Mistik Yaklaşım Nasıl Olmalı

Nazım Akpınar
 

Özellikle 1947 yılıyla birlikte başlayan soğuk savaş süreciyle, dünya insanlık ailesinin önüne mecburi iki seçenek bırakılmıştı:

Ya Enternasyonal Komünizm

Ya da Emperyalist Kapitalizm.

Bir yanda, sınırsız bir birey özgürlüğünün, sınırsızca insanın sömürüsüne adanmış bir Kapitalizm ile diğer yanda sınırsızca insanlığın rahatlığı uğruna, sınırsızca bireyin sömürüleceği Komünizm. İki arada bir derede bırakılmıştı insanlık. Her iki tercihin sonu da karanlıktı ve bedeli ise kandı. İnsanlık, zaman nehrinin acımasız akışında boğuşsa da her zaman içindeki sevgi mevhumunu ve bilinçaltındaki merhamet ve şefkat hislerini muhafazayı başarabilmiştir. Materyalizmi referans alan maddeci karanlık odakların, insanları kamplara ve hiziplere ayırıp birbirine düşürme gayretlerine rağmen insanoğlu ortak değerler manzumesi çerçevesinde barış ve kardeşliği hâkim kılabilmiştir. Manevi değerler, bütün olumsuzluklara ve tertiplere rağmen muhafaza edilebilmiştir. Özellikle Anadolu insanımız, genetiğinde barındırdığı mistik unsurları ve yetenekleri aktive ederek her türlü kaos ortamında ışığı yakalayabilmiş, karamsarlık ve olumsuz zihinsel tutum ve yaklaşımları, olumluya dönüştürebilmiştir.

   İnsanımız üzerinde en çok oynanan oyun, şüphesiz ki ayrıştırma ve kamplara ayırma çabalarıdır. Belli mihraklar tarafından sürekli olarak kurgulanan bu senaryo, özellikle ideolojik ve siyasi temelde insanları robotlaştırarak cephelere ayırmak, karşıt güçler oluşturarak birbirine düşman kitleler şeklinde kendini göstermiştir. Bu da sonuçta toplumu ayrıştırmış, iş nihayetinde kan dökmeye kadar gidebilmiştir ne yazık ki. Bu da bir toplum için en büyük kayıp olsa gerek. Ayrışmanın odaklandığı ve düğümlendiği en önemli nokta ise özellikle sol kesimin referans aldığı ünlü iktisat teorisyeni Karl Marks’ın “din afyondur” tespitidir. Marks, kanaatimce, evrensel nitelikli insani değerler bütünü olan ve tüm kozmosu kapsayan bir sistemi ifade eden dinin öz değerlerini değil, göksel tanrı imajı temelinde şekillenen ve insanı kitleler halinde uyutan, geleneksel(tradisyonel), şekilci ve bağnaz yapıdaki anlayışı kastetmiştir. Zira bu sapkın din anlayışı, insanları adeta afyon yutmuş robotlara dönüştürmektedir. Oysa ki insanlığın sahip olduğu zaman ve mekan üstü ve dolayısıyla boyutsal derinlik ve keyfiyetteki evrensel değerler bütünü olan din, insanı birey olarak şuurlandırmaya ve kendi öz değerlerini ve özündeki ilahi kuvveleri ve yetenekleri keşfetmeye davet etmektedir. Evrensel değerler sistemine ise fıtrat diyoruz. İnsanın yaratılış programı olan fıtratının ifadesi vicdanıyla örtüşen her değer, özellikle Batı tarafından evrensel insani değerler olarak tanımlanmaktadır. Bu değerler sistemi de muhteva olarak, dünya insanlık ailesinin mutluluğu için gerekli temel unsurların tümünü, evrensel düzeyde ihtiva etmektedir diyebiliriz. Hal böyleyken,  önemli bir kitle,  bu temel değerlerin tamamen zıttı olarak hareket etmiş, özellikle ilahi mesajlarda vurgulanan tanrı ve tanrılık kavramının olmadığı gerçeğinin tersine, insanı vahdet(mutlak birlik) anlayışından mahrum bırakan tanrısal keyfiyetli bir sapkın din anlayışında bloke olmuştur. Bu çarpık anlayış da maalesef beraberinde kan, gözyaşı, yıkım ve kaos getirmiştir. Belli bir kitle de Marks’ın söylemini yine yanlış değerlendirmiş, mistik yaşam unsurlarını tamamen elinin tersiyle iterek dünyevi yaşam anlamında seküler bir yaşamın sınırlı kaydı altında kalakalmıştır. İşte tam bu noktada mistik yaşam nasıl olmalı sorusuna cevap aradım:

