Küfür, Hakaret ve Antisosyalleşen Kültürümüz
Medya tutanaklarına göre, spor yazarı Osman Tanburacı 09.09.2008 tarihinde ve saat 17:45’te cep telefonunu açmış ve Millî Takım’ın “Hocası” Fatih Terim gizli numarayla önce bıyığını, sonra anasını avratını, nihâyetinde de yedi ceddini sinkaf etmiş.
Osman Tanburacı da, bütün gazetelerde neşredilen tepkisinde mütebessim çehresiyle kaytan bıyıklarını da titreştirerek, “96 yaşındaki anasının ne kabahati olduğunu” sormuş! Sonra da “Müslüman ülkenin hukukunun anasının ve kendisinin hakkını koruyacağına inanarak” Türk adaletine müracaat etmiş.
Olay çok çirkin de… Osman Bey’in annesi 69 veya 31 yaşında olsa ne değişecekti? Bu çirkinlikle Müslüman Türk milletinin ne alâkası var? Yoksa var mı? Bakalım…
Bu, Fatih’in ilk ağzını bozuşu mu? Hani halim selim bir adamdı da, bir cinnet ânına mı denk düştü?
Yok canım… Fatih’in futbolcusundan havlucusuna herkese kafası bozulunca sövdüğünü, hâttâ darp ettiğini sağır sultan bile işitmiştir.
Akabinde Belçika maçında rakip takımın “hocası” Rene Vandereycken’in kendisine el hareketleri yaptığını ve İtalyanca “cornuto” denen el hareketi refakatinde “vaffanculo (vai a fare in culo)” demiş. Ama Fatih de ona “hespero” yapmış (boynuzlu demekmiş). Gazetelerdeki fotoğraflarda ise Fatih’in bâzılarının MHP’nin kurt selâmına benzettiği ama baş ve küçük parmakların kaldırılmasıyla yapıldığı için çok farklı olan bir hareketi (gerçekten boynuzlu boğaya benziyor) muhatabına yaptığı görülmekte; bir başkasında topa vurmuş bacağı 90 derece açıyla öyle dikilmiş... Sonra da Fatih meslekdaşını dövmek üzere üzerine atlayacakmış ki, araya girenler mâni olmuşlar. Fatih Terim, bir soru üzerine, maç sırasında yedek kulübesinde, Belçika Millî Futbol Takımı Teknik Direktörü Rene Vandereycken’in kendisine yaptığı harekete karşı tepki verdiğini söylemiş: “Bugüne dek hiçbir meslektaşımla, eğer bir şey yapmamışsa muhatap olmadım. Kameralar biraz bizden uzaklaşıp rakiplere bakarsa, kendi çocuğunuzu yerden yere vuracağınıza biraz başkalarına bakarsanız neler yaptığını görürsünüz. İtalyanca olarak ne söylediğini kendisine sorun. Kulübeye yaptığı hareket de İtalyanca’da çok ağır bir şeydir. Kendi sahamızda, kendi evimizde hiç kimseye karışmamışsınız. Ben de cevap vereceğim tabii, rakibe çiçek atacak hâlimiz yok. Hayatımda hiç sahaya top atmadım. Bu söylediğime çok dikkat edin, ben ve oyuncularım natürel davranıyoruz ama karşımızdaki de çok güzel oynuyor. Avrupa Şampiyonası'nın en centilmen takımlarından biriyiz. Aşağı yukarı 20 küsur senedir antrenörüm, böyle bir hareketle hiç karşılaşmadım. Üzgünüm, keşke olmasaydı ama hem küfür edip, hem çizgide durmak. Yani ‘ben suçsuzum’ diyor. Biz hep bu natürelliğimizden cezayı çekiyoruz. Ben insanım, normâl tepkimi veriyorum. Tiyatroyu san’atçılara bırakıyoruz. Biz futbol adamıyız, oynamak istiyoruz. Ben 5. atak oyuncusunu soktum, kaybedersem böyle kaybedeyim”!
Natürel Fatih! Mizah desem… Yâhu, Allah korusun, sahada onun gibi üç tâne daha natürel adam olsa, kan gövdeyi götürecek! Fatih gibi kişilerin standart bir hataları vardır, hem reel hem de sembolik anlamda herkesi döveceklerini sanırlar. Kendilerinden daha azgın ve güçlü birilerinin mutlaka karşılarına çıkacağını hesaplayamazlar. Eğer Natürel Fatih’i tut(a)masalardı da, sonuna kadar saldırsaydı ve Rene Vandereycken’den de temiz bir meydan dayağı, sıkı bir kötek yeseydi ne olacaktı? Milletçe sahaya inip linç mi edecektik Belçikalılar’ı! Fatih kafası bantlı, gözü mosmor olarak kameraların karşısına çıkıp da “ben aslında onu dövdüm ama basın hakkımı yiyor, onların analarını…” mı diyecekti?
