İmam Rabbani'den -2
V. Korhan Koral
 

Rabbani, 31. Mektuptan:

"Muhterem yavrum! Bu fakir, çocukluğumdan beri, Vahdet-i vücuda inanmaktaydım. Babam da buna inandığını, her zaman bildirirdi. Mubarek kalbi, Vahdet-i vücuddan ve her şeyden uzak olan, hiçbir suretle varılmayan varlığa doğru olduğu halde, bu itikaddan hiç ayrılmamıştı. Alimin oğlu da yarı alim demektir sözü gereğince, bu fakrin bu bilgiden büyük payı olmuştu. Çok lezzetler almıştım. Fakat, Allah sonsuz ihsanı ile, büyük rehber, hakikatlerin, marifetlerin kaynağı, İslam dininin hamisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna kavuşturucu, Muhammed Baki hazretlerine kavuşturdu."

(Dikkat edelim ki Rabbani, hocam diyor; mürşidim değil. Zira Mürşid, bizatihi vahydir, ilimdir. Hocalar bunu anladıklarınca ve ellerinden geldiğince açıklayanlardır. Yoluna köle olunanlar değildir. Zira, vahyin bildirdiğine kul olmaya çalışan, hiçbir şeye köle olamaz)

….

"Bu marifetlere o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, Vahdet-i vücud hali her şeyi unutturdu. Bu bilgilerin sarhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzuruna arz ettiğim mektuplarımda, bu sarhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır. Uzun zaman bu halde kaldım, seneler geçti. Nihayet Cenab-ı Hakk’ın sonsuz lütuf ve inayeti ansızın imdadıma yetişip, anlaşılmaz olan cemalden perdeler birden bire kaldırıldı. Sanki seller, felaketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir anda sıyrılıp mavi sema açıldı. Güneş her yeri aydınlattı. Önceden olan, Vahdet-i vücud, ittihat, Allahü Teala’nın her şeyle birleşmiş, beraber görünmesi gayb oldu. Alahü Teala’nın her yeri kaplaması, doldurması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü gitti. İyice anladım ki Yaradan'ın yarattıklarıyla hiçbir benzerliği, hiçbir bağlılığı yoktur. İhata, kurb gibi şeyler, Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdiği gibi, hep Allahü teala’nın ilmi içindir. Kendisi için değildir."

(Açıktır ki, Vahdet-i vücud, aslolan Vahdet'i şuhud'a ulaşmadaki bir sekr mertebesidir. Zira Vücud'la bir olunmaz, ancak Vücud'a şahid olunur, elden geldiğince bilinir, yolunda gidilir, kulluğuna layık olmaya çalışılır. İzafi varlığın, kendi varlığının Mutlak Varlığın bir hayali, bir ilmi sureti olduğunu bilmesidir Şuhud mertebesi. Bunun için Mutlak Varlığın bir unsuru olduğu zannına yani Vahdet-i vücuda ulaşıp bu sekr halini geçmesi de şart değildir. Ancak, elbette mizaca göredir. "Allah kullarını dilediği gibi evirip çevirendir. Sonunda O'na döndürülmeleri" de yine O'nun dileğiyle olacaktır. Zira kul, kendini asla yok edemez. İntihar o nedenle en büyük günahlardan değil midir? O'nu yokluğuna döndürecek olan, ancak ve ancak O'nu var kılandır. Allah'ın bunu dilemesinden sonra da, ne kul kalır ne de benliği. Çabalarının Vücud'la bir olmak değil, Vücud'a şahit olmak ve bu şehadette yok olmak olduğunu, benliğini şehid etmek olduğunu bilen Öze erenlerin kendi çabalarıyla ve eğer gelirse, Allah'ın takdiriyle yokluklarını tatmaları, Fenafillah'tan Bekabillah'a ulaşmaları, eğer zan değilse, kesikli bir yok oluş, bilinç kaybına benzer bir hal olabilir. Ancak, dönüşte kalan, yüce his elbet her şeyden üstün olsa gerektir. Ama bunu biz ne bilebilir, ne de mürşidimizi buna göre seçebiliriz. Zira bu durum mürşidin kendi zannı olmasa bile, Allah kulluğu için böyle bir şeye ne gerek vardır ne de kulla Allah arasına herhangi bir iradeyi sokmak mübahtır.)

