Din, asıl kaynağından değil, aracılardan öğrenilir.
Çünkü dini gerçek
anlamda asıl kaynağından öğrenmek demek, bir peygamber
gibi öze ermek demektir. Bunun haricindeki her öğrenme,
elde olmadan, saf bilgiyi başka düşüncelerin
iletmesinden dolayı, o düşüncelerin de o bilgiye sızması
sonucunu doğurur. Bulutta gizli suyun, ister istemez
nehirdeki sudan farklı oluşu, hatta nehirden taşınan
suya, testinin kokusunun sinmesi gibi… Hiçbir manevi
otorite hevasını bulaştırmadan bu öze eremez. Bu özden
konuşamaz. Ancak peygamberler bundan münezzehtir ki
onlar hevalarından konuşmaz, bu saf kaynaktan gelene bir
şey bulaştırmadan iletirler. İşte madem din, peygamber
olmadığımıza göre, asıl kaynağından değil, aracılardan
öğrenilmek durumundadır, bu halde
aracımız direk
peygamberler olmalıdır. İlettiği mesaj bozulmamış
olan tek peygamber de Hz. Muhammed’dir; ama gelin görün
ki, kendilerini
bir nevi Elçi’nin elçileri adledenler, İslam
tarihi boyunca bu mesajı zanlarına göre yontup mürid
toplamaktadır. İnanırın, inandığı şeyi asıl kaynağına en
yakın verilerden kavramaya çalışması, bu verileri
aydınlatıp açıklamaya çalışan tüm idrakleri dikkate alıp
değerlendirmesi ama hiçbir otoriteye körü körüne
bağlanmaması, yani dinini Allah’a has kılması gerekir.
Aksi halde benim dinim senin dinin farkı, toplumsal
inanç mekanizmasında dayanacağı bir temel varsa, ki
genellikle olur, benim dinim iyi, seninki kötü hatta
daha vahimi aynı dinin mensuplarında bir ayrışmaya neden
olarak benim şeyhim, grum öze ermiştir, hevasından
konuşmaz çıkarımını oluşturur. Oysa İslam değil midir
Son Peygamber’i muştulayan ve sırf bu düşünüldüğünde
bile, bundan
sonra hiçbir manevi otoriteye dinini teslim etmemen
gerektiğini söyleyen?
Halil Cibran’ın bir
meselinde, nehrin kıyısında yüzen bir kütüğe oturmuş
dört kurbağanın, içinde bulundukları durumu
yorumlayışları anlatılır. Kurbağalardan birincisi, canlı
gibi hareket eden bu kütüğe hayranlığını dile getirir.
İkincisi buna itiraz ederek, bu kütüğün de diğer
kütükler gibi hareketsiz olduğunu, hareket edenin sadece
nehir olduğunu ileri sürer. Üçüncü kurbağa ise her
ikisine de karşı çıkarak, ne kütüğün, ne de nehrin
hareket ettiğini, hareket edenin kendi düşünceleri
olduğunu, çünkü düşünce olmadan hiçbir şeyin hareket
edemeyeceğini söyler. Üç kurbağa kütük üzerinde tartışıp
kavga etmeye başlarlar. Sonunda suskun bir şekilde
oturan dördüncü kurbağayı hakem tayin edip fikrini
sorarlar. Dördüncü kurbağa, “Her biriniz haklısınız ve
hiç biriniz hatalı değilsiniz” der. “Kütük, su ve
düşüncelerimiz, hepsi birden hareket ediyor” Ama sadece
kendi fikrinin doğruluğuna inanan üç kurbağa da bu
cevaptan hoşlanmaz ve hep birlikte birleşerek bu
dördüncü kurbağayı kütükten nehre atarlar. Dinlerin
özsel birliğini savunmak, ve gerçek saf dinin, bu öz
olduğunu ortaya koymak, kendi dinlerinin şekli kalıbına
sıkı sıkıya bağlanmış olan sözde dindarlar tarafından
hiç de hoş karşılanmaz. Dinden kendi idrak seviyelerince
çıkarımlar yapıp, dinin seslendiği bir idrak düzeyini
şaşmaz doğru olarak kabul etmek, daha bütünsel bir
gerçekliğe kendini kapatmak hatta o mutlak gerçekliği
inkara yönelmek şekline dönüşebilir. Söz konusu idrak
seviyeleri, zihni öylesine bir kalıba sokabilir ki o
kalıba uymayan her fikre, daha bütünsel ve o kalıbı
kapsayan bir gerçeği yansıtan bir bilinci gösterse bile,
şiddetle karşı çıkılabilir. Mutlak gerçeği kavramaya
yönelik bir bilinç geliştirmeye çalışanlar için (Ki O,
tam anlamıyla kavranılmaktan münezzeh olduğu için ancak
O’nu kavrama yönünde açılmış idraklerin seviye
farklarından bahsedilebilir; fakat O’nu kavrayabilen bir
idrakten bahsedilemez), her an kütükten atılma tehlikesi
vardır; bu nedenle de dinler arası bir aşkın birliği
daha doğrusu öze erişi bırakın, bir dinin inanırlarının
ayrışmaması bile sağlanamamıştır. Tevhid dininde bile… |