Aynı Fatih Terim Macaristan maçı öncesinde de nevi şahsına münhasır mimikleriyle ve gülümsemeleriyle “âileme lâf söyleyeni… Annemi üzeni…” filân dememiş miydi?
Aynı Fatih Terim Türkiye’nin üçüncü olduğu Avrupa Şampiyonası’nda da Çek Cumhuriyeti’ni hasb-el kader yenerek çeyrek finale yükselirken kameraların karşısına geçip de, gazetecilere, “aslında sizinle ilgili Mevlânâ’dan bir dörtlük hazırlamıştım ama arkadaşlarım beni durdurdular” dedikten sonra basınla asıl hesaplaşmanın İstanbul’da olacağını söylememiş miydi?
Fenerbahçe’nin Hacettepe ile yaptığı maçın son dakikasında Volkan önce penaltıya sebep oluyor ve sarı kartı yiyor. Rakip penaltıyı kaçırınca da hakeme bağırıp kırmızıyı görüyor. Bu çocuğun ilk kabahati mi bu? Hayır!
***
16 Haziran 2008’de klâvyeye aldığım
... İmdi, “bunun Fatih Terim’le ne alâkası var” diyeceksiniz…
… Bütün maçlarında berbat şekilde oynanan, son on beş yirmi dakikalardaki “pesler” sâyesinde hasb-el kader ve ferdî gayretlerle kazanılan maçlar hakkında bütün otoriteler hemfikir. Hele Dr. Ahmet Çakar müthiş yorumlarda bulunuyor: “Bu işler artık mistiktir, kaderdendir” diyor.
En rasyonel izah vallahi de billâhi de bu!
Volkan denen, aynı şeyi bir lig maçı sonunda da yaptığı için sâbıkası malûm bir kaleci müsveddesi, maç fiilen devam ederken ve kazanmamıza dakikadan az kalmışken rakibi ceza sahamız içerisinde itip düşürüyor.
Maçın beyefendi hakemi de kırmızı kartı basıyor tabiatıyla; peki, neden penaltı vermiyor? Top oyun sahasında olmadığı için. Kurallar “uyulmamak” içindir dostlar; iyi ki vermedi de, verseydi ne olacaktı? Volkan ise soyunup, gelişkin vücudunu sergileyerek şov yapıyor sahada!
Bekliyoruz, maçtan sonra Baba (Süleyman Demirel değil, Fatih Terim bu baba) ne diyecek diye…
Maâlesef, gene bizleri şaşırtmıyor. Volkan’ın antisosyal davranışını kınamak bir yana, koruyor!
Akabinde de gazetecilere “sizin ahlâkınız yok mu, dönünce göreceksiniz ananızın örekesini” diye özetleyebileceğim türden lâflar ediyor! “Benim hatalarıma rağmen değil, kendi gayretleriyle oldu” demesini de bekleyen yok tabii de…
Ya kös kös dönseydik, aynı lâfları sana etselerdi ne yapardın ey Fatih Terim?
Herkese Mevlânâ’dan şiir okuyup, sıra dayağı mı çekerdin İmparatore (hatırlar mısınız, tam bu reklâm yayınlanırken şutlayıvermişlerdi kendisini)!
Düşmez kalkmaz bir Allah!
Bu günlerin yarınları da var, bizden söylemesi…
Bugünün tarihi 16 Eylül 2008 Salı, yâni sâdece 3 ay geçmiş, zâten sezon da yeni başladı. Görünen köy iyice görünür oldu.
Volkan hatalı bir gol yedi, akabinde gene 90+ dakikada aslında kırmızı kartlık bir hareketle rakibini biçti, ardından verilen penaltıya itiraz edip sarı kart gördü, akabinde medya mikrofonlarına yansımayan küfürlerle iyice tahrik ettiği hakem Mustafa Kâmil Abitoğlu’nun üzerine yürüyüp “yukarıda Allah olduğunu hatırlatınca” da kırmızı kartı yedi. Utanıp sıkılacağına, gene mutat hareketini yaptı: Bağırıp çağırdı ve soyundu, adale şovu ile sırtındaki Uzakdoğu lisanlarından birisinden alınmış dövmesini sergiledi! Maçtan sonra da “neden bütün şanssızlıklar beni buluyor? Rakibe hiçbir temâsım olmadığı hâlde hem penaltı verildi, hem de kart gördüm” demiş, bunlara psikolojide projeksiyon ve rasyonalizasyon deniyor.
Sevimli çocuk Carlos bile öyle havaya girmiş ki, maçın hitamından sonra hakemlere bağırıp çağırınca sarı kart yedi.
