacaksın.
Benliksiz benliğe kavuşmanın başka yolu yoktur.
(Söylemeye gerek var mı, bilmiyorum; bu teşbihte “bir
bardak su” emmare nefs sahibi “mürid”, “deniz” ise
nefsini bilen kâmil mürşiddir ki onun nefsi nefsi
küldür.)
“Ben”
diyende benlik vardır ve kölelik de budur. “Ben” demek,
irade etmektir; irade etmek “ben” demektir. Oğlum
küçükken onu tercih yapmaya, “iradesini” kullanmaya
teşvik ederdim. Özgürleşsin çocuk diye!!! O ise,
enteresan bir şekilde, hiç ben demeyip hep sen
derdi. “Bu mu güzel, o mu güzel?”, “hangisini beğendin,
yavrum?!” diye herşeyi ona sorardım. O daima: “Sen seç,
benim sahibim sensin, sen karar ver” der ve beni
dumura uğratırdı. Seçim yapması için uğraşırdım: “Oğlum,
ben senin sahibin değilim, annenim. Hem sen giyeceksin.
Sen seç, sen beğen” diyordum ama nafile, topu bana
atıyordu...
Fıtratlarımız öyle farklıydı ki şaşırıp kalıyordum..
Hikmet-i ilâhiye bakın, benim çocuğum böyle yumuşak
huylu olsun!!! BEN ki her şeyi kendim yapmak, seçmek,
beğenmek isterdim. Bütün hayatım özgürlük kavgası ile
geçmişti. O ise kendisine verilen özgürlüğü tepip
“sahibim sensin, senin beğendiğini ben beğenirim, sen
seç” deyip, hayran hayran yüzüme bakıyor, asla
ayırmıyor, ayırmayınca da “seçme” kavgasına girmiyordu.
Böyle şey görmemiştim! Ne diyeceğimi bilemiyordum! Hele
öyle “sahibimsin” demeleri falan!.. O da ne demekti
öyle?! Kendini kedi yavrusu gibi mi görüyordu, ne
sanıyordu bu çocuk kendini, beni ne sanıyordu? Anlamam
mümkün değildi!
Gerçi, artık büyüdü, işler tersine döndü: “Annem
olabilirsin, ama sahibim değilsin. SEN bırak, BEN
seçerim” diyor. Başladı senlik benlik kavgası, alıştı
tabii bu dünyaya... Ama bu arada bana “sen” demeyi
öğretti. O “ben” demeyi öğrenirken, ben de “sen” demeyi
öğrenmiş oldum. Eğer anneyseniz, “bir çocuğun annesine
sadakatini” okumak için kitap almaya, roman okumaya
gerek yoktur. Allah sizi “anne” yaparak kitabın da,
romanın da, hayatın da, sadakatin de içine koyuyor
zaten… Sadakati OKUmak, sâdık OLmaktır. “Ayinesi
iştir kişinin, lâfa bakılmaz!” Mallarımız ve
oğullarımız bizim için ancak birer imtihan vesilesi ise,
onlarla yaşadıklarımızı okumaya başladığımızda
hayatımızın anekdotlarla dolu kalın bir kitap olduğunu
görmemiz işten bile değildir. Eğer anlayabilirsek,
hayatta karşımıza çıkan hiçbir şey boşuna olmayıp,
sadece düşünüp ibret almamız içindir. Okuyana, hayat
kitaptır.
***
“Ben
insanın sırrıyım, insan benim sırrım!”
Görünen o ki, herkes ilme, akla, fikre, cennete, huriye,
kısaca almaya talip; vermeye talip yok!
Behey Talip! Sen neye talipsin? İnsan bir kıza bile
talip olunca, elinde çikolatayla, çiçekle istemeye
gidiyor. Ya sen, Hakk’a elin boş mu gidiyorsun? Kelleyi
koltuğa koymadan nereye gidiyormuşsun? Sen ki şuna buna
değil, “Hakk’a talibim” diyorsun, “sırra talibim”
diyorsun… Başını vermeyene sır verilir mi? O sana
sırrını verse sen O’na ne vereceksin? Sen O’na kendini
vermezsen O sana sırrını verir mi? Sen O’na kendini
vermeden O sana sırrını verse, bütün âlem duyar, ortada
sır kalmaz!...
