Onu ilk
gördüğümde yeni doğmuştu... Bakakalmıştım... Huuu... Bir
mesafesi vardı ki, beni o uzaklığı cezbetti...
Uzaklığının peşine düştüm. Sanki bir şey biliyor ama
söylemiyordu. “Siz ne derseniz deyiniz / Benim bir gizli
bildiğim var”1. Dünyanın bütün sırları
ondaydı sanki. Mühürlü, açılmamış ağzı bir konuşsa...
Neler anlatırdı, ama iki sene beklemek lazımdı...
Sıcak
sıcak, fırından yeni çıkmış ekmek gibiydi “yeni
doğan”...
“Yeni
doğmak”... Bir enteresan iş... Şaşırtan, akla malzeme,
kalbe sermaye iş... Ölüm gelip çatınca hepsi bir köpük,
hepsi “düş”. Öyleyse bu yeni doğan “buğu”dur...
Ve
“Doğmak...”
Huuu...
Bu kelimeyi
söylemek bile hoşuma gidiyor...
Şarkı gibi
geliyor...
*
Bebeğimdi...
Ne kadar
özeldi...
“Hoşgeldin
sevgili hücrem!”
“Sana
bakmanın biraz da kendime bakmak olduğu hiç aklıma
gelmemişti o zamanlar... ‘Ben’i dışarda seyretmek,
bir’ken iki olmak’. Seni severken ‘ha sen, ha ben’
derim ya, cankuşum, nerden bu ayniyet?”
*
-Nerden
geldin, ey yeni doğan?
Hâlâ aynı
cevabı verir....
-Karnından...
Acaba?
- Daha daha
nerelerdeydin? Karnım yolculuğun sonuydu...
***
Yıllar
önceydi… Ortaokul sıralarında, bir arkadaşımla
konuşuyorduk... Ne konuşuyorduk, mevzu neydi
hatırlamıyorum... Arkadaşım anlattığı konu ile ilgili
olarak, benim o zamanlar henüz dünyada olmadığımı
nükteli bir biçimde ifade sadedinde şu cümleyi
kullanmıştı (muhtemelen cümleyi babasından veya İsmail
Eniştesinden duymuştu ama bana gülerek kendi malıymış
edasıyla satmıştı!):
-Ohooo....
Şekerim, sen o zamanlar babanın yediği portakalın
çekirdeğindeydin...!
-Pardon!...
İlk defa
böyle bir söz duymuş, portakal, babam ve BEN üçlüsü bir
şey ifade etmemiş; açıkçası portakalı kendime
konduramamış, aramızda bir ilişki kuramamıştım. Ne var
ki yıllar sonra, taşları yerine oturtmaya çalışırken, bu
sözün nedense hafızamdan silinmediğini fark edecektim.
Sanki vakit gelmiş; uyuyan, uyanmıştı hafıza
mağarasından... Nebiş’in şen kahkahası kulaklarımda
çınladı:
“Ohooo....
Şekerim, sen o zamanlar babanın yediği portakalın
çekirdeğindeydin! ...”
Âlem âdem âdem âlem
olmadadır
haşr-ü-neşr
Haşr ile neşr
olmadan bir dem cihan bulmaz rehâ
Hz Gaybi Sunullah Efendi
Ben daha
önce portakalda olabilir miydim? Ne alâkası var? Âlem
bende dürülü olsa da, ben nerde, portakal nerede?
Portakal ağaçta yetişir. Ben ağaçta mı yetişiyorum? Ben
nerde, portakal nerde? Fakat ben yiyorum portakalı...
Yiyince portakal bende! Yemek? Yemekle dürmek
arasında bir ilişki var mı, yoksa yemek, dürmeden,
basit bir sindirim olayı mı? Kim kimi sindiriyor?
Sindirince ne oluyor? Ben oluyor. Ne oluyor?
Nebiye
işte... Attı bir espri ortaya... Böyle duyulmadık laflar
ondan çıkardı...
Ya ondan
önce? Portakaldan önce?
Ben üç yüz
sene önce nerdeydim? Âlemi ervahta sıramı mı
bekliyordum? Bu sırada büyük büyük dedelerim portakal mı
yiyorlardı ağaç tepelerinde? Ne diye? Ne diye yiyorlardı
portakalı, sindirmek için mi? Portakalla akrabalık?
Cümle eşya insanı tanıdığına göre nerden ve nasıl oluyor
bu tanışıklık? Kendimi aramaya nerden başlayayım? Ben
OLmaya nerden başladım? OL’dan sonra ne oldu? Başımı
arıyorum, en başımı; başımın başını....
“Evveli
Hû, Âhiri Hû, Yâ Hû, İllâhû olam...”
Yunus
***
-Evet
bebeğim... En taze sensin... Geldiğin âleme yakınsın.
Biz unuttuk nerden geldiğimizi, ne yollardan
geçtiğimizi. Canımızı eskittik... Söyle bakalım sen
şimdi: Nerdeydin? Nerden geldin?
“Can
illerinden gelmişem fani mekânı neylerem”
Erzurumlu
İbrahim Hakkı Hz.
***
Oğlumu çok
seviyorum. “Çocuk kokusu, cennet kokusudur”2.
İçi öyle kocaman ki, nasıl sığıyor küçücük dışına? Dışı
içine sığar da, içi dışına nasıl sığmış? Bütün içi
dışına çıksa, iki dünya yetmez!... Ucunu gösterse
içinin, portakal bahçeleri dolar taşar da, ağaçlara yer
kalmaz!
Onu salt
oğlum olduğu için sevmiyorum! Onu çok temiz, tevekküllü
ve acılı olduğu için seviyorum. Acıyı taşıyabilmesine,
itirazsız haline, kabul edişine gıpta ediyorum.
“Selam
olsun ona, doğduğu gün, öleceği gün ve diri olarak
kaldırılacağı gün” (Meryem-15)
Acıyı
göğsünde ağırlayıp, kim bu kadar yumuşacık kalabilir?
Toprak, reddetmeyen toprak âdetâ, humuslu toprak!
Allah’ın hilmi üzerine olsun; doğduğu gün, öleceği gün
ve diri olarak kaldırılacağı gün!
İnsanı
sertleştirip dimdik ayakta tutabilir acı... Taş gibi,
kaya gibi, dağ gibi yapabilir...
Ama bulut
gibi, bembeyaz pamuk gibi, mentol gibi, şeker gibi yapar
mı acı?
Ve hâlâ
yumuşak, fakat devrilmeden, ayakta, hem de dik... Nasıl
durulur?
Yumuşak
nasıl dik olunur?
Ey oğul!
Dök
sırlarını...
Dipnotlar:
1Turgut
Uyar
2Hadis-i
Şerif |