Mutlu bir haber ile güne başladık. Bir arkadaşım
aradı ve kendilerinin baba diye hitap
ettikleri, sohbetini, nasihatlerini bana her
gelişinde detaylarına varana değin anlattığı bir
muhterem zatın birkaç günlüğüne İstanbul’da
bulunduğunu ve akşam gidip görebileceğimizi söyledi.
Sevinmiştim. Aylardan beri ben de bu zatı görmek ve
duasını almak istiyordum. Arkadaşım bu yola intisap
ettiğinden beri anlata anlata bitiremiyor, gizli
aşikâr birçok faydalarından dem vuruyordu. Bende
içimde biriken sıkıntılardan halas olmak ve bir
Allah dostunun sohbetlerinden istifade etmek için
uzun zamandır fırsat kolluyordum, ama nasip
olmuyordu.
Merkezi Irak devletinin kuzey cenahında bulunan bir
dergâhın Türkiye’deki sorumlusu idi gelen zat. Elini
öpecek, tövbesini alıp hayatıma yeni bir yörünge
verecektim. Gideceğimiz saat yaklaştıkça heyecanım
da ziyadeleşmeye başladı. Velhasıl kelam akşam
arkadaşımla beraber bu zatın İstanbul’a geldikçe
ikamet ettiği haneye vasıl olduk. Selam verildi
destur alındı, efendinin elini öpüp gösterilen yere
oturdum. Takribi bir saat ya da biraz fazla
sessizlik hâkimdi ve gelen giden aynı tarz üzere
selam verip el öpüp bir yere oturuyorlardı. Ara ara
gelenlerin halini hatırını soruyor ve kısa
malumatlar alıyordu. Cemaat içinde benden başka bir
kardeşimiz daha ilk defa teşrif etmişler. Biraz bana
biraz bu kardeşimize sorular sordu ve sessizliği
bozmadan gelen çaylar içildi. Bu zaman zarfında da
içimde tarifi imkânsız haller husule gelmekte ve
içimin çekildiğini hissediyor, sanki görmediğim
birilerinin beni halden hale soktuklarını
hissediyordum.
Gelenlerin tamam olduğuna kanaat edilince daha
genişçe bir odaya geçildi ve zikre başlandı.
Tahminen bir saat kadar devam ettik Bu zikir
ziyafeti beni adeta kendime getirdi. Şimdi Allah
nasip ederse babanın elini öpecek ve
yollarına intisap etmek için canı gönülden tövbe
edecektim. Bu günü aylardan beri bekliyordum.
Kendimden bir türlü atamadığım günahları bu evde
bırakacak ve bu saatten sonra daha dikkatli bir
hayat sürecektim. Zikir meclisinden sonra babanın da
vekili diyebileceğim bir arkadaşım durumu açtı ve
benim el tutmak istediğimi bildirdi. Efendi önce
kısa bir girişten sonra bana sorduğu soru ;” Şafi
misin Hanefi mi?” oldu. Ve burada film koptu.
İnsanları sadece dört mezhep dairesinde sıkıştırmak
ve bunların dışındaki müslümanları İslâm dairesinin
dışında gören taassup burada da beni buldu. Zaman
zaman mezhep farklılığından sorunlar hâsıl olmakta
ise de zaman ilerledikçe insanların tepkilerine
alışıyorum. Ama bu mecliste ilim irfan sahibi bir
zattan böyle ayrımcı bir soru beklemiyordum. Farklı
meşrep ve mezheplere mensup insanların bir arada
konuşup görüşmelerinin, fikir alışverişinde
bulunmalarının, bir birlerini daha yakından tanımak
için gayret göstermelerin ne mahzuru olacak.
İnsanlar bir birlerine sevgi ve hoşgörü dairesinde
davrandıkları sürece hiçbir mahzuru olmaz elbette.
Efendiye cevabım kısa oldu.” Caferiyim Efendim”
Babanın cevabı uzun oldu tabiî ki ve Caferi
mezhebini dört mezhebin dışında tutarak bana Hanefi
ya da Şafi mezhebine intisap etmemi öğütledi.
Anladım ki babanın da bu mevzuda malumatı yoktur.
Anlattıklarını tebessüm ederek dinledim ve
bulunduğumuz ortam ve efendinin makamına hürmeten
mukabelede bulunmadım. Allah razı olsun, emin
olduğum bir nokta var ki, bu zatı muhterem olsun
diğer Sünni kardeşlerimiz olsun yargıları ve
tepkileri sadece Ehlibeyt yolunu bilmedikleri
içindir. Karşımızdaki insanı anlamak, tanımak;
tanımak içinse bilmek gerekir. Hiç birisinin
Ehlibeyt’e bir saygısızlığı yok. Amma işin
bilincinde değiller. Tecrübeyle sabit ki, bilgi ve
düşünceye dayanmayan, samimi bir yörüngeye oturmayan
anlayışlar verimli olmamaktadır.
