Ayrıştırmadan Kucaklayabilmek!
Bilal Atış
 
 

Mutlu bir haber ile güne başladık. Bir arkadaşım aradı ve kendilerinin baba diye hitap ettikleri, sohbetini, nasihatlerini bana her gelişinde detaylarına varana değin anlattığı bir muhterem zatın birkaç günlüğüne İstanbul’da bulunduğunu ve akşam gidip görebileceğimizi söyledi. Sevinmiştim. Aylardan beri ben de bu zatı görmek ve duasını almak istiyordum. Arkadaşım bu yola intisap ettiğinden beri anlata anlata bitiremiyor, gizli aşikâr birçok faydalarından dem vuruyordu. Bende içimde biriken sıkıntılardan halas olmak ve bir Allah dostunun sohbetlerinden istifade etmek için uzun zamandır fırsat kolluyordum, ama nasip olmuyordu.

Merkezi Irak devletinin kuzey cenahında bulunan bir dergâhın Türkiye’deki sorumlusu idi gelen zat. Elini öpecek, tövbesini alıp hayatıma yeni bir yörünge verecektim. Gideceğimiz saat yaklaştıkça heyecanım da ziyadeleşmeye başladı. Velhasıl kelam akşam arkadaşımla beraber bu zatın İstanbul’a geldikçe ikamet ettiği haneye vasıl olduk. Selam verildi destur alındı, efendinin elini öpüp gösterilen yere oturdum. Takribi bir saat ya da biraz fazla sessizlik hâkimdi ve gelen giden aynı tarz üzere selam verip el öpüp bir yere oturuyorlardı. Ara ara gelenlerin halini hatırını soruyor ve kısa malumatlar alıyordu. Cemaat içinde benden başka bir kardeşimiz daha ilk defa teşrif etmişler. Biraz bana biraz bu kardeşimize sorular sordu ve sessizliği bozmadan gelen çaylar içildi. Bu zaman zarfında da içimde tarifi imkânsız haller husule gelmekte ve içimin çekildiğini hissediyor, sanki görmediğim birilerinin beni halden hale soktuklarını hissediyordum.

Gelenlerin tamam olduğuna kanaat edilince daha genişçe bir odaya geçildi ve zikre başlandı. Tahminen bir saat kadar devam ettik Bu zikir ziyafeti beni adeta kendime getirdi. Şimdi Allah nasip ederse babanın elini öpecek ve yollarına intisap etmek için canı gönülden tövbe edecektim. Bu günü aylardan beri bekliyordum. Kendimden bir türlü atamadığım günahları bu evde bırakacak ve bu saatten sonra daha dikkatli bir hayat sürecektim. Zikir meclisinden sonra babanın da vekili diyebileceğim bir arkadaşım durumu açtı ve benim el tutmak istediğimi bildirdi. Efendi önce kısa bir girişten sonra bana sorduğu soru ;” Şafi misin Hanefi mi?” oldu. Ve burada film koptu.

İnsanları sadece dört mezhep dairesinde sıkıştırmak ve bunların dışındaki müslümanları İslâm dairesinin dışında gören taassup burada da beni buldu. Zaman zaman mezhep farklılığından sorunlar hâsıl olmakta ise de zaman ilerledikçe insanların tepkilerine alışıyorum. Ama bu mecliste ilim irfan sahibi bir zattan böyle ayrımcı bir soru beklemiyordum. Farklı meşrep ve mezheplere mensup insanların bir arada konuşup görüşmelerinin, fikir alışverişinde bulunmalarının, bir birlerini daha yakından tanımak için gayret göstermelerin ne mahzuru olacak. İnsanlar bir birlerine sevgi ve hoşgörü dairesinde davrandıkları sürece hiçbir mahzuru olmaz elbette.

Efendiye cevabım kısa oldu.” Caferiyim Efendim” Babanın cevabı uzun oldu tabiî ki ve Caferi mezhebini dört mezhebin dışında tutarak bana Hanefi ya da Şafi mezhebine intisap etmemi öğütledi. Anladım ki babanın da bu mevzuda malumatı yoktur. Anlattıklarını tebessüm ederek dinledim ve bulunduğumuz ortam ve efendinin makamına hürmeten mukabelede bulunmadım. Allah razı olsun, emin olduğum bir nokta var ki, bu zatı muhterem olsun diğer Sünni kardeşlerimiz olsun yargıları ve tepkileri sadece Ehlibeyt yolunu bilmedikleri içindir. Karşımızdaki insanı anlamak, tanımak; tanımak içinse bilmek gerekir. Hiç birisinin Ehlibeyt’e bir saygısızlığı yok. Amma işin bilincinde değiller. Tecrübeyle sabit ki, bilgi ve düşünceye dayanmayan, samimi bir yörüngeye oturmayan anlayışlar verimli olmamaktadır.