Galatasaray seyircisi (bu seyircinin esasında ne olduğuna dâir gözlemlerimi futbol terörü yazımda bulabilirsiniz) çeyrek saatten fazla rakip kaleci Ömer’in anasına avratına sövdü, çocuk dişini sıktı ve maçın hitamını müteakip sessizce protesto etti dimdik durup kollarını kavuşturarak. Sarışın çocuk Lincoln geldi, Ömer’i vurmakla itmek arası bir hareketle yere indirdi. Bir baktık ki hakem yerdeki kaleciye kırmızı kart gösteriyor! Acaba kabahati aynen geri sövmemek miydi!
Sonunda da Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener yönetmeliğin açık olduğunu ve küfre tâviz verilmeyeceğini filân söyledi. Vallahi de billâhi de şaka etmedi…
Hemzaman olarak Devletlû medyaya ve muhalefete çatıp “şerefsiz, ahlâksız” filân diyordu ki, Fatih’e de sâhip çıktı; nedense hiç şaşırmadık…
Son bir müşahedem ve endişem de Arogones’le ilgili (ne de olsa Fenerbahçeli’yim). Bu adamcağız var mı, yok mu; varsa bile mevcut mu, o bakışları ve teessüriyeti (duygulanımı) sanki biraz apatik mi? Hani, dilim varmıyor bunama lâfını kullanmaya da, yaşlılığa bağlı hafif bilişsel yıkımı var ve bakkaldan peynir alırken idâre ediyor da, iş Sarı Kanarya’da teknik direktörlük yapmak olunca makine tekliyor mu? Televizyondan görebildiğim kadarıyla pek hoş değil vaziyet, bir de muayene edebilsem…
Futbol eksperi de değilim, hocası da… Ama bu vasfa hâiz olan herkesin birleştiği birkaç nokta var:
Fatih Terim bir kâzip şöhrettir ve kifâyetsizdir. Fırsat bu fırsattır, kendisine teşekkür edip doğru dürüst bir teknik direktörün Millî Takım’ın başına getirilmesi şarttır. Yoksa üç dört ay sonra da, bu yazıyı hatırlatarak “dememiş miydim” diyeceğimden eminim.
Volkan bir an evvel hâricî âleme iâde edilmelidir. Bu çocuğun düzelmesi gayrı mümkündür.
Bütün Türkiye’de yapılması elzem olan şey yapılarak, liglerde olağanüstü hâl uygulamasına geçilmeli, en ufak ihlâllerde dahi en ağır yaptırımlar tatbik edilmelidir.
Geçen gece Boğaz’da Neslim’le midye dolmalarımızı yerken arka masadaki üç gencin muhabbetine kulak misafiri oluyoruz. 25 yaş civarı bu üçlüden biri hafif mayhoşluğun da etkisiyle bağır çağır fıkralar anlatıyor. “Bir gün bir Bektaşi’yle bir Müslüman konuşuyorlarmış” diye başlıyor bunlar. Sonra da evrimden bahsediyorlar, kafaları karışık. İşi muhabbetten bağlayıp masadan masaya sohbet ediyoruz, sonra da yarım saatliğine bize misafir oluyorlar. Fıkraları anlatan genç Bektaşi ve dedeymiş, babası da dedeymiş zâten. Evrimden, Büyük Patlama’dan filân bahsedip azıcık bilgilendiriyorum onları, dinî ve itikadî mes’elelere hiç girmeden... Sonra herkes kendi yoluna gidiyor siyahlaşan gecede.
Kafamda genç “dedenin” lâfları gümbürdüyor: “Bir gün bir Bektaşi’yle bir Müslüman konuşuyorlarmış, bir gün bir Bektaşi’yle bir Müslüman konuşuyorlarmış, bir gün bir Bektaşi’yle bir Müslüman konuşuyorlarmış”…
İnsanı ürküten ve derin derin düşündüren şeyler maâlesef ayan beyan ortada:
Kültürümüz gittikçe lümpenleşiyor ve seviyesizleşiyor. Bu iş gâyet plânlı, programlı ve şuurlu olarak son elli senedir yapılıyordu; artık kaynama noktasına ulaşıldı ve dezentegrasyonun arifesindeyiz.
Kavramlar da, mefhumlar da, inanılanlar da, sanılanlar da, sanılmayanlar da kaotik ve puslu. Kim neye, niçin, neden ve nasıl inandığını bilmiyor; dolayısıyla da kolayca sekterleşiyor ve farklı olanı “ötekileştiriyor”.
Özdeşleşme-benimseme nesneleri olarak ortada dolaşanların antisosyal davranış örüntüleri kesinlikle çok tebârüz ediyor ve çocuklar, gençler bunları içselleştiriyor.
