Rabbani, 31. Mektuptan:
"Muhterem yavrum! Bu fakir, çocukluğumdan beri, Vahdet-i
vücuda inanmaktaydım. Babam da buna inandığını, her
zaman bildirirdi. Mubarek kalbi,
Vahdet-i
vücuddan ve her şeyden uzak olan, hiçbir suretle
varılmayan varlığa doğru olduğu halde, bu
itikaddan hiç ayrılmamıştı. Alimin oğlu da yarı alim
demektir sözü gereğince, bu fakrin bu bilgiden büyük
payı olmuştu. Çok lezzetler almıştım. Fakat, Allah
sonsuz ihsanı ile, büyük rehber, hakikatlerin,
marifetlerin kaynağı, İslam dininin hamisi, hocam,
önderim, kurtuluş yoluna kavuşturucu, Muhammed Baki
hazretlerine kavuşturdu."
(Dikkat edelim ki Rabbani, hocam diyor; mürşidim değil.
Zira Mürşid, bizatihi vahydir, ilimdir. Hocalar bunu
anladıklarınca ve ellerinden geldiğince açıklayanlardır.
Yoluna köle olunanlar değildir. Zira, vahyin
bildirdiğine kul olmaya çalışan, hiçbir şeye köle
olamaz)
….
"Bu marifetlere o kadar daldım, o kadar kapıldım ki,
Vahdet-i vücud hali her şeyi unutturdu. Bu bilgilerin
sarhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzuruna arz
ettiğim mektuplarımda, bu sarhoşluğumun derecesini
gösteren çılgınca yazılarım vardır. Uzun zaman bu halde
kaldım, seneler geçti. Nihayet Cenab-ı Hakk’ın sonsuz
lütuf ve inayeti ansızın imdadıma yetişip, anlaşılmaz
olan cemalden perdeler birden bire kaldırıldı. Sanki
seller, felaketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir
anda sıyrılıp mavi sema açıldı. Güneş her yeri
aydınlattı. Önceden olan, Vahdet-i vücud, ittihat,
Allahü Teala’nın her şeyle birleşmiş, beraber görünmesi
gayb oldu. Alahü Teala’nın her yeri kaplaması,
doldurması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü gitti.
İyice anladım ki Yaradan'ın yarattıklarıyla hiçbir
benzerliği, hiçbir bağlılığı yoktur.
İhata, kurb gibi
şeyler, Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdiği gibi, hep
Allahü teala’nın ilmi içindir. Kendisi için değildir."
(Açıktır ki, Vahdet-i vücud, aslolan Vahdet'i şuhud'a
ulaşmadaki bir sekr mertebesidir. Zira Vücud'la bir
olunmaz, ancak Vücud'a şahid olunur, elden geldiğince
bilinir, yolunda gidilir, kulluğuna layık olmaya
çalışılır. İzafi varlığın, kendi varlığının Mutlak
Varlığın bir hayali, bir ilmi sureti olduğunu bilmesidir
Şuhud mertebesi. Bunun için Mutlak Varlığın bir unsuru
olduğu zannına yani Vahdet-i vücuda ulaşıp bu sekr
halini geçmesi de şart değildir. Ancak, elbette mizaca
göredir. "Allah kullarını dilediği gibi evirip
çevirendir. Sonunda O'na döndürülmeleri" de
yine O'nun dileğiyle olacaktır. Zira kul, kendini asla
yok edemez. İntihar o nedenle en büyük günahlardan değil
midir? O'nu yokluğuna döndürecek olan, ancak ve ancak
O'nu var kılandır. Allah'ın bunu dilemesinden sonra da,
ne kul kalır ne de benliği. Çabalarının Vücud'la bir
olmak değil, Vücud'a şahit olmak ve bu şehadette yok
olmak olduğunu, benliğini şehid etmek olduğunu bilen Öze
erenlerin kendi çabalarıyla ve eğer gelirse, Allah'ın
takdiriyle yokluklarını tatmaları, Fenafillah'tan
Bekabillah'a ulaşmaları, eğer zan değilse, kesikli bir
yok oluş, bilinç kaybına benzer bir hal olabilir. Ancak,
dönüşte kalan, yüce his elbet her şeyden üstün olsa
gerektir. Ama bunu biz ne bilebilir, ne de mürşidimizi
buna göre seçebiliriz. Zira bu durum mürşidin kendi
zannı olmasa bile, Allah kulluğu için böyle bir şeye ne
gerek vardır ne de kulla Allah arasına herhangi bir
iradeyi sokmak mübahtır.)
