06
Nisan 2009
En genel
anlamda tanrı inancı, kısaca, insanın kendinden üstün
bir güce inanması olarak tarif edilebilir. İnsanı böyle
düşünmeye iten birçok argüman varsa da bu yazının konusu
olmadığından onlara burada değinilmeyecektir! İnsan üst
kabul etmediğinde kendini en üst olarak görecek veya
kendisinin üst’ü olduğunu kabul etmek zorunda
kalacaktır. Üst’ü olduğunu kabul ettiği anda ise kendisi
aşağıda –alt konumunda- olacağından üst’ün tasarruf
edebilirliğini de böylece onaylamak zorundadır.
Mutasarrıf olmayan “üst” olmaz. Tasarruf edemeyen “alt”
veya en fazla “eşit” olabilir. Hatta daima eşitten en az
bir eksik olmak zorundadır.
Üst’ün
alt’ı kapsaması, üst’ün alt’ı hem de bilmesidir. Bu
biliş OLmakladır. Böyle olunca üst’ün her an alt ile
beraberliği ve üst’ten bakınca alt’a tenezzülü söz
konusudur. Alt’ı üst’ün içinde düşündüğümüzde “sadece
üst var” demek, “sadece üst’ü görmek” mümkündür - ki üst
olması ona kapsayıcılık kazandırdığına göre bu sav
yanlış olmasa gerektir ve ancak uzak gözlüğü ile tümel
bir bakıştır. Yakın gözlüğünü takınca, mertebelerden
bakınca alt yine alt’tır, üst de üst’tür!
İster
Allah’a inanmak olsun, ister tanrıya veya puta tapmak
olsun, inancın özü, hangi akli delillere dayanırsa
dayansın kişinin üst kabul edip etmemesiyle ilişkilidir.
Kabul edilen üst’ün nasıl tasavvur edildiği ancak üst
kabul edenin ilim ve kemalini ortaya koyacaktır.
İnsanlık
tarihi âdeta bir tek nefsin yolculuğu gibi. İnsanı bir
tek nefsten yaratan Allah, sülbten sülbe o nefsi
eğitmiş. Çokluktan bakınca birçok kavimler, ümmetler
gelmiş geçmiş. Teklikten bakınca; serüven, bir tek
nefsin serüveni. Üst oldukça, üst’e alt teşkil eden,
üst’ün kapsadığı mertebeler de olur; hiç bir zaman
kaybolmazlar. Dünyada her an ne arasanız bulmanız
böylece mümkündür. İnanç boyutundan baktığımızda da hem
puta tapıcılar, hem semavi dinlerin bildirdiği biçimde
inananlar ve diğerleri her devirde vardır. Her ilim ve
kemal derecesi her zaman vardır.
Kavminin,
Hz. Musa’ya: “sen gelmeden önce de sen geldikten sonra
da bizim başımız belâdan kurtulmadı” demeleri, ama
bunun, belânın sebebini kendi nefislerinden bilmemeleri
(bilecek nefs olgunluğunda olmamaları), nankörlükleri
sebebiyle Firavun’un yanına bir nevi pişmeye, çileye,
halvete gönderilmeleri; sonra Hz. Musa’nın Allah’ın
emriyle kavmini Firavun’dan istemesi, yine de altından
buzağı yapıp “nefsim bana hoş gösterdi” diyebilmeleri ve
en sonunda bunca eğitime rağmen tenzih makamında
kalmaları, “lânete düçar olmaları” çok
düşündürücüdür. Teşbihsiz tenzih ile yani “tanrı” inancı
ile insanın Allah’ı tanıması mümkün değildir. Lânet,
ayrılıktır. Tevhid ise birleştirmektir. Allah’ın bir
kavme peygamber göndermesi ise ne büyük rahmettir. Çünkü
insan enfüste ve âfâkta gösterilmesine rağmen nefsini
tanıyamamaktadır. Kendini tanıyabilmek için davete uymak
ve gönderilen üst’ü “üst” kabul etmek şarttır. Yoksa
“ayrılık” kaçınılmazdır. “Sus ve dinle!”
Nefsin
yolculuğunda semavi dinlerin de öncesine gidelim. Nemrud
Efendi’nin kavminde bir çoban olalım. Ya da ağa, paşa
olalım. Fark etmez. Çünkü çobandaki nefsle ağadaki nefs
aynıdır. Ham nefs daima kendi bildiğini yapmak
istediğinden kolay kolay efendi kabul etmez. Hele hele o
çağlarda görmediği efendiyi hiç kabul etmez! Beş
duyu kaydını aştığından değil, bu defa beş duyuya
kayıtlı olduğu için! Uçlar birbirine bu kadar da
yakındır! Şimdi, bu canının istediğini yapan “efendisiz”
nefs, nasıl üst/ efendi kabul edecek de, aşama aşama
kıvama gelip, en sonunda Allah’a kul olduğunu idrak
edecek ve Allah’ın emirlerine uyacak? Nefsin doğası
“efendi benim”dir. Bu yüzden ıslah edilmesi gerekir. Her
istediğini yapmak nefsin doğası olduğundan kendi kendini
ıslahı muhaldir. Öyleyse ona bir ıslah edici gereklidir.