   Öncelikle, en başta gelen vahim hata, insanları ideolojik ve siyasi temelde değerlendirmek ve onları bu doğrultuda kategorize etmektedir. Oysa ki hepimiz farklı hayat görüşlerinde olsak ta aynı öz cevherden gelmekteyiz ve öz boyut olan kuantsal enerjik yaşam boyutunda bir ve aynı şeyiz. Aslında ünlü Romancı Alexander Dumas’ın bir romanındaki söylemiyle “hepimiz birimiz içiniz ve birimiz hepimiz içiniz”. Ayrılık ve gayrılık, sadece çokluktan tekliğe bakış açısını ifade eden nazari zahiri bakış ve değerlendirmede söz konusuyken tekten çoka bakışta ise mutlak birlik vardır. Bu ise yaratılmış tüm canlı birimleri aynı tek yapının farklı yansımaları olarak müşahede etmek demektir ve öz tevhid anlayışını ifade eder. Aslı olan teklikten çokluğa bakışla pramidin tepesinden varlığı ve yaşamı değerlendirebilmektir. Bu da rahmet nazarının ta kendisidir. Bu anlayış da otomatik olarak tüm yaratılmışlara insani olarak rahmetle muameleyi getirir. İnsanların düşüncelerinden ve hayat tarzından dolayı suçlanması, hor görülmesi kadar yanlış bir tutum olamaz.

   Genel bir kanı vardır mesela. Sol görüşlü insanlar inançsız ve dinsizdir şeklinde bir genelleme yapılır. Temelden yanlış bir değerlendirmedir. Zira biz o insanın gönül dünyasına ve Rabbiyle olan münasebetine gerçek anlamda vakıf olamayız. Sırf söylemlerine ve davranışlarına bakıp örneğin kader olgusunu reddetmesi ya da bir takım ateist söylemleriyle değerlendirmemiz bizi hataya sevk edebilir. Belki o insan, dinini zahiri olarak şekil yönüyle yaşayan bir avam insana göre, batın yönüyle çok daha içsel derinlikli bir manevi irtibat içerisinde olabilir,  bu mümkündür. Size basit, yaşanmış bir yaşam örneği verebilirim. Sosyalist görüşün önemli sembol isimlerinden şair ve düşünür Nazım Hikmet’in ilginç bir yaşam kesiti vardır. Bir kadir gecesi akşamı birkaç dostuyla Moskova’da bir camiye girer ve saatlerce içeride kalır. Özellikle manevi atmosferden çok etkilenir, adeta kendinden geçer. Hatta bir ara duygu yoğunluğuyla fenalaşır gibi olur. Kısa sürede kendini toplar ve hatta yanındaki arkadaşlarına aldığı lahuti tesirleri aktarır. Yine bir şair olan Yusuf Hayaloğlu da meşhur bir şiirinde kendini önde gelen Resullerin isimleriyle özdeşleştirmiş, mitolojik unsurları da birleştirerek oldukça mistik içerikli diyebileceğimiz şiirler oluşturabilmiştir.

   Kör kuyuların dibinde Yusuf’tum

   Kerbela çölünde Hüseyin.

   Zindanlarda Cem Sultan, sehpada Pir Sultan

   Kaçıncı ölmem, kaçıncı dirilmem bu!!

   Tanrılardan ateş çaldım,

   Yıllarca üst üste tutuştum yandım,

   Bir anka kuşu gibi anne, kendimi külümden yarattım diyerek insanın döngüsel keyfiyetteki mistik tecrübelerini, olgunlaşmada çile ve ıstırabın kaçınılmazlığını veciz ifadelerle dışa vurmuştur. Örnekler her zamanki gibi çoğaltılabilir.

     Demek ki insanı salt dünya görüşünden dolayı yargılamak bizim işimiz olmamalı sevgili dostlarım. Amaç, insanlığın kardeşliği ve ortak yaşam kültürünü tesis etmekse şayet bu aslında hiç te zor değil desem çok mu abartmış olurum acaba?.  

    İnsanlık kendi hayatındaki,  öz benliğindeki yalnızlığını kişisel sorunlarını politik sorunlara dönüştürerek rejimler üretti.  Kana boğulan,  iğdiş edilen insanlık tarihi hep insan zihnindeki ve kalbindeki o kopkoyu karanlıktan,  kendini üretirken başkasını yok eden o bencil,  bireyci doyumsuzluktan,  o tam kavramı bulunmayan vahşilikten doğdu.  Mistisizm,  yüce yaratıcının karanlığından(mutlak karanlık olan Ahadiyet boyutu) beslenen bu evrensel yapıda yine o mutlak varlığın aydınlık olan diğer yüzüne yüzünü dönmüşlerin yoludur.  Allah ismiyle tanımlanan aşkın varlığı, ,  insanı ve hayatı,  yanılma payı olmadan hakkıyla teslim eden yüceliğin batıni boyutunun(ilahi vechinin) hizmetkarıdır.

 

 

 

 
 
Samsun - 07.11.2011
ahad103@hotmail. com
http://sufizmveinsan.com