"Allahü Teala hiçbir şeyle birleşmiş değildir. O, O'dur;
mahluklar, mahluktur. O, biçundur, erişilemez,
anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bütün âlem ise, his olunan,
anlaşılabilinen şeylerdir. Anlaşılamayan, anlaşılan gibi
olamaz. Vacib, mümkin gibidir denemez. Kadim olan, hadis
olana benzemez. Yokluğu mümkin olmayan, yok olabilen
gibi değildir. Hakikatler değişemez. Birisi için olan,
öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki,
şeyh Muhiddin-i Arabi ve onun yolunda giden büyükler,
(onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen,
yazan cahiller değil) "Allahü Teala, hiçbir suretle
anlaşılamaz. Hiçbir şeye benzemez" dedikleri halde, Zat-iİlahi,
her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır, her şeye yakindir,
her şeyle beraberdir diyorlar.
Bunun doğrusu,
Ehli sünnet alimlerinin bildirdiğidir.
Yakin olan,
ihata eden, Allahü tealanın kendisi değil, ilmidir."
(İşte teşbihte tenzihi ve/veya tenzihte teşbihi tevhid
eden has din İslam'ın en temel özeti: Yakin olan,
Allah'ın ilmidir. Bu düsturu temel alanın ulaştığı
yakin, elbette ancak şahitlik olacaktır. O yakin,
Vahdet-i şuhud halidir.)
"Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilmler,
marifetler hâsıl olduğu zemân, çok üzülmüşdüm. Çünki,
Vahdet-i vücûd marifetlerinden dahâ üstün şeyler
bulunacağını bilmiyordum. Bu marifetlerin yok olmaması
için yalvarıyor, çok duâ ediyordum. Fekat, perdeler,
temâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince,
anladım ki, âlemler, mahlûklar, Sıfât-ı ilâhiyyenin
aynaları ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tevhîd-i
vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler,
gösterenin kendi değildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin
kendisi değildir. Sözümüzü bir misâl ile dahâ
açıklıyalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek
için, harfleri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli
bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açığa çıkarır. Bu
harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir.
Fekat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır, bilgilerin
kendisidir veyâ bu bilgilerin kendilerini kaplamışdır
veyâ bunların kendilerine yakîndir veyâ bilgilerin
kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve
sesler, bu bilgileri meydâna çıkaran işâretlerdir.
Bilgilere delâlet etmekden, belli etmekden başka, birşey
denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği
yokdur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile
söylenebilir. Hakîkatda, böyle şeyler yokdur. Bu
bilgiler ile, harfler ve sesler arasında görünmek,
göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi bağlılık
olduğundan, bazı kimselerin vehminde, bu bağlılıkdan,
birleşmek, berâberlik gibi şeyler doğuyor. Hakîkatde
bunların hiçbiri yokdur.
İşte, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek
ve gösterilmekden, belli etmek ve belli olmakdan başka,
hiçbir bağlılık yokdur.
Mahlûkların her
biri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmetdir.
Onun isimlerinin, sıfatlarının büyüklüğünü bildiren,
birer ayna gibidir. Bu kadarcık bağlılık bazı kimselerin
hayâlinde büyüyerek, bazı şeyler söylemelerine sebeb
olmakdadır. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi
çok olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti,
hayâllerinde yerleşiyor. Bazıları da kelime-i tevhîdin
manâsını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle
düşüyor. Bunların her ikisi de, ilm ile hâsıl oluyor.
Hâl ile ilgileri yokdur. Bazıları da, aşırı sevgi ile,
bu hâle düşüyor. Allahü Teâlâ’dan başka, hiçbir şeyin
varlığını görmiyorlar. Bunların böyle görmesi, her şeyin
yok olmasına sebeb olmaz. Çünki, hissimiz, aklımız ve
İslâmiyyet, her şeyin var olduğunu bildirmekdedir. Bu
sevginin taşkınlığı zemânında, bazan, Allahü teâlânın
kendisi ihâta etmiş, kendisi yakîndır sanıyorlar. Sevgi
ile hâsıl olan tevhîd, önce bildirdiğimiz iki tevhîdden
dahâ yüksek olup, hâl ile hâsıl olmakdadır. Fekat, bu da
yanlışdır. İslâmiyyet’e uygun değildir. Bunu,
islâmiyyet’e uydurmağa kalkışmak, boşuna uğraşmakdır.
