Kendini Tanı

Savaş Eren
 

Hoca, kendisini bir tatlı huzur içerisinde dinleyen cemaate vaaz ediyormuş. Diyormuş ki; “Allah şöyle büyüktür, böyle yücedir, çok güçlüdür, o kadar güç kudret sahibidir ki, yapamayacağı hiçbir şey yoktur” Camide cemaat arasında bulunan Bektaşî Babası çıkmış demiş ki; “ Vardır hoca, vardır. Allah’ ın yapamayacağı şey vardır. “Aman!” demişler; “n’ooluyor böyle, ne diyor bu adam, neler söylüyor” Ve hemen Bektaşînin üzerine çullanmışlar.

Hoca, “durun bakalım ey cemaat, bu adamcağız pek garip bir söz etti, açıklasın bakalım” demiş biraz da merakla. Bektaşî şöyle söylemiş; “ Dediğim gibi, Allah’ın yapamayacağı iş vardır. Beni mülkünün dışına atsın da görelim. Allah’ın mülkü-varlığı sınırsızdır. Dolayısıyla beni mülkünün dışına atamaz Allah

İzahı anlayamadıkları için kısa devre yapan cemaat, Bektaşi Babasını serbest bırakmışlar.

Türkiye’de bir çok dinî grup vardır. Bunlar bir görüş üzerinde pek zor birleşirler. Birinin ak dediğine diğeri kara der. Hal böyleyken, tüm bu cemaatlerin üzerinde hemfikir oldukları, baş tâcı ettikleri bir Kur’an Tefsiri vardır.

Kastettiğim, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an Tefsiridir. Ki bu tefsiri, Mustafa Kemal Atatürk, Hamdi Yazır’a hazırlatmış, memleketin dört bir yanındaki resmi makamlara bu eserin okunması talimatını vermiştir.

Bu tefsirde, Kur’an’ daki “İhlas Suresi’nin (Ahad suresi diye bilinir. Burada “Ahadiyet=Hiçlik=Mutlak Varlık” tarifi yapılır) nüzul/iniş sebebi olarak şu olay anlatılır:

Hz. Muhammed’ in yanına bir grup insan geliyor, “Ey Muhammed, biz şu tapınıp, durduğumuz ilahlarımızı bırakıp senin dinine girmeye geldik. Nasıl gireriz bu “YENİ” dine?” diye soruyorlar; O da, “La ilahe (ilahlar-tanrılar-tanrı kavramı yoktur) illallah (illa=ancak Allah (vardır) “ diyerek, bu görüşü/itikadı benimseyeceksiniz” dediğinde; “Ey Muhammed! Biz zaten tanrılarımızı terk ettik de geldik. Sen de bunu tekrarlıyorsun “la ilahe” diyerek..Burada problem yok. Peki, hem tanrılar yok (La ilehe) dedirtiyorsun, hem de peşinden “ancak Allah” (illallah ) şeklinde devam ediyorsun. Biz bunu anlayamadık, ilahlarımızı-tanrılık kavramını bize reddettiriyorsun, öyleyse peşinden “kabul ettirmeye/anlatmaya çalıştığın bu “ALLAH” nedir” derler.

Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım.

Dinin derinlikli yönü olan tasavvufta, “varlık” kavramı ve bunun tarifi, asıl, öz, ana konudur. “Benlik” kavramı, “vücud=varlık” kavramları hep aynı şeyi anlatır. Bu varlık, bölünmez parçalanmaz, sonu sınırı olmayan tek bir “mutlak varlık” tır.

Hz. Muhammed der ki; “ Kuran ile insan ikiz kardeştir” ve bu Kur’an şöyle bir uyarıda bulunur; “ Gördün mü şu kişileri, kendi heveslerini, düşüncelerini, zihinlerinde oluşturdukları şeyi ilah-tanrı edinmişler” Ve bu ilahlarına tapınıp duruyorlar.

Üzerinde yaşadığımız Dünya’dan, Güneş Sistemimize, oradan bizim Samanyolu Galaksisine ve buradan da tüm Evrene baktığımızda görüyoruz ve düşünebiliyoruz ki, bu kainatın bir sonu, sınırı yok. Ve, ne Dünya üzerinde ne de göklerde Evrenin herhangi bir yerinde bir tanrıya dayer yok. Göreceli bakmazsak eğer, yani beş duyumuzu referans almazsak, daha molekül altı atomik boyutta bu sistemler, yıldızlar, gezegenler dediğimiz lokalizasyonlar da mevcut değil. Nihayet, atom altı boyutta, tanecik ve dalga yapının dahi özünde/derûnunda, salt bir enerji söz konusu. Bu dalgalanmamış varlık denizi, tek-tümel bir yapı.

Abdülkerim Ciyli’nin, bu konuda şu şekilde bir açıklaması var; “ Varlık, bölünmez tekil bir yapıdır. Bu mutlak varlığın madalyonun iki yüzü diyebileceğimiz iki özelliği vardır:

1-) İlim-bilgi-bilinç

2-) Güç-kudret

Bu tekil yapı içerisinde-ne demekse içerisinde- gerek bir zerre, ya da herhangi bir nesne, bir hücre, bir bitki, hayvan ve nihayet insan; bunların her biri, ya da hepsi birden bir bilinç yapı ve de bedensel yapı olarak vardırlar. Belki de biz bu beş duyu kayıtları içerisindeki göreceli algılama ve değerlendirmemiz ile, bilinç-beden ikilemine düşmekteyiz.

Kur’an’da bir ayet vardır, der ki; “ Ben insanları ve cin türünü, bana kulluk etsinler diye (=Liya’büdûn) varettim” Ama siz öyle dediğine bakmayın!... “..istisnasız her bir nesne, varoluşunun gereğini yerine getirmektedir, fakat siz (bu kısıtlı algılama araçlarınız-yani beş duyunuz ile) onların bu işlevlerini anlayamazsınız..”

İş başa düşüyor. Kendini, aslını, özünü tanıyıp bilmek-bulmaktan başka seçenek yok. Zaten çalışan mükemmel bir sistem, mekanizma varken; bu yapıda değişiklikler, düzeltmeler, geliştirmeler yapmaya çalışmak abesle iştigal. Hele bir de bu yapı, kendisindeki bilinç ile “beraber” var ise, olay, bilinç yollu-içsel bir yolculuk ile KENDİNİ TANIMAKTIR. Gerisi hayal.

Görüşmek üzere, sevgiler ve saygılar efendim.

 

 

 
 
İstanbul -14.01.2009
Savaş Eren
sorsavaseren@hotmail.com
 http://sufizmveinsan.com