14
Nisan 2009
Yazmayı istediğim bazı konular
vardı... Birlikten söz ederken mertebelerin
atlanamayacağı, yani vahdette kesretin, kesrette
vahdetin daima esas olduğu; devran ile yeniden
bedenlenme konusu arasındaki farklar, zikir konusu vs...
Bazı okurlarla bu ve daha
başka konuları içeren çok güzel yazışmalarımız oldu...
Hazır onlara yazmışken, derli toplu olanlarından
bazılarını sizinle de paylaşmak istedim.
Her okurun mesajı bendenizde
mahfuz olduğundan ve mahrem kabul ettiğimden okur
mesajlarına, soru ve cevaplarına yer vermedim. Konunun
ne olduğu, ne tür bir soruya cevap olduğu gayet
anlaşılır olduğundan sadece kendi yazdıklarıma yer
veriyorum.
Okurlara cevap niteliğinde
olduğundan ve hemen hemen bir değişiklik / sansür
uygulamadan bütün doğallığıyla aktarmak istediğimden
muhtemel yazım hataları, cümle düşüklükleri vs. için
peşinen özür dilerim...
....Şimdi,
sanıyorum bizlerin sıkıntısı varlığı gerçek anlamda
“bir” görememekten kaynaklanıyor. Yani, birliğe kafamız
yatıyor, ama hal etmediğimiz için bir yerlerde
takılıyoruz. Bir tek ruh, bir tane ADEM olduğu için
erenler emaneti birbirine devredebilir. Bu reenkarnasyon
demek değil. Mesela, yanyana duran 5 tane buzdolabı
düşünün. Bunları çalıştıran enerji, BİR olan
elektriktir. Eğer elektrikten bahsediyorsa ruhu
devrediyor, ama buzdolabından bahsediyorsa buzdolabını
devredemez. Buzdolabının devri olmaz.
Lütfi Filiz
yine şöyle bir örnek verir, niye buzdolabı devredilmez
konusu daha açık olabilir:
Bir
ağaçtaki yapraklar düşüp döküldüğü zaman yerine yenileri
çıkar. Ama yeni çıkan yaprak düşen yaprağın aynı
değildir. Fakat o da yapraktır ve o ağaçtandır.
Yine Lütfi
Filiz der ki: “Bir Zat ve Sıfat’tan başka birşey yok!”
Zat vahdet ya da RUH ya da Adem, Sıfat ise çokluk alemi,
yapraklar, vs...
Yani
mertebeleri düşünmek lazım ne dendiğini anlamak için, ne
işaret edildiğini anlamak için. Hatta iki gün önce
okuyordum ben de, şöyle diyordu bir yerde Lütfi Filiz:
“Mertebeleri es geçemeyiz, ağacın kabuğuna meyve
diyemezsin. Hepsi bir ise,
buğday yeme, saman ye!”
Sanıyorum
mertebeleri düşünmek lazım! Bir şey dendiğinde Zat mı
işaret edilmiş, sıfat mı?
(Bir
tohumda bütün ağaç gizlidir. Ağacın kabuğu da, yemişi
de, dalı, yaprağı da hep beraber ağacı meydana getirir.
Ağaca ağaç dediğimde VAHDETtir. Her birim ağaçta ve
ağaçtandır diye kalkıp da ağacın kabuğuna meyve
diyemeyiz! Bütün ağaç meyvayı oluşturmak için çalışır.
Meyve insanı kamildir. Dolayısıyla o ağaçta diken de,
kabuk da, her ne var ise gereklidir, lazımdır ve ağaçla
aynı hakikattendir. O yüzden ehlullah herkesi bu
noktada bir görmüş. Tohumdan (ahadiyet) bakınca,
hepsi SENSİN demiş. İş tohumdan çıkıp zahir olunca yine
hepsi SEN yani O olmakla beraber ağacın kabuğuna yemiş
denmez. Gaye ağacın kabuğu değil, meyvesi olsa bile
ağacın kabuğuna “sen gereksizsin veya ağaç değilsin”
denmez. O nedenle ağacın bütün birimleri HAK olmakla
beraber kabuğuna meyve diyemeyiz!)
...Evvela,
İslam’da enkarne inancı olmadığını unutmadan söyleyeyim:
Çocukların ruhunun Musa’da toplanmasını “mertebe” olarak
düşünebilirim. Yoksa Musa “bedeninin” içine yüz tane ruh
sokulması olarak düşünmem. Hele Allah herkese bir ruh
verirken, Musa’ya yüz tane...Vah Musa’m vah! Bunu
aşağıda anlatmaya gayret ettiğim, “bardaktaki su
damlasını” okuyunca sanırım daha netleştirirsiniz, inş.
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=135
İslamda
kesin olarak enkarnasyon inancı olmadığına dair bu linki
okumanız, inanıyorum, yeterli olacaktır. Lütfen
okuyunuz.
İkinci
olarak, devran ile çok ilgilenmemin başlıca sebebini
izah edeyim:
Zahir
uleması varlığı iki görüp, başlangıcımızı ruhlar alemi
ve babamızın menisi olarak açıklar. Yani ben doğmadan
önce babamın spermindeydim; oraya da ruhlar aleminden
geldim!