Efendi İslam tarihinden güzel numuneler getirerek
müritlerinin gönüllerini şad ediyor ve onların
şuurlarını diri tutuyor ama hiçbir tarikat şeyhi bir
sohbetinde de Veda haccından ve Gadiri Hum’dan
bahsetmiyor. Sahabe sevgisinden dem vuruyorlar ama
Veda Haccında yüz bin müslümana hitap eden Allah
Resulü’nün ciğer paresi Huseyn b. Ali Kerbela’da
şehit edilirken yar ve yaranı sadece yetmiş iki
neferdi. Efendimizi bir kere görme şerefine nail
olan ashap ise nerede idiler emaneti Resul, Natık ı
Kur’an şehit edilirken, Ali b.Ebitalib’in ardında
namaz kılıp da Şam valisinin sofrasında nemalanan o
güzide ashap nerede idi? Soruların sonu elbet
gelmeyecek. Bu mevzuların tarihte kaldığını bugün
deşelemenin hayırlı olmadığını söyleyenler mezhep
taassubunu üzerlerinden atamamanın, karşısındaki
insana Hanefi, Şafi ya da Şii kimliğiyle değil
Müslüman kimliğiyle yaklaşabilmenin şerefinin
lezzetini tadamamanın ağırlığını hala
taşımaktadırlar.
Efendi dört mezhebin dışındaki bir zata el verme
yetkisi olmadığını söyledi ve bana kendi lisanınca
nasihatte bulundu. Allah Resulü’nün yolu Ali Şia’sı
hak olmuyor ama efendimiz sav. Vefatından geçen uzun
senelerin ardından dünyaya gelen Allah dostları âlim
zevatın yolu hak oluyor. Ehlibeytin, Efendimizin
torunları İmamların öğretileri hak olmuyor ama
Abbasi hanedanının kanunlarıyla dört olarak
sınırlanan yollara intisap etmek caiz oluyor. Allah
ve Resulü’nün gösterdiği yol ise batıl oluyor. Bu ne
zihniyettir. Dört mezhebin âlimleri de hepsi Allahın
sevgili kullarıdırlar ve hepsi hayatları boyunca
Ehlibeyti Resulün davaları uğruna çok cefaya
uğramıştır.
Şeriatın de ilerisinde bir yol olması gereken
tarikatların sevgi temelinde bütün Müslümanlığı
kucaklaması düşünülür. Tarikatlar insanları ayrıma
tutmadan, insanları sevgi ve muhabbetle kucaklayarak
her birimize daha iyi bir Müslüman, daha faydalı bir
insan olmanın yollarını göstermelidir. Müslümanlar
arasında ayrım mantığı bir tarikat bünyesine dahi
sızabilmiş ise bu topraklar üzerinde emelleri
olanlar gerçekten ödevlerini çok iyi çalışmışlar
demektir.
Ehlibeyt imamlarına intisabı ve Hazreti Ali as.
Efendimizin üstünlüğü babındaki hadisleri buraya
sığdırmak mümkün değildir. Buna rağmen şeyhlerimize,
üstatlarımıza aflarına sığınarak sormak istiyorum.
Ehlibeyt şiasına dair onca delil varken İslam Dinine
mensup kardeşlerimizi sadece dört mezhep ile
sınırlandırmanın ve bu dört mezhebin hak olduğunun
delilleri nelerdir? Aynı kıbleye yönelen, aynı
kitabın ahkâmıyla amel eden, aynı Nebinin sünnetine
yapışan, aynı beyti tavaf eden insanları mezhepleri
yüzünden yargılamak ve nerede ise kâfir gözüyle
görmek, acı değil mi?
Hayata iman perspektifinden baktığımızda, varlık bir
mana kazanıyor; hayatın gayesi ulvileşiyor. İmanla
hayata bakınca insanlar birbirlerinin kurdu değil,
gerçek dostu, kardeşi oluyor. Bir Müslüman’ın gayesi
Allah rızasından başkası olamaz. Yalnız Allah’a
ibadet eder, yalnız O’na güvenir ve en önemlisi
yalnız O’ndan korkar. İşte o zaman özgürleşir. Bu
özelliklere sahip bir kişinin davranışları ve tavrı
da Allah’ın razı olacağı şekilde olur.
İnsanları, müslümanları meşreplerine göre,
mezheplerine göre sorgulamak, yargılamak İslâmi
değildir. Üstünlüğümüz kulluğumuz nispetindedir. “Ben
Müslümanlardanım diyenden daha hayırlı kim vardır?”
ilim sahiplerimizin, kanaat önderlerimizin,
şeyhlerimizin, hoca efendilerimizin bizleri
mezheplerimize göre değerlendirmeleri, ayrımcılığa
tabi tutmalarında bir hayır yoktur. Allah esirgesin,
bu üzerimize bir baskıdır, bu da bizim mahallenin
baskısı.
Selam ve dua ile… |