İşbu vücud şehrinde, ‘portakal’ dedikleri...
Meryem Irmak
 

Mani evine daldık, vücuda seyran kıldık
İki cihan seyrini, cümle vücudda bulduk
Yedi gök yedi yeri, dağları denizleri
Cenneti cehennemi, cümle vücudda bulduk
***
Tevrat ile İncil’i, Furkan ile Zeburu
Bunlardan beyanı cümle vücudda bulduk
Yunus’un sözleri hak, cümlemiz dedik saddak
Kanda istersen anda Hak, cümle vücudda bulduk

Onu ilk gördüğümde yeni doğmuştu... Bakakalmıştım... Huuu... Bir mesafesi vardı ki, beni o uzaklığı cezbetti... Uzaklığının peşine düştüm. Sanki bir şey biliyor ama söylemiyordu. “Siz ne derseniz deyiniz / Benim bir gizli bildiğim var”1. Dünyanın bütün sırları ondaydı sanki. Mühürlü, açılmamış ağzı bir konuşsa... Neler anlatırdı, ama iki sene beklemek lazımdı...

Sıcak sıcak,  fırından yeni çıkmış ekmek gibiydi “yeni doğan”...

“Yeni doğmak”...  Bir enteresan iş... Şaşırtan, akla malzeme, kalbe sermaye iş...  Ölüm gelip çatınca hepsi bir köpük, hepsi “düş”. Öyleyse bu yeni doğan “buğu”dur...

Ve “Doğmak...”

Huuu...

Bu kelimeyi söylemek bile hoşuma gidiyor...

Şarkı gibi geliyor...

                                                           *

Bebeğimdi...

Ne kadar özeldi...

“Hoşgeldin sevgili hücrem!”

“Sana bakmanın biraz da kendime bakmak olduğu hiç aklıma gelmemişti o zamanlar... ‘Ben’i dışarda seyretmek, bir’ken iki olmak’.  Seni severken ‘ha sen, ha ben’ derim ya, cankuşum, nerden bu ayniyet?”

                                                           *

-Nerden geldin, ey yeni doğan?

Hâlâ aynı cevabı verir....

-Karnından...

Acaba?

- Daha daha nerelerdeydin? Karnım yolculuğun sonuydu...

***

Yıllar önceydi… Ortaokul sıralarında, bir arkadaşımla konuşuyorduk... Ne konuşuyorduk, mevzu neydi hatırlamıyorum... Arkadaşım anlattığı konu ile ilgili olarak, benim o zamanlar  henüz dünyada olmadığımı nükteli bir biçimde ifade sadedinde şu cümleyi kullanmıştı (muhtemelen cümleyi babasından veya İsmail Eniştesinden duymuştu ama bana gülerek kendi malıymış edasıyla satmıştı!):

-Ohooo....  Şekerim, sen o zamanlar babanın yediği portakalın çekirdeğindeydin...!

-Pardon!...

İlk defa böyle bir söz duymuş, portakal, babam ve BEN üçlüsü bir şey ifade etmemiş; açıkçası portakalı kendime konduramamış, aramızda bir ilişki kuramamıştım. Ne var ki yıllar sonra, taşları yerine oturtmaya çalışırken, bu sözün nedense hafızamdan silinmediğini fark edecektim. Sanki vakit gelmiş; uyuyan, uyanmıştı hafıza mağarasından... Nebiş’in şen kahkahası kulaklarımda çınladı:

“Ohooo....  Şekerim, sen o zamanlar babanın yediği portakalın çekirdeğindeydin! ...”

Âlem âdem âdem âlem olmadadır haşr-ü-neşr
Haşr ile neşr olmadan bir dem cihan bulmaz rehâ

                                                                       Hz Gaybi Sunullah Efendi

Ben daha önce portakalda olabilir miydim? Ne alâkası var? Âlem bende dürülü olsa da, ben nerde, portakal nerede? Portakal ağaçta yetişir. Ben ağaçta mı yetişiyorum? Ben nerde, portakal nerde? Fakat ben yiyorum portakalı... Yiyince portakal bende! Yemek? Yemekle dürmek arasında bir ilişki var mı, yoksa yemek, dürmeden, basit bir sindirim olayı mı? Kim kimi sindiriyor? Sindirince ne oluyor? Ben oluyor. Ne oluyor?

Nebiye işte... Attı bir espri ortaya... Böyle duyulmadık laflar ondan çıkardı...

Ya ondan önce? Portakaldan önce?

Ben üç yüz sene önce nerdeydim? Âlemi ervahta sıramı mı bekliyordum? Bu sırada büyük büyük dedelerim portakal mı yiyorlardı ağaç tepelerinde? Ne diye? Ne diye yiyorlardı portakalı, sindirmek için mi? Portakalla akrabalık? Cümle eşya insanı tanıdığına göre nerden ve nasıl oluyor bu tanışıklık? Kendimi aramaya nerden başlayayım? Ben OLmaya nerden başladım? OL’dan sonra ne oldu? Başımı arıyorum, en başımı; başımın başını....

“Evveli Hû, Âhiri Hû, Yâ Hû, İllâhû olam...”

Yunus

                                                                  ***

-Evet bebeğim... En taze sensin... Geldiğin âleme yakınsın. Biz unuttuk nerden geldiğimizi, ne yollardan geçtiğimizi. Canımızı eskittik... Söyle bakalım sen şimdi: Nerdeydin? Nerden geldin?

“Can illerinden gelmişem fani mekânı neylerem”

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.

                                                                  ***

Oğlumu çok seviyorum. “Çocuk kokusu, cennet kokusudur”2. İçi öyle kocaman ki, nasıl sığıyor küçücük dışına? Dışı içine sığar da, içi dışına nasıl sığmış? Bütün içi dışına çıksa, iki dünya yetmez!... Ucunu gösterse içinin, portakal bahçeleri dolar taşar da, ağaçlara yer kalmaz!

Onu salt oğlum olduğu için sevmiyorum! Onu çok temiz, tevekküllü ve acılı olduğu için seviyorum. Acıyı taşıyabilmesine, itirazsız haline, kabul edişine gıpta ediyorum.

“Selam olsun ona, doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün” (Meryem-15)

Acıyı göğsünde ağırlayıp, kim bu kadar yumuşacık kalabilir? Toprak, reddetmeyen toprak âdetâ, humuslu toprak! Allah’ın hilmi üzerine olsun; doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak kaldırılacağı gün!

İnsanı sertleştirip dimdik ayakta tutabilir acı...  Taş gibi, kaya gibi, dağ gibi yapabilir...

Ama bulut gibi, bembeyaz pamuk gibi, mentol gibi, şeker gibi yapar mı acı?

Ve hâlâ yumuşak, fakat devrilmeden, ayakta, hem de dik... Nasıl durulur?

Yumuşak nasıl dik olunur?

Ey oğul!

Dök sırlarını...

Dipnotlar:

1Turgut Uyar

2Hadis-i Şerif

 

 

 
 
İstanbul - 16.09.2008
meryemirmak@gmail.com
http://sufizmveinsan.com