"Allahü Teala hiçbir şeyle birleşmiş değildir. O, O'dur; mahluklar, mahluktur. O, biçundur, erişilemez, anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlaşılabilinen şeylerdir. Anlaşılamayan, anlaşılan gibi olamaz. Vacib, mümkin gibidir denemez. Kadim olan, hadis olana benzemez. Yokluğu mümkin olmayan, yok olabilen gibi değildir. Hakikatler değişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki, şeyh Muhiddin-i Arabi ve onun yolunda giden büyükler, (onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan cahiller değil) "Allahü Teala, hiçbir suretle anlaşılamaz. Hiçbir şeye benzemez" dedikleri halde, Zat-iİlahi, her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır, her şeye yakindir, her şeyle beraberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehli sünnet alimlerinin bildirdiğidir. Yakin olan, ihata eden, Allahü tealanın kendisi değil, ilmidir."

(İşte teşbihte tenzihi ve/veya tenzihte teşbihi tevhid eden has din İslam'ın en temel özeti: Yakin olan, Allah'ın ilmidir. Bu düsturu temel alanın ulaştığı yakin, elbette ancak şahitlik olacaktır. O yakin, Vahdet-i şuhud halidir.)

"Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilmler, marifetler hâsıl olduğu zemân, çok üzülmüşdüm. Çünki, Vahdet-i vücûd marifetlerinden dahâ üstün şeyler bulunacağını bilmiyordum. Bu marifetlerin yok olmaması için yalvarıyor, çok duâ ediyordum. Fekat, perdeler, temâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki, âlemler, mahlûklar, Sıfât-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tevhîd-i vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler, gösterenin kendi değildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin kendisi değildir. Sözümüzü bir misâl ile dahâ açıklıyalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek için, harfleri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açığa çıkarır. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fekat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır, bilgilerin kendisidir veyâ bu bilgilerin kendilerini kaplamışdır veyâ bunların kendilerine yakîndir veyâ bilgilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bilgileri meydâna çıkaran işâretlerdir. Bilgilere delâlet etmekden, belli etmekden başka, birşey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği yokdur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatda, böyle şeyler yokdur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasında görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi bağlılık olduğundan, bazı kimselerin vehminde, bu bağlılıkdan, birleşmek, berâberlik gibi şeyler doğuyor. Hakîkatde bunların hiçbiri yokdur.

İşte, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmekden, belli etmek ve belli olmakdan başka, hiçbir bağlılık yokdur. Mahlûkların her biri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmetdir. Onun isimlerinin, sıfatlarının büyüklüğünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcık bağlılık bazı kimselerin hayâlinde büyüyerek, bazı şeyler söylemelerine sebeb olmakdadır. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerleşiyor. Bazıları da kelime-i tevhîdin manâsını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düşüyor. Bunların her ikisi de, ilm ile hâsıl oluyor. Hâl ile ilgileri yokdur. Bazıları da, aşırı sevgi ile, bu hâle düşüyor. Allahü Teâlâ’dan başka, hiçbir şeyin varlığını görmiyorlar. Bunların böyle görmesi, her şeyin yok olmasına sebeb olmaz. Çünki, hissimiz, aklımız ve İslâmiyyet, her şeyin var olduğunu bildirmekdedir. Bu sevginin taşkınlığı zemânında, bazan, Allahü teâlânın kendisi ihâta etmiş, kendisi yakîndır sanıyorlar. Sevgi ile hâsıl olan tevhîd, önce bildirdiğimiz iki tevhîdden dahâ yüksek olup, hâl ile hâsıl olmakdadır. Fekat, bu da yanlışdır. İslâmiyyet’e uygun değildir. Bunu, islâmiyyet’e uydurmağa kalkışmak, boşuna uğraşmakdır.

Tasavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden bazısının, bu mahlûklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yokdur ki, mahlûklarda görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekânın dışında aramalıdır. Âfâkda ve enfüsde, yanî insanın dışında ve kendisinde görülen her şey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Nakşibend kaddesallahü teâlâ sirreh buyurdu ki, (Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir).

Süâl: Nakşibendiyye ve diğer tasavvuf büyükleri 'rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în', vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma'ıyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?

Cevâb: Bunları, tesavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu makâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmışdım.

Süâl: Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara yakın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?

Cevâb: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünki, aynada sûretini görmemişdir. Çünki, aynada sûret, şekl yokdur ki görsün. Fekat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü mazûr görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebeb, başkasını taklîd etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına sened olamaz ise de, ilhâm olunan zât için, kıymeti inkâr olunamaz."

(İşte tüm mesele buradadır. Başka bir idrağin idrağini bilemeyiz. Bu mümkün değildir. Öyleyse başka bir idraği mürşid kabul etmek baştan ateşle oynamaktır. O nedenle Hakiki Mürşid İlimdir. O nedenle Allah'la kul arasına hiçbir şey sokulmaz.)

"İkinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşde müşterek olan cihetler de vardır."

(Dikkat edelim bu müştereklik sadece görünüşte, yani zandadır. Elbette tüm sıfatların kaynağı Zat olduğuna göre, Alemlerle Allah arasında müştereklik vardır, ancak bu müşterekler, sadece Alemlerin İlmi suretler olması şeklindedir. Zira tüm sıfatlar Kemal halde O'nda var iken, ve O'nun ortağı olamayacağına göre, Esma aleminin berisindeki Melekut alemi dahil hiçbir alemde hiçbir sıfat tam, Kemal hal üzre değilken, herhangi bir sıfatın eksik hali, onun Kemal halinin bir ispatı ve göstergesi olsa da asla bir benzeri ya da unsuru olamaz.)

"Allahü Teâlâ’nın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebeb olan noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor. Zât-ı ilâhînin yakîn olması, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söylemişlerdir, vesselâm."

(Allah razıolsun ey seçkin ruh. Ey insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük beyni.)

(Ancak bu gördüklerinin başka idrakler açısından elbette zandan öte bir değeri yoktur ve olmamalıdır. Eğer yanlış sekr üzereyseler kendi hüsnü niyetleri ve bu yoldaki çabaları onları kurtaracaktır; ancak peşinden gidenler Allah'ın bildirmesine rağmen kulluklarını başka iradelere teslim etmiş olduklarından, sorumluluklarını yerine getirmemenin karşılığını elbette bulacaklardır. Zira herkesin dininin kendine olması da aslında budur.)

Rabbani'nin ortaya koyduğu sarsılmaz gerçekler üzerine, yapmaya çalıştığımız gibi kısa açıklamalar yapmaktan başka bir şey söylemeye gerek yoktur. Zira çok açık ve keskin bir şekilde söylenmesi gerekenleri söylemiştir. Elbette Rabbani'yi herkes kendine göre yorumlayacak ya da tevil edecektir. Bu da doğaldır. Biz zanla değil, Mutlak mantıkla, dolayısıyla Mutlak felsefeyle yani Asıl İlim'le, çürütülemez gerçeklere, Vahy'e, Din-i İslam'a dayanarak bu görüşleri söyleme cüreti gösterdiğimizi düşünüyoruz. Aksi görüşler de aynı düsturlara dayanarak ortaya konabilmelidir. Zan ve vehimle değil.

 

 
 
V. Korhan Koral
Samsun - 14.01.2009
http://www.korhankoral.com
korhan@korhankoral.com

korhankoral@gmail.com

http://sufizmveinsan.com