…
Tasavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden bazısının, bu
mahlûklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i
vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet) desinler,
Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yokdur ki, mahlûklarda
görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez.
Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak
lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekânın dışında
aramalıdır.
Âfâkda ve enfüsde, yanî insanın dışında ve kendisinde
görülen her şey O değildir. Onun alâmetleridir.
Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Nakşibend
kaddesallahü teâlâ sirreh buyurdu ki,
(Görülen,
işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ
ilâhe derken yok etmelidir).
Süâl:
Nakşibendiyye ve diğer tasavvuf büyükleri 'rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma'în', vahdet-i vücûd, ihâta, kurb,
ma'ıyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve
kesretde ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açıkça
söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevâb:
Bunları, tesavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir.
Sonra bu makâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakîr kendi
hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmışdım.
…
Süâl:
Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zât-i ilâhî,
mahlûklara yakın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü
teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri
yanlış olmaz mı?
Cevâb:
Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan
bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz
de, yerinde değildir. Çünki, aynada sûretini görmemişdir.
Çünki, aynada sûret, şekl yokdur ki görsün. Fekat bu
kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü mazûr
görürüz.
Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini
bildirmelerine sebeb, başkasını taklîd etmediklerinin
anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de,
inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını
söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına sened olamaz
ise de, ilhâm olunan zât için, kıymeti inkâr olunamaz."
(İşte tüm mesele buradadır. Başka bir idrağin idrağini
bilemeyiz. Bu mümkün değildir. Öyleyse başka bir idraği
mürşid kabul etmek baştan ateşle oynamaktır. O nedenle
Hakiki Mürşid İlimdir. O nedenle Allah'la kul arasına
hiçbir şey sokulmaz.)
"İkinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki şey
arasında, ortak olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar
vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her
bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşde müşterek olan
cihetler de vardır."
(Dikkat edelim bu müştereklik sadece görünüşte, yani
zandadır. Elbette tüm sıfatların kaynağı Zat olduğuna
göre, Alemlerle Allah arasında müştereklik vardır, ancak
bu müşterekler, sadece Alemlerin İlmi suretler olması
şeklindedir. Zira tüm sıfatlar Kemal halde O'nda var
iken, ve O'nun ortağı olamayacağına göre, Esma aleminin
berisindeki Melekut alemi dahil hiçbir alemde hiçbir
sıfat tam, Kemal hal üzre değilken, herhangi bir sıfatın
eksik hali, onun Kemal halinin bir ispatı ve göstergesi
olsa da asla bir benzeri ya da unsuru olamaz.)
"Allahü Teâlâ’nın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca,
ayrılığa sebeb olan noktalar, görünmeyip, müşterek
olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır
diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan
olmıyor. Zât-ı ilâhînin yakîn olması, ihâta etmesi için
olan sözleri de, böyle söylemişlerdir, vesselâm."
(Allah razıolsun ey seçkin ruh. Ey insanlık tarihinin
gelmiş geçmiş en büyük beyni.)
(Ancak bu gördüklerinin başka idrakler açısından elbette
zandan öte bir değeri yoktur ve olmamalıdır. Eğer yanlış
sekr üzereyseler kendi hüsnü niyetleri ve bu yoldaki
çabaları onları kurtaracaktır; ancak peşinden gidenler
Allah'ın bildirmesine rağmen kulluklarını başka
iradelere teslim etmiş olduklarından, sorumluluklarını
yerine getirmemenin karşılığını elbette bulacaklardır.
Zira herkesin dininin kendine olması da aslında budur.)
Rabbani'nin ortaya koyduğu sarsılmaz gerçekler üzerine,
yapmaya çalıştığımız gibi kısa açıklamalar yapmaktan
başka bir şey söylemeye gerek yoktur. Zira çok açık ve
keskin bir şekilde söylenmesi gerekenleri söylemiştir.
Elbette Rabbani'yi herkes kendine göre yorumlayacak ya
da tevil edecektir. Bu da doğaldır. Biz zanla değil,
Mutlak mantıkla, dolayısıyla Mutlak felsefeyle yani Asıl
İlim'le, çürütülemez gerçeklere, Vahy'e, Din-i İslam'a
dayanarak bu görüşleri söyleme cüreti gösterdiğimizi
düşünüyoruz. Aksi görüşler de aynı düsturlara dayanarak
ortaya konabilmelidir. Zan ve vehimle değil. |