Efendi İslam tarihinden güzel numuneler getirerek müritlerinin gönüllerini şad ediyor ve onların şuurlarını diri tutuyor ama hiçbir tarikat şeyhi bir sohbetinde de Veda haccından ve Gadiri Hum’dan bahsetmiyor. Sahabe sevgisinden dem vuruyorlar ama Veda Haccında yüz bin müslümana hitap eden Allah Resulü’nün ciğer paresi Huseyn b. Ali Kerbela’da şehit edilirken yar ve yaranı sadece yetmiş iki neferdi. Efendimizi bir kere görme şerefine nail olan ashap ise nerede idiler emaneti Resul, Natık ı Kur’an şehit edilirken, Ali b.Ebitalib’in ardında namaz kılıp da Şam valisinin sofrasında nemalanan o güzide ashap nerede idi? Soruların sonu elbet gelmeyecek. Bu mevzuların tarihte kaldığını bugün deşelemenin hayırlı olmadığını söyleyenler mezhep taassubunu üzerlerinden atamamanın, karşısındaki insana Hanefi, Şafi ya da Şii kimliğiyle değil Müslüman kimliğiyle yaklaşabilmenin şerefinin lezzetini tadamamanın ağırlığını hala taşımaktadırlar.

Efendi dört mezhebin dışındaki bir zata el verme yetkisi olmadığını söyledi ve bana kendi lisanınca nasihatte bulundu. Allah Resulü’nün yolu Ali Şia’sı hak olmuyor ama efendimiz sav. Vefatından geçen uzun senelerin ardından dünyaya gelen Allah dostları âlim zevatın yolu hak oluyor. Ehlibeytin, Efendimizin torunları İmamların öğretileri hak olmuyor ama Abbasi hanedanının kanunlarıyla dört olarak sınırlanan yollara intisap etmek caiz oluyor. Allah ve Resulü’nün gösterdiği yol ise batıl oluyor. Bu ne zihniyettir. Dört mezhebin âlimleri de hepsi Allahın sevgili kullarıdırlar ve hepsi hayatları boyunca Ehlibeyti Resulün davaları uğruna çok cefaya uğramıştır.

Şeriatın de ilerisinde bir yol olması gereken tarikatların sevgi temelinde bütün Müslümanlığı kucaklaması düşünülür. Tarikatlar insanları ayrıma tutmadan, insanları sevgi ve muhabbetle kucaklayarak her birimize daha iyi bir Müslüman, daha faydalı bir insan olmanın yollarını göstermelidir. Müslümanlar arasında ayrım mantığı bir tarikat bünyesine dahi sızabilmiş ise bu topraklar üzerinde emelleri olanlar gerçekten ödevlerini çok iyi çalışmışlar demektir.

Ehlibeyt imamlarına intisabı ve Hazreti Ali as. Efendimizin üstünlüğü babındaki hadisleri buraya sığdırmak mümkün değildir. Buna rağmen şeyhlerimize, üstatlarımıza aflarına sığınarak sormak istiyorum. Ehlibeyt şiasına dair onca delil varken İslam Dinine mensup kardeşlerimizi sadece dört mezhep ile sınırlandırmanın ve bu dört mezhebin hak olduğunun delilleri nelerdir? Aynı kıbleye yönelen, aynı kitabın ahkâmıyla amel eden, aynı Nebinin sünnetine yapışan, aynı beyti tavaf eden insanları mezhepleri yüzünden yargılamak ve nerede ise kâfir gözüyle görmek, acı değil mi?

Hayata iman perspektifinden baktığımızda, varlık bir mana kazanıyor; hayatın gayesi ulvileşiyor. İmanla hayata bakınca insanlar birbirlerinin kurdu değil, gerçek dostu, kardeşi oluyor. Bir Müslüman’ın gayesi Allah rızasından başkası olamaz. Yalnız Allah’a ibadet eder, yalnız O’na güvenir ve en önemlisi yalnız O’ndan korkar. İşte o zaman özgürleşir. Bu özelliklere sahip bir kişinin davranışları ve tavrı da Allah’ın razı olacağı şekilde olur.

İnsanları, müslümanları meşreplerine göre, mezheplerine göre sorgulamak, yargılamak İslâmi değildir. Üstünlüğümüz kulluğumuz nispetindedir. “Ben Müslümanlardanım diyenden daha hayırlı kim vardır?” ilim sahiplerimizin, kanaat önderlerimizin, şeyhlerimizin, hoca efendilerimizin bizleri mezheplerimize göre değerlendirmeleri, ayrımcılığa tabi tutmalarında bir hayır yoktur. Allah esirgesin, bu üzerimize bir baskıdır, bu da bizim mahallenin baskısı.

Selam ve dua ile…

 

 
 

Bilal Atış
İstanbul - 24.11.2009
b.atis73@gmail.com
http://sufizmveinsan.com