Hoca,
kendisini bir tatlı huzur içerisinde dinleyen cemaate
vaaz ediyormuş. Diyormuş ki; “Allah şöyle büyüktür,
böyle yücedir, çok güçlüdür, o kadar güç kudret
sahibidir ki, yapamayacağı hiçbir şey yoktur” Camide
cemaat arasında bulunan Bektaşî Babası çıkmış demiş ki;
“ Vardır hoca, vardır. Allah’ ın yapamayacağı şey
vardır. “Aman!” demişler; “n’ooluyor böyle, ne diyor bu
adam, neler söylüyor” Ve hemen Bektaşînin üzerine
çullanmışlar.
Hoca, “durun
bakalım ey cemaat, bu adamcağız pek garip bir söz etti,
açıklasın bakalım” demiş biraz da merakla. Bektaşî
şöyle söylemiş; “ Dediğim gibi, Allah’ın yapamayacağı
iş vardır. Beni mülkünün dışına atsın da görelim.
Allah’ın mülkü-varlığı sınırsızdır. Dolayısıyla beni
mülkünün dışına atamaz Allah”
İzahı
anlayamadıkları için kısa devre yapan cemaat, Bektaşi
Babasını serbest bırakmışlar.
Türkiye’de bir çok dinî grup vardır. Bunlar bir görüş
üzerinde pek zor birleşirler. Birinin ak dediğine diğeri
kara der. Hal böyleyken, tüm bu cemaatlerin üzerinde
hemfikir oldukları, baş tâcı ettikleri bir Kur’an
Tefsiri vardır.
Kastettiğim, Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kur’an
Tefsiridir. Ki bu tefsiri, Mustafa Kemal
Atatürk, Hamdi Yazır’a hazırlatmış, memleketin
dört bir yanındaki resmi makamlara bu eserin okunması
talimatını vermiştir.
Bu
tefsirde, Kur’an’ daki “İhlas Suresi’nin (Ahad
suresi diye bilinir. Burada “Ahadiyet=Hiçlik=Mutlak
Varlık” tarifi yapılır) nüzul/iniş sebebi olarak şu
olay anlatılır:
Hz.
Muhammed’ in yanına bir grup insan geliyor, “Ey
Muhammed, biz şu tapınıp, durduğumuz ilahlarımızı
bırakıp senin dinine girmeye geldik. Nasıl gireriz bu
“YENİ” dine?” diye soruyorlar; O da, “La ilahe
(ilahlar-tanrılar-tanrı kavramı yoktur) illallah
(illa=ancak Allah (vardır) “ diyerek, bu görüşü/itikadı
benimseyeceksiniz” dediğinde; “Ey Muhammed! Biz
zaten tanrılarımızı terk ettik de geldik. Sen de bunu
tekrarlıyorsun “la ilahe” diyerek..Burada problem yok.
Peki, hem tanrılar yok (La ilehe) dedirtiyorsun, hem de
peşinden “ancak Allah” (illallah ) şeklinde devam
ediyorsun. Biz bunu anlayamadık, ilahlarımızı-tanrılık
kavramını bize reddettiriyorsun, öyleyse peşinden
“kabul ettirmeye/anlatmaya çalıştığın bu “ALLAH”
nedir” derler.
Şimdi,
eğri oturup doğru konuşalım.
Dinin
derinlikli yönü olan tasavvufta, “varlık” kavramı
ve bunun tarifi, asıl, öz, ana konudur. “Benlik”
kavramı, “vücud=varlık” kavramları hep aynı şeyi
anlatır. Bu varlık, bölünmez parçalanmaz, sonu sınırı
olmayan tek bir “mutlak varlık” tır.
Hz.
Muhammed der ki; “ Kuran ile insan ikiz kardeştir”
ve bu Kur’an şöyle bir uyarıda bulunur; “ Gördün mü
şu kişileri, kendi heveslerini, düşüncelerini,
zihinlerinde oluşturdukları şeyi ilah-tanrı edinmişler”
Ve bu ilahlarına tapınıp duruyorlar.
Üzerinde
yaşadığımız Dünya’dan, Güneş Sistemimize, oradan bizim
Samanyolu Galaksisine ve buradan da tüm Evrene
baktığımızda görüyoruz ve düşünebiliyoruz ki, bu
kainatın bir sonu, sınırı yok. Ve, ne Dünya üzerinde ne
de göklerde Evrenin herhangi bir yerinde bir tanrıya
dayer yok. Göreceli bakmazsak eğer, yani beş duyumuzu
referans almazsak, daha molekül altı atomik boyutta bu
sistemler, yıldızlar, gezegenler dediğimiz
lokalizasyonlar da mevcut değil. Nihayet, atom altı
boyutta, tanecik ve dalga yapının dahi özünde/derûnunda,
salt bir enerji söz konusu. Bu dalgalanmamış varlık
denizi, tek-tümel bir yapı.
Abdülkerim Ciyli’nin, bu konuda şu şekilde bir
açıklaması var; “ Varlık, bölünmez tekil bir yapıdır.
Bu mutlak varlığın madalyonun iki yüzü diyebileceğimiz
iki özelliği vardır:
1-)
İlim-bilgi-bilinç
2-)
Güç-kudret
Bu tekil
yapı içerisinde-ne demekse içerisinde- gerek bir zerre,
ya da herhangi bir nesne, bir hücre, bir bitki, hayvan
ve nihayet insan; bunların her biri, ya da hepsi birden
bir bilinç yapı ve de bedensel yapı olarak vardırlar.
Belki de biz bu beş duyu kayıtları içerisindeki göreceli
algılama ve değerlendirmemiz ile, bilinç-beden ikilemine
düşmekteyiz.
Kur’an’da bir ayet vardır, der ki; “ Ben insanları ve
cin türünü, bana kulluk etsinler diye (=Liya’büdûn)
varettim” Ama siz öyle dediğine bakmayın!...
“..istisnasız her bir nesne, varoluşunun gereğini yerine
getirmektedir, fakat siz (bu kısıtlı algılama
araçlarınız-yani beş duyunuz ile) onların bu işlevlerini
anlayamazsınız..”
İş başa
düşüyor. Kendini, aslını, özünü tanıyıp bilmek-bulmaktan
başka seçenek yok. Zaten çalışan mükemmel bir sistem,
mekanizma varken; bu yapıda değişiklikler, düzeltmeler,
geliştirmeler yapmaya çalışmak abesle iştigal. Hele bir
de bu yapı, kendisindeki bilinç ile “beraber” var
ise, olay, bilinç yollu-içsel bir yolculuk ile
KENDİNİ TANIMAKTIR. Gerisi hayal.
Görüşmek
üzere, sevgiler ve saygılar efendim. |