Ölmeden önce ölünüz, vesselâm!
Ölünün iradesi olur mu? Ölü ağzını açıp konuşur mu?
Sırları ifşa edebilir mi ölü? Öyleyse, kim ölüdür, o “el-emîn”dir.
“Bilen söylemez, söyleyen bilmez!”, vesselâm.
“Ser verdi, sır vermedi Server Baba”. Sende sen
duruyorsa senden söyleyen, görüp, işiten O değil,
nefsindir! Senden O’nun söylemesi demek senin iradenin
olmaması demektir. İki kişi varsa, kavga vardır. Biri
diğerine galip gelir ve onun dediği olur. Zayıf olan
güçlenince tekrar kavgaya başlar ve bu böyle sürer
gider. Bu yüzden nefisle cihad edilir. Bu yüzden bu
cengin gayesi ölmektir. Cihadla umulan rıza ve
teslimiyet hâli ikiyi teke düşürür. Erenler,
aldıklarıyla, bildikleriyle değil, verdikleriyle,
teslimiyetle erdiler; ermeyenler, bilmedikleri için
değil, vermedikleri için, teslim olmadıkları için
ermediler. Teslim olmadıysan, “iki” teke düşmediyse, bil
ki: “iki kişinin bildiği sır değildir!”
Bildiklerin herkesin bildiğidir.
Hep i'tibarı
atmışam, aşıldığa el katmışam
Ben nefsi dosta satmışam, bu düşmenanı neylerem
Erzurumlu
İbrahim Hakkı Hz.
Hâl
böyle olunca, “mürşidler gününde” müridin mürşidine en
büyük armağanı hevâsıdır, arzularıdır. Bir kutu
baklava değildir! Mürid, ne vakit mürşidine arzularını
getirmiştir, o vakit gerçekten mürşide gelmiştir,
mürşide bağlanmıştır. Hem de özünden özüne olarak,
özünde bularak. Özünde bulmasa kimse kimseye getirip
nefsini vermez. Nefis dediğimiz bir kutu baklava
değildir ama baklava yeme isteğidir; arzudur, iradedir
ve terk edilmesi gerekir. Artık o “mürşidler günü”, aynı
zamanda “müridler günü”dür. Çünkü mürid mürşid Cem
OLmuştur. Müridin kurban bayramıdır. Çok kan akmıştır
ama sürüler içinde “Sürmeli” koyunun boynu da, en
sonunda, önüne düşmüştür. İllâhû.
“Her
kim Ulu'l-Emr'e
itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde
Allah'ın huzuruna lehinde hiç bir delili olmadığı halde
kavuşur. Kim de boynunda (halifeye) beyat olmadığı halde
ölürse cahiliye ölümüyle ölmüş olur.”
Hadis-i Şerif
Ayn’ü
‘Şin’ü Kaf’a düşdi gönlümüz
San ki küh-i kaf’a düşdi gönlümüz
Yâr-i pür-eltâfa düşdi gönlümüz
Sanmanuz kim lâfa düşdi gönlümüz
Nesimî
Rahmet, Şefaat, Himmet Bir OLa…
Hû!
Okuma:
http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=66
"Her
ilim dalında otorite mefhumu vardır. Siz bilgide otorite
kabul etmiyorsanız epistemolojik anarşistsiniz demektir.
Aslında bu en sonunda otorite benim sonucuna çıkarır ki
bu da demonik bir tavırdır. Şeytan'ın Allah'ı kabul
etmediği için şeytan olduğunu zannetmeyiniz.
Şeytan ateist
değildir, tanrıtanımaz değildir. Şeytan İnsanî otoriteyi
kabul etmediği için lânete düçâr olmuştur.
İnsân-ı kâmil'in otoritesi önünde acziyeti itirâf bu
yolun başıdır. Bilmeyene öğretirler, ağlayana emzik
verirler ama "ben biliyorum" diyene kimse yardımcı
olamaz." |