Özellikle 1947 yılıyla birlikte başlayan
soğuk savaş süreciyle, dünya insanlık
ailesinin önüne mecburi iki seçenek
bırakılmıştı:
Ya Enternasyonal Komünizm
Ya da Emperyalist Kapitalizm.
Bir yanda, sınırsız bir birey
özgürlüğünün, sınırsızca insanın
sömürüsüne adanmış bir Kapitalizm ile
diğer yanda sınırsızca insanlığın
rahatlığı uğruna, sınırsızca bireyin
sömürüleceği Komünizm. İki arada bir
derede bırakılmıştı insanlık. Her iki
tercihin sonu da karanlıktı ve bedeli
ise kandı. İnsanlık, zaman nehrinin
acımasız akışında boğuşsa da her zaman
içindeki sevgi mevhumunu ve
bilinçaltındaki merhamet ve şefkat
hislerini muhafazayı başarabilmiştir.
Materyalizmi referans alan maddeci
karanlık odakların, insanları kamplara
ve hiziplere ayırıp birbirine düşürme
gayretlerine rağmen insanoğlu ortak
değerler manzumesi çerçevesinde barış ve
kardeşliği hâkim kılabilmiştir. Manevi
değerler, bütün olumsuzluklara ve
tertiplere rağmen muhafaza
edilebilmiştir. Özellikle Anadolu
insanımız, genetiğinde barındırdığı
mistik unsurları ve yetenekleri aktive
ederek her türlü kaos ortamında ışığı
yakalayabilmiş, karamsarlık ve olumsuz
zihinsel tutum ve yaklaşımları, olumluya
dönüştürebilmiştir.
İnsanımız üzerinde en çok oynanan
oyun, şüphesiz ki ayrıştırma ve kamplara
ayırma çabalarıdır. Belli mihraklar
tarafından sürekli olarak kurgulanan bu
senaryo, özellikle ideolojik ve siyasi
temelde insanları robotlaştırarak
cephelere ayırmak, karşıt güçler
oluşturarak birbirine düşman kitleler
şeklinde kendini göstermiştir. Bu da
sonuçta toplumu ayrıştırmış, iş
nihayetinde kan dökmeye kadar
gidebilmiştir ne yazık ki. Bu da bir
toplum için en büyük kayıp olsa gerek.
Ayrışmanın odaklandığı ve düğümlendiği
en önemli nokta ise özellikle sol
kesimin referans aldığı ünlü iktisat
teorisyeni Karl Marks’ın “din afyondur”
tespitidir. Marks, kanaatimce, evrensel
nitelikli insani değerler bütünü olan ve
tüm kozmosu kapsayan bir sistemi ifade
eden dinin öz değerlerini değil, göksel
tanrı imajı temelinde şekillenen ve
insanı kitleler halinde uyutan,
geleneksel(tradisyonel), şekilci ve
bağnaz yapıdaki anlayışı kastetmiştir.
Zira bu sapkın din anlayışı, insanları
adeta afyon yutmuş robotlara
dönüştürmektedir. Oysa ki insanlığın
sahip olduğu zaman ve mekan üstü ve
dolayısıyla boyutsal derinlik ve
keyfiyetteki evrensel değerler bütünü
olan din, insanı birey olarak
şuurlandırmaya ve kendi öz değerlerini
ve özündeki ilahi kuvveleri ve
yetenekleri keşfetmeye davet etmektedir.
Evrensel değerler sistemine ise fıtrat
diyoruz. İnsanın yaratılış programı olan
fıtratının ifadesi vicdanıyla örtüşen
her değer, özellikle Batı tarafından
evrensel insani değerler olarak
tanımlanmaktadır. Bu değerler sistemi de
muhteva olarak, dünya insanlık ailesinin
mutluluğu için gerekli temel unsurların
tümünü, evrensel düzeyde ihtiva
etmektedir diyebiliriz. Hal böyleyken,
önemli bir kitle, bu temel değerlerin
tamamen zıttı olarak hareket etmiş,
özellikle ilahi mesajlarda vurgulanan
tanrı ve tanrılık kavramının olmadığı
gerçeğinin tersine, insanı vahdet(mutlak
birlik) anlayışından mahrum bırakan
tanrısal keyfiyetli bir sapkın din
anlayışında bloke olmuştur. Bu çarpık
anlayış da maalesef beraberinde kan,
gözyaşı, yıkım ve kaos getirmiştir.
