| 
						
						27 
						Ekim 2009
 
						
						
						“Vücud ikliminin sultanısın 
						senEfendim 
						derdimin dermanısın sen
 Bu cism-ü 
						natüvanın canısın sen
 Efendim derdimin dermanısın sen...”
 
						
						
						Tasavvuf nedir, ne öğretir? 
						diye sorsalar “demdir, dem öğretir” derim, anladığım 
						kadarıyla.. 
						
						
						Dem nedir? dendiğinde 
						cevap: “Andır, şu andır; şimdi bulmak ve bulduğunla 
						OLmaktır.” 
						
						
						An kelimesi “mikro” ve bendeniz de “kör” sıfatında 
						olduğumdan, ânı açacak, makrolaştıracak, baş gözüme 
						gösterecek bir 
						
						büyüteç 
						kavrama ihtiyacım var: 
						
						
						“Bugün” 
						
						
						Herşeyi küçültüp 
						mikrolara, kuantlara inmek yerine, tersine, körlüğün 
						garipliğiyle herşeyi büyütmeyi seviyorum; bendeniz ancak 
						öyle anlayabiliyorum.. 
						Büyüteçsiz, yani misalsiz, mecazsız, metaforsuz 
						dolaşamıyorum tefekkür denizinde... Boğuluyorum... Hem, 
						gönül gözüm kör diye, baş gözümü niye mahrum edeyim 
						görmekten?! 
						
						
						Mikro anı görmek için, makro bugüne 
						ihtiyacım var 
						benim! Bunların hâli, dertop duran, “dem” olan tohum ile 
						dertopu parçalamış, açılıp saçılmış, zahir olmuş, dal 
						budak salmış ağacın hâli gibi... Tohum Fark’a gelmişse, 
						tohum ile ağacın farkı ne?!... 
						
						
						E, var aslında 
						bir 
						fark tabii! Adı üsünde: “Fark”. Fark’a gelince 
						fark’lı, fark’tan çıkınca fark’sız... 
						
						
						Fark’ı bilmeli 
						zaten insan... Onun için dünyaya, kesrete, çokluğa, 
						şehadete yani 
						
						fark’a 
						gönderilmişiz...  Marifet kesrette vahdeti 
						bulmak; vahdette vahdeti bulmak veya “kesreti 
						vahdetleştirmek” değil!  
						
						
						Evet, işe bugunden 
						başlamalıyım 
						ki gerekirse küçülte küçülte, bugünün içinde incele 
						büküle yola koyulayım, sonunda doğrulayım; iplik olup, 
						iğneden geçeyim.... 
						
						
						Öyleyse zorlaştırmamalı, 
						kolaylaştırmalı.. Teorilere batmamalı ve tabii gözünü 
						dört açmalı... “Tekrarı yok bunun!”.. Bir nefes almalı 
						sonra... Derince bir nefes! Ne demek nefes? “Hû” demek! 
						Dem demek, 
						
						ince ince 
						“ân” demek ve kabaca bugün demek! 
						 
						
						
						Şimdi demek! 
						
						
						Hemen! 
						
						
						El an kemâkan! 
						
						
						                                *** 
						
						
						                                                                       
						  * 
						
						
						Peki nasıl OLdu da 
						parçalandı tohum; bir nasıl 
						
						bin 
						oldu ve bir kaldı?! 
						
						
						Bilmem ki nasıl 
						oldu!... 
						
						
						Kimbilir, belki öfkelendi de ân’sızın 
						isyan etti, gitti... 
						
						
						Aya öfkelenmişim 
						ben,  
						
						
						İşte böyle kapkaranlık bir gece olmuşum. 
						 
						
						
						Padişaha kızmışım,
						 
						
						
						Çırılçıplak bir 
						yoksul olmuşum. 
						
						
						Güzeller sultanı 
						gel demiş,  
						
						
						Evine çağırmış 
						beni.  
						
						
						Ben bir yolunu bulmuşum,
						 
						
						
						Yola baş kaldırmışım. 
						
						
						Sevgilim baş çeker, 
						naz ederse,  
						
						
						Gamlara atar, kararsız 
						korsa beni,  
						
						
						Bir kez olsun ah demem, inad için.  
						
						
						Ah’a da kızmışım 
						ben. 
						
						
						Bir bakarsın 
						altınla aldatırlar beni.  
						
						
						Bir bakarsın şanla 
						şerefle aldatırlar beni.  
						
						
						Oysa altın falan 
						istemiş değilim ondan,  
						
						
						Şanla şerefe hele çoktan boş vermişim. 
						