Şimdi bu
benim kafama hiç yatmaz! Allah dahi bizi topraktan
yarattığını söylemektedir. O topraktan ben de çıkmışım,
ıspanak da çıkmış, solucan da... Üstelik onların önemli
bir kısmını ben yiyorum. Ve vücudumuz bir başka canlı
meydana getiriyor. Vücudumuz yiyeceklerle ayakta
kalıyor. Bu yemek yeme olayı bana hep ilginç gelmiştir.
Aslında devran adeta “yemek yemek”tir. Mevlana şöyle
der:
“Âlemde her
şey bir şeyi yemektedir. Âlem adeta, yenen ve yiyenden
ibarettir.
Toprak
yağmuru yer, meyveler yetişir; insan meyveleri yer de
can hayat bulur. Fakat yeni bir can ve bakışa sahip
olmak için bazı yemeleri terk etmen gerekir. Bebek
memeyi ve sütü bırakırsa önüne meyveler ve enva-i çeşit
yemeklerden oluşan bir sofra açarlar. Sen de lokma
yemeyi azalt da can sofrana farklı bir âlemden taamlar
açılsın.”
Devrana
bakarak varlığı zahiren birlemek mümkündür (başka
türlü “Hüvezzahir” diyemeyiz!). Çünkü herşey gelir
anasıra dayanır. Bugün için daha da alt mertebelere
gitmek, işte atomdur, enerjidir vs demek mümkün. Ama ben
bir görmedikten sonra neye yarar?
Şimdi açık
olması için şöyle bir misal vereyim:
Camdan
yapılmış bir sürahi ile bardağı düşünelim. Efal aleminde
ele alırsak, - ki size mertebeleri düşünmek lazım
derken burayı kast etmiştim – sürahiye bardak, bardağa
da sürahi diyemeyiz.(“Allah kiminizi kiminize üstün
kılmıştır” – ayet) İkisinin işi farklıdır. Bu İŞ durumu
efal alemini yaratır. Halbuki ikisi de camdır ve
şekilleri de büyüklükleri de, üzerlerindeki motif de
geçicidir. Bütün varlık da sürahi ile bardak gibidir.
Hepsi sanki camdan (anasır-ı erbâ) yapılmış.
Gel gör ki,
böyle diye, mesela insana tavşan diyemem. Fakat ikisini
salt “cam” olarak gördüğümde sürahi de bardak da birdir,
diyebilirim ve de demeliyim ki Hüvezzahir’i bulayım.
Başka türlü bulamam. Hep bardak, sürahi dersem, iki
görürüm. Camı idrak edersem o zaman bir görürüm. Ve
bu bir görme bana kesreti de inkar ettirmiş olmaz. Amaç
da budur. Yoksa, hepsi birdir deyip sürahiye
bardaklık yaptırmak, intizamı
bozmaktır.
Devran öyle
devran ki tam bir recycling var. Geçenlerde bozulan bir
yemeği çöpe dökerken çok üzüldüm “Allah’ım sen affet,
nimetini ziyan ettik” derken aklıma yemeğin aslında
ziyan olmayacağı fikri geldi. Çünkü lağıma da düşse en
sonunda toprağa gidecek, orada arınıp yeniden devrana
katılacak!
Bu toprak
işte öyle toprak ki hiç bir şey onda ziyan olmuyor!
(Tasavvufda toprak mürşiddir, gönüle giren menziline
kavuşur!)
Allah bozuk
bir yemeği dahi ziyan ettirmiyor! Ziyanlık bizde! Bizim
niyetimizde! Ameller niyetlere göredir, hükmü ne kadar
da doğru! Ve Allah’ın bütün amelleri sırf hayır! Ben
çöpe dökerim; O toprağa gönderir, devrana katar, can
verir, hayat verir! Ey güzel Allah’ım!
Demek ki
her şeyi anasır olarak düşünürsem ortada bir tek ZAHİR
esması kalır. Zahirî “öz”ünden bahsedersem sürahi de
bardak da camdır. Fanidirler. Kırılırlar (Kahhar esması
tecelli eder) ama yok olmazlar. İlahi “geri dönüşümle”
birleşir koskoca, pırıl pırıl bir vazo oluverirler. Yine
camdırlar. Bir şey fark etti mi?
Fakat
benlik sahibi insan “hayır ben illa bardak olarak kalmak
istiyorum” veya “neden ben sürahi değilim” der. Oysaki
kendimizi cam olarak görsek bunları demeyiz. İşin aslı
bir tek esma var zahirde: Hüvezzahir. Biz onu çoğaltıp
bu ottur, bu böcektir diyoruz. Onların işlerine bakıp
bunu dersek mesele yok. Yine sürahiye bardak
denemeyeceği gibi. O zaman efal alemi olmaz! Kesrette
vahdet, vahdette kesret bulmak hüner imiş!!
Bu işin
beden, “kap” kısmı.
Peki
kapların içi boş mu?
