Yaşam, gelişen ve evrim geçiren bir özelliğe
sahiptir. İslamiyet’in ilk kuşağı da yaşamı böyle
algılıyordu ve buna göre yaşamının her boyutunda
geniş yatay ve düşey hareketler gerçekleştiriyor ve
o çağın tüm dünyasını kapsayarak düşünce,
yaratıcılık ve üretime yöneldi. Bu hareketin
azametini ancak İslam öncesi Arapların yaşamının hiç
bir ilerleme kaydetmediğini ve sözde yerinde sayan
bir yaşam olduğunu ve bu yaşamı İslam sonrası
Arapların yaşamı ile mukayese ettiğimizde anlarız.
Bu çok yönlü ve gelişen hareket tüm dünyanın takdir
ettiği bir medeniyetin şekillenmesine sebep oldu. Bu
yüzden İslam peygamberinin yaşamını yansıtan sünnete
uymak yerinde olur. Gerçekte kim yaşam yaratıyorsa
sünneti şerifi nebeviye bağlı kimselerdir ve sıra
dışı meselelerle uğraşanlar asla yaşam yaratıcısı
olamaz ve sünneti şerifi nebevinin izleyicisi
sayılamaz.
Bu doğrultuda akla gelen ilk şey, Hacer suresinin
47. ayetinin kavramıdır.
ونزعنا ما فی
صدورهم من غل اخوانا على سرر متقابلین
Bu ayeti kerime elbette ki cennet ehli olanlar
hakkında konuşuyor, ama ayrıca önemli bir konuya
değiniyor, şöyle ki kardeşlik gönüllerden kinleri
silmekle olur ve bu gerçek fani dünya için de
geçerlidir.
Zaten İslam peygamberinin ilk görevi ve misyonu da
bundan başka bir şey değildi.
یضع عنهم اصرهم والاغلال التی کانت علیهم
(Araf suresi, 157. ayet)
Bu ağır yükler gerçekte insanı erdemlilik ve kendi
yaşamında ilerlemeden alıkoyan kayıtlar ve bağlardı.
Bağlar ve yükler yaşamı ölüme ve hareketi durgunluğa
ve evrimi tekrara ve ilerlemeyi yerinde saymaya
dönüştürür.
Bağlar ve yükler insanın yaratıldığı çamurun
tabiatına sahiptir, eğer belli bir ölçüyü aşarsa bu
değerli varlıkta ilahi demi yok eder.
İnsan yaşamında bu bağlar ve yükler tarihi şartlar
ve geçim şartları gereği çeşitli türleri söz
konusudur. Bu gün biz milliyetçilik, etnik
eğilimler, particilik, kabile ve aşiretçilik ve
diğer bağlara tanık olmaktayız ki her biri
yaşamımıza kök salmış ve hepsi ümmetin bencillik
duygularından kaynaklanan bağlar ve zincirler olup
yağmacıların bize musallat olmasına vesile olur.
Aşağılık ve zilletin bir çeşidi de fırsatları
kaybetmek ve sürtüşmelere dönüştürmektir. İslam
dünyasının izzetini ihya etmek için elde edilen her
fırsat hızla elden gidiyor veya elden gitmesinde en
önemli etken olan etnik yaklaşıma kurban gidiyor.
İran’da İslam inkılâbı zaferi hala tazedir. Bu
inkılâbın zaferi İslam ümmetine yeni bir yaşam
kazandıracak izzet ve onur dalgası yarattı, ama
kuşatmaya maruz kaldı ve ateşe tapan Farslarla
mücadele adına yıkıcı bir savaş dayatıldı.
Afganistan’da da İslami grupların dünyanın ikinci
süper gücü yani eski Sovyetler birliğine galip
gelmesiyle yeni bir izzet dalgası başlayacak oldu
ama bu zafer de bu ülkeye büyük bir faciaya dönüştü.
Irak’ta da milletin yolunda birçok şehit veren ve
şehit Sadr mektebinde yetişen bir grup Müslüman
gencin ülkede iktidarı ele geçirmeleri için şartlar
hazırlanmışken Safevilerle savaş adına hala devam
eden yıkıcı bir savaşla karşılaştılar. Lübnan’da ise
İslami direniş Müslümanların tarihinde en büyük
zaferi elde etti, ama bu zafer de bazıları
tarafından göz ardı edildi ve etnik grupların
karşılaşmasına dönüştü.
İslam ümmetini aşağılayan bir başka yöntem de İslam
dünyasının bazı Arap TV kanallarında gösterilen
programlardır. Bu kanalların yayınları daha çok
Müslümanları aşağılamaya yöneliktir ve izledikleri
yol, Müslümanları düşman karşısında psikolojisini
bozmak İslam dinini hurafe dini olarak lanse
etmektir.
Bu yüzden biz nebevi siyeri irdelemek ve medeni –
evrensel çerçevede, yani Müslümanların nebevi
siyerde izzet ve onurunu amaçlayan bir programa
ihtiyaç duymaktayız.
Bu araştırma eğitimcileri ve medyayı Müslümanların
izzet kültürünü geliştirmekte yardımcı olabilir.
Bizler hepimiz güncel yaşamımızda bu bilgilere
ihtiyaç duymaktayız. İzzet ve onur önemli bir
medeniyetin temelleri ve yaşam kaynağı olup tarih
boyunca Eflatun’dan Fukoyama’ya kadar tüm
filozoflarla idrak edilmiştir. Umulur ki Müslümanlar
da bu önemi kavrayarak yaşamları ve medeniyetlerini
yeniden ihya etmeye çalışsın. |