						
						Ben bir demirim,  
						
						
						Mıknatıstan 
						kaçıyorum.  
						
						
						Bir saman çöpüyüm ben,  
						
						
						Mıknatıslara yan 
						çizmişim. 
						
						
						Ben öyle bir zerreyim ki,  
						
						
						Bütün âleme isyan etmişim.
						 
						
						
						Havaya, toprağa 
						isyan etmişim,  
						
						
						Ateşe, suya isyan 
						etmişim.  
						
						
						Altı yöne isyan 
						etmişim.  
						
						
						Beş duyuya isyan 
						etmişim. 
						
						
						Hava, toprak, ateş, 
						su da neymiş ki,  
						
						
						Altı yön de neymiş,
						 
						
						
						Beş duyu da ne.
						 
						
						
						Benim için hiç bir 
						şey umurumda değil. 
						
						
						Mevlâna Celaleddin Rûmi (k.s) 
						
						
						İnsana zavallı nisyanını hatırlatan bir isyan
						şiiri... 
						
						
						Yumuşacık... 
						
						
						Ben kimim? 
						
						
						Neyim? 
						
						
						Burası neresi? 
						
						
						Siz de kimsiniz?! 
						
						
						Nerdeyim ben? 
						
						
						Unutmasaydık, ah 
						unutmasaydık nerden geldiğimizi, o zaman bilirdik nerde 
						olduğumuzu ve dahi nereye gittiğimizi! Başı bunca derde 
						salan hep o unutkanlık değil mi?! 
						
						Eğer edecekse, 
						nisyana etmeli isyan en çok insan! Ve hatırlatan 
						derdine sımsıkı sarılmalı! 
						
						
						Hayatta şunu öğrendim,
						
						
						acizane: 
						“İnsan, 
						
						asla 
						kepçenin sapını kesmeye kalkmamalı.” 
						
						
						Bunu yapmak, yani kepçenin sapını 
						kusurlu addetmek 
						cehaletimizdendir. “Böyle de kepçe mi olurmuş? Şu 
						sapları  
						bir güzel kısaltalım da, tam elimize göre olsunlar, 
						sonra da afiyetle içelim çorbayı...” dememek lazımmış! 
						Bize göre aslında kısa saplı olması gereken kepçeler, 
						
						eğer ki önümüze uzun saplı olarak geldiyse, 
						sapları kesip, kısaltmaya çalışıp da eline 
						uydurmak yerine “bunlar elime uymadığına göre bunda bir 
						hikmet var!” demek lazımmış. “Acaba bana ne 
						öğretiliyor?” diye düşünmeli. Böylece, uzunluğu 
						lûtûftan 
						bilip, işin sonuna sabreden Hızır’a 
						talebe olur. Kepçeyi eline uyduran ise karnını yer 
						nimetleriyle doldurup, doyurur; ama gönlünü gök 
						nimetlerinden, yani hikmetten mahrum, aç bırakır. 
						Öyleyse, kepçenin sapını kesmek, 
						
						bir şeyi düzelttiğini 
						sanmak, 
						bindiği dalı, yani hikmeti kesmektir. Bu, tıpkı, 
						Mesnevi-i Şerifte geçen bir hikâyede “sana hiç iyi 
						bakmamışlar” diyerek doğan kuşunun tüylerini, 
						tırnaklarını kesen cahil kadının tutumudur. Cahil kadın 
						güzelim doğan kuşunun tüy ve tırnaklarını kesip de onu 
						“kuşa çevirerek” 
						
						sözüm ona, 
						güzelleştirmiştir. Oysa, uzun tüyleriyle, 
						
						o haliyle, 
						doğan kuşunun değerini bilmek, güzelliğini görmek 
						için 
						padişah 
						olmak gerek! 
						
						
						Öyleyse; selâm, gözü uykulardan uyandıran
						
						
						derde 
						olsun! 
						
						
						Çopur, çamur, ağrı, 
						sızı, kada ve belâ, her istenmeyen ve 
						
						tabii 
						uzun saplı kepçeler: 
						
						
						Merhaba! 
						
						
						Merhaba! 
						
						
						Devam edecek   
						
						
						*Mertebeler 
						
						
						*Zıtlarla Dostluk 
						
						
						*Beyin yahut Kalp 
						
						
						*Bilgi Nasıl Put 
						Olur?! 
						
						
						*Suyun Halleri 
						
						
						*Efendinin Hakikati 
						
						
						*İnsan ve Kainat 
						
						
						*Derdimin Dermanı 
						Efendim! 
						
						
						Müzik: 
						http://videoizle.video75.com/Z6T2GOPBV-b/vucud-ikliminin-sultani-s/ |