Belli bir kitle de Marks’ın söylemini
yine yanlış değerlendirmiş, mistik yaşam
unsurlarını tamamen elinin tersiyle
iterek dünyevi yaşam anlamında seküler
bir yaşamın sınırlı kaydı altında
kalakalmıştır. İşte tam bu noktada
mistik yaşam nasıl olmalı sorusuna cevap
aradım:
Öncelikle, en başta gelen vahim hata,
insanları ideolojik ve siyasi temelde
değerlendirmek ve onları bu doğrultuda
kategorize etmektedir. Oysa ki hepimiz
farklı hayat görüşlerinde olsak ta aynı
öz cevherden gelmekteyiz ve öz boyut
olan kuantsal enerjik yaşam boyutunda
bir ve aynı şeyiz. Aslında ünlü
Romancı Alexander Dumas’ın bir
romanındaki söylemiyle “hepimiz
birimiz içiniz ve birimiz hepimiz
içiniz”. Ayrılık ve gayrılık, sadece
çokluktan tekliğe bakış açısını ifade
eden nazari zahiri bakış ve
değerlendirmede söz konusuyken tekten
çoka bakışta ise mutlak birlik vardır.
Bu ise yaratılmış tüm canlı birimleri
aynı tek yapının farklı yansımaları
olarak müşahede etmek demektir ve öz
tevhid anlayışını ifade eder. Aslı olan
teklikten çokluğa bakışla pramidin
tepesinden varlığı ve yaşamı
değerlendirebilmektir. Bu da rahmet
nazarının ta kendisidir. Bu anlayış da
otomatik olarak tüm yaratılmışlara
insani olarak rahmetle muameleyi
getirir. İnsanların düşüncelerinden ve
hayat tarzından dolayı suçlanması, hor
görülmesi kadar yanlış bir tutum olamaz.
Genel bir kanı vardır mesela. Sol
görüşlü insanlar inançsız ve dinsizdir
şeklinde bir genelleme yapılır. Temelden
yanlış bir değerlendirmedir. Zira biz o
insanın gönül dünyasına ve Rabbiyle olan
münasebetine gerçek anlamda vakıf
olamayız. Sırf söylemlerine ve
davranışlarına bakıp örneğin kader
olgusunu reddetmesi ya da bir takım
ateist söylemleriyle değerlendirmemiz
bizi hataya sevk edebilir. Belki o
insan, dinini zahiri olarak şekil
yönüyle yaşayan bir avam insana göre,
batın yönüyle çok daha içsel derinlikli
bir manevi irtibat içerisinde olabilir,
bu mümkündür. Size basit, yaşanmış bir
yaşam örneği verebilirim. Sosyalist
görüşün önemli sembol isimlerinden şair
ve düşünür Nazım Hikmet’in ilginç
bir yaşam kesiti vardır. Bir kadir
gecesi akşamı birkaç dostuyla Moskova’da
bir camiye girer ve saatlerce içeride
kalır. Özellikle manevi atmosferden çok
etkilenir, adeta kendinden geçer. Hatta
bir ara duygu yoğunluğuyla fenalaşır
gibi olur. Kısa sürede kendini toplar ve
hatta yanındaki arkadaşlarına aldığı
lahuti tesirleri aktarır. Yine bir şair
olan Yusuf Hayaloğlu da meşhur
bir şiirinde kendini önde gelen
Resullerin isimleriyle özdeşleştirmiş,
mitolojik unsurları da birleştirerek
oldukça mistik içerikli diyebileceğimiz
şiirler oluşturabilmiştir.
Kör kuyuların dibinde Yusuf’tum
Kerbela çölünde Hüseyin.
Zindanlarda Cem Sultan, sehpada
Pir Sultan
Kaçıncı ölmem, kaçıncı dirilmem
bu!!
Tanrılardan ateş çaldım,
Yıllarca üst üste tutuştum yandım,
Bir anka kuşu gibi anne, kendimi
külümden yarattım diyerek insanın
döngüsel keyfiyetteki mistik
tecrübelerini, olgunlaşmada çile ve
ıstırabın kaçınılmazlığını veciz
ifadelerle dışa vurmuştur. Örnekler her
zamanki gibi çoğaltılabilir.
Demek ki insanı salt dünya
görüşünden dolayı yargılamak bizim
işimiz olmamalı sevgili dostlarım. Amaç,
insanlığın kardeşliği ve ortak yaşam
kültürünü tesis etmekse şayet bu aslında
hiç te zor değil desem çok mu abartmış
olurum acaba?.
İnsanlık kendi hayatındaki, öz
benliğindeki yalnızlığını kişisel
sorunlarını politik sorunlara
dönüştürerek rejimler üretti. Kana
boğulan, iğdiş edilen insanlık tarihi
hep insan zihnindeki ve kalbindeki o
kopkoyu karanlıktan, kendini üretirken
başkasını yok eden o bencil, bireyci
doyumsuzluktan, o tam kavramı
bulunmayan vahşilikten doğdu. Mistisizm,
yüce yaratıcının karanlığından(mutlak
karanlık olan Ahadiyet boyutu) beslenen
bu evrensel yapıda yine o mutlak
varlığın aydınlık olan diğer yüzüne
yüzünü dönmüşlerin yoludur. Allah
ismiyle tanımlanan aşkın varlığı, ,
insanı ve hayatı, yanılma payı olmadan
hakkıyla teslim eden yüceliğin batıni
boyutunun(ilahi vechinin) hizmetkarıdır.