Enfüsle âfâkı bir gören için bu ıslah edici aslında yine
kendisidir. Buradan bakınca, içerdeki o azgın nefs,
dışarda -ki adına ister nemrud densin, isterse firavun -
o kavimlere terbiyeci olmuştur. “Her kavim
kendilerine müstehak olan yöneticilerle yönetilir”***.
Onlar nefislerini bilmediklerinden efendilerini de
tanıyamamışlardır. “Nefsini bilen rabbını bilir”.
Nitekim, rab kelimesinin bir anlamı da efendidir.
Nefsini bilen için efendi ile köle aynıdır. Nefsini
bilmeyen, ayrılıkta olan ise sanır ki nefsinin değil de
Nemrud’un zulmüne uğramıştır. Böylelikle, “Allah onlara
zulmetmemiş fakat onlar kendi kendilerine
zulmetmişlerdir”. Açıktır ki başlarına şer diye gelenler
kendi nefislerindendir ve nefislerinin terbiyesi
içindir. Bu bakımdan da hayırdır. Kendi nefisleriyle
terbiye olurken tekamül etmeleri için gelen uyarıcılar
yine kendi aralarından çıkmıştır. “Her kavme uyarıcı
gönderdik”. Bu uyarıcılar gökten inmeyip, o kavmin
içinden bir nevi tekemmülle çıkmıştır. Kendi nefsini
enfüste ve âfâkta tanıyamayanlar onun tekemmül etmişini
hiç tanıyamamışlar ve bu yüzden uyarıcıyı çoğunlukla
delilikle suçlayıp, inkâr etmişlerdir. Ne ilginçtir ki
tanrılığını ilân eden Nemrud’a veya Firavun’a hem de
onca zulümlerine rağmen deli dememişlerdir! Allah, ins ü
cinni Kendisine kulluk etmeleri için yarattığından,
nefsine kulluk etmekte ısrar eden, yola gelmeyen, davete
uymayanlar, yani “efendisizler” gayet doğal olarak helâk
edilmişlerdir.
Meseleye
nefsin eğitim süreci olarak yaklaştığımızda, nefsin
eğitilmesi kolay bir iş olmadığından, aslında nefsin de
kendine zulmetmediğini, yaşanan sıkıntıların nefsin
olgunlaşması için doğal bir süreç olduğunu düşünmek
mümkündür. Bir çocuğun yürümeyi düşe kalka öğrenmesi ve
ancak yürüdükten sonra koşabilmesi gibi. Hal böyle
olunca, tanrılığını ilan eden veya kavmine “ben sizin
rabbınızım” diyen “efendilere” biz bugünkü
bildiklerimizle “amma da şaşkınlar” hatta “sapkınlar”
gözüyle bakabilmekteyiz. Elbette ki bizim bilinç
düzeyimizde ve bize bildirilenlerden sonra onların
yaptığını yapmak sapkınlık olur. Ancak, onların bilinç
seviyesinden baktığımızda “istikamet” üzere olduklarını
görürüz. En alt seviyedeki efendi kabul etmeyen, kendini
efendi görüp, bu efendiliğiyle de ancak barbarlık eden
nefse “efendi” kabul ettirmek âdeta sopa zoruyla olmuş
olmalıdır! Ve tenzih makamına da ancak ondan sonra, o
başını eğmeye başladıktan sonra gelinebilmiş olmalı. Biz
nefse, kendi mertebemizden değil de, en alt mertebeden
bakabildiğimizde, ortada nefsin eğitiminden, hem de
kendi kendisiyle eğitiminden başka bir şey
göremeyiz.
bir zamanlar benim
dinimden olmadığı için komşumu suçlardım.
ama şimdi kalbim bütün
biçimlere açık...
o artık ceylanlar için
bir çayır,
keşişler için bir
manastır,
puta tapıcı için bir
mabet,
hacı için bir kabe,
tevrat levhaları,
kur'an kitabıdır.
ben aşk dinini
vazediyorum.
ve hangi yöne yönelirse
yönelsin,
bu din benim dinim,
benim imanımdır.
M. Arabi
Fenafişşeyhi de buna göre düşünmek ve mürşide “Sen
bensin” demek lâzım galiba... Yoksa “ben senim” mi
demeli?! İnsan “efendi” diye karşısında kimi görüyorsa
o kendisidir. Bu açıdan firavuna tebaa olmakla mürşide
ihvan olmak arasında bir fark yoktur. Hepsi istikamet
üzere. Yeter ki insan “efendisiz” olmasın!
Doğrusunu
Allah bilir.
İllâhû.
“Müslüman,
puta tapmak nedir bilseydi dinin puta tapmaktan ibaret
olduğunu anlardı. Müşrik de putun hakikatini bilseydi
hiç dininde yol azıtır, sapık olur muydu? O, putu ancak
görünen bir suretten ibaret gördü de o sebeple şeriata
kafir oldu. Sen de onda gizli olan hakikati, onda Hak'kı
görmezsen sana da şeriatta müslüman demezler.”
M.
Şebüsteri
***
Dipnot:
Tasavvufta kadın nefs; erkek
ise ilk yaratılan ruh, akıl ve kalem’dir. Hz.
Peygamberin (sav) “Şayet ben
bir insanın başka bir insana
secde
etmesini emredecek olsaydım;
kadına,
kocasına secde
etmesini emrederdim” hadisini ve hatta “Ali
olmasaydı Fatıma’ya eş bulunamazdı” sözünü
bu minval üzere tefekkür
edebiliriz. |