Köy kökenli ilâhiyatçı, hukukçu, akademisyen ve siyasetçi parti lideri Yaşar Nuri Öztürk STAR TV’de aşk-ı memnûsundan bahsederken “yasal olmayan yollardan da gereğini yapacağını” söyleyebiliyor. Farz edin ki bu şahıs başbakan oldu (olmaz olmaz demeyin, olmaz olmaz), acep bu memleketin hâli ne olur? Merak etmeyin, daha beter olmaz!
Pıtır pıtır her yerde 12 Eylül Darbesi’nin bu memlekete yaptığı fenâlıklar dizileniyor ve diziliyor; “darbe övücüsü profosör” diye vasıflandırıldığımı hazin bir tebessümle unutmayarak yazacağım. Atatürk’ten hemen sonra ihanetin başladığını ve ivmelenerek bugünlere geldiğimizi defalarca yazdım, söyledim. Bu memlekette demokrasi yürümüyor, yürümez de. Topyekûn eğitim ve öğretim seferberliği olmadıkça, cehâlet artarak ve katlanarak büyüyecektir. Öfke ve biat kültürsüzlüğü her yeri sarmaktadır; Kürt patlaması an mes’elesi hâline gelmiştir.
Bu gidişe “dur” diyecek hangi kurum var? Arap Kürt Partisi mi, Ayrılıkçı Kürtçü Parti mi, Milliyetçi Hareketsizlik Partisi mi, Rahşan Fetişistleri Party’si mi, Câhiliyeci Halk Partisi mi, hangisi? Gençler o günleri bilmiyor, tıpkı Kıbrıslı gençlerin 30 sene önceyi bilmedikleri gibi. Günde yirmi otuz kişi ölüyordu, sokağa çıkılamıyordu ve kimin kimi vurduğu belli değildi. Sonunda ABG’nin icâzetiyle darbe yapıldı ve faşizm geldi; memleketin bugünlere gelmesi için gereken sosyoekonomik “ayarlar” yapıldı. TSK fiilen ama kerhen bu işin içindeydi. Atatürk’ün Ordusu memleketi dâhilî ve hâricî bedhahlardan korumak ve kollamak için kurulmuştu ve başta ABG olmak üzere, bütün Batı’nın gayretleriyle kaosa sürüklenen ülkeyi zapturapta alabilmek için darbeyi yaptı; memleketin de içine etti. Ama yapmasaydı, memleket bitecekti. Buna halk dilinde “iki ucu boklu değnek” derler (kusura kalmayın); psikolojide de “kaçınma kaçınma çatışması”, iki kötüden birini tercih etmek zarureti…
Şimdi, bütün limanları zapt edilmiş, bütün tersânelerine girilmiş, bütün varlığı elâleme satılmış memleketimiz o zamankinden çok çok daha vahim ahvâl ve şerâit içine girmiştir. Hür General’den sonra vazifeyi devralan Orgeneral Başbuğ’un icraatı tesadüfî de değildir, Van’da halkın arasına girip onlara kucak açmış, Kürtler’in nüfus patlaması ve câhil gençlik sorunsalına açıkça değinmiş ve verebileceği bütün mesajları vermiştir.
Eğer TBMM delâletiyle ve feragatiyle bir an evvel Olağanüstü Hâl ilân edilip bir Millî Mutabakat Hükûmeti kurulmazsa, gene darbe gelecektir. TSK bu memleketi son neferinin kanının son damlasına kadar korumak için yeminlidir.
Ve ben, bizler, çocuklarımız bu felâketi bir daha yaşamak istemiyoruz!
Aziz dostlar, işe futboldan girip buradan çıktık. Çünkü memleketin hâl-ü pürmelâlinin en sarih yansıması, göstergesi sahalarda ve tribünlerde yaşananlardır.
Hâttâ ilk iç savaş veya kalkışma hareketinin bir Galatasaray maçı akabinde başlaması kuvvetle muhtemeldir.
Sevgili Siyavuş, gene alınganlık edip de Cimbom’a hakaret ettiğimi zannetme Allah aşkına! Kürtçü hareketin, bilhassa elebaşlarının da beyanı ile sarı kırmızı renklere teveccühü (yanına yeşili de ekleyerek) herkesin malûmu.
Son lâflarım da “Bir gün bir Bektaşi’yle bir Müslüman konuşuyorlarmış” diyen gençten hareketle bütün halkımıza:
Biz bir bütünüz,
biz bir kap aşureyiz (mozaik filân değil),
tadımızı kaçırtmayalım,
olmayan husumetler ve kamplar yaratıp bölünmeyelim,
olanları da onaralım.
İstanbul - 17.09.2008 M. Kerem Doksat Professor of Psychiatry Istanbul University Cerrahpaşa Medical Faculty Department of Psychiatry Head of the Mood Disorders Unit http://sufizmveinsan.com doksat@superonline.com