Tabi ki
dolu. O da Hüvelbatın.
(Böyle düşünmek bana ne
kazandırdı? “99 esmadan 2 esmaya indim”. Kesretten
vahdete, “O” bir tek esmaya doğru yürümüş oluyorum!)
Onu da yine
misalle anlamaya çalışalım:
Nasıl ki
sizin parmağınızla benim parmağımın bir farkı yoksa
sizin sevincinizle benim sevincimin de bir farkı yok! “O
gün arz içindekileri boşaltacak” manasındaki ayet
bizler için de geçerli. Ben ölünce, bardağım kırılınca
içindeki “su” dışarı çıkacak. Esasen o su, yani bir
“damla”, deryadan gelmişti. Ve yine deryasına kavuşacak.
Yıkılan dökülen bu alem: “Cam”
Ama can
aleminde ayrılık yok! (aslında cam aleminde de
yok!) Sizin sevincinizle benim sevincim farklı mı? Aynı
şeyi hissediyoruz. Ne hal üzere yaşarsak o hal üzere
ölürüz. Onun için gaye hayvan huylarından arınmaktır.
Derler ki: arz yarılıp, yani içimiz dışımıza
çıktığında içimizde ne varsa o suretlenecek. Mesela
emmare mertebesindesiniz ve çok kincisiniz. O zaman
insan olarak değil, deve olarak suretleneceksiniz,
gibi...Kibri olan da herhalde şeytan olarak
suretlenecek...
Tabii,
ahiret aleminde “suretlenme” nasıldır, ne demektir?
Orası bana kapalı. Sadece ilmel yakin anlayabiliyorum.
Anladığım da budur.
Eğer ki siz
terakki edip kötü huylarınızdan arınırsanız,
ruhlaşırsanız, bardak kırılınca içinden ruh çıkar ve ruh
deryasına kavuşur. Ene çıkarsa enesine kavuşur! Yani siz
iç aleminizde “sevinç” iseniz sevinç denizine döner,
sevinç damlası iken sevinç denizi olursunuz. Fakat
içiniz “kin” dolu ise, kin denizine döneceğiniz için
“aman Allah” diyorum.......
Unutmadan, ahirette terakki yok, terakki bu alemde ve
iki defa gelmek yok...Başka bedene girmek falan da yok.
Aslına dönmek var..
Ancak ve
ancak;
“Deniz”
açısından baktığınızda gelen de giden de O değil mi?
Şöyle
söyleyeyim: Siz ölünce hayat bitmiyor. Başkası doğuyor.
Yeni bir bardak yapılıyor. Zahir bir tek esma ve
çalışıyor, durmuyor... O bardak boş mu? Hayır. Yine
içine bir damla “sevinç” konuyor! Veya “kin” vs....
Senin
sevincinle benimki veya onunki farklı mı? Değil.
Öyleyse her
damla SENsin. Çünkü deniz sensin...Cam da sensin.
Bilmem
anlatabildim mi?
Gelen de
sensin, giden de sensin...
Denizden aldığın her damla aynı
değil mi? Sonra o damla denizine döndüğünde ve denizden
tekrar bir damla alındığında ne diyelim ona? Aynı damla
mı diyelim, başka damla mı diyelim?
Varlığı
iki esma olarak gördüğümüzde ve “derya”dan baktığımızda
durum böyle... Ama benlikte ısrar edersek “bu bardak
benim” dersek, içim de dışım da BENim, dersek, çok
KIRILIRIZ... Hiç acımaz bardağı kırarlar... Onun için
benim demeyip deryaya atmak lazım. Beden kalıbından
çıkmak, kurtulmak lazım.
Tasavvuftaki “gelip gitme” hadisesi de anladığım
kadarıyla budur. Esma mertebesinden baktığınız zaman
geçerlidir. Aslında ortada bir tek HAK esması yok mu?
Her ölende, her doğanda aynı esma gelmiyor mu? Esma
nasıl bölünsün?
***
Yeri
gelmişken;
Nefs ve ruh
ayrı yapılar değil. Bunu Lütfi Filiz, hatırlayın, çok
güzel izah eder. Bana doğduğumda bebek derler,
yaşlanınca “kocakarı”. Ama aynı benim. Nefs de bir
anlamda “şeytaniyetten” başlıyor. Ya şeytan olarak
kalıyor veya ruh mertebesine geliyor.
“Adem’e
secde edin” batın ortamında anlatılıyor. Ya onun zahiri?
Hani meşhur
bir Hz. Ali menkıbesi vardır: Önünde yaşlı kadın varmış
da sabah namazına geç kalmış, falan. Peygamber Efendimiz
(sav): “Onun şeytan olduğunu anlamadın mı?” diye
soruyorlar. “Anladım ama suretine saygı gösterdim” diyor
Hz. Ali.
....“El
tut” deyince, derler ki hemen: “Allah var, ben kula
kulluk etmem!”
Şeytan da
öyle diyor!
Allah’a,
din gününe, azaba, kısaca her şeye inanıyor ama “kula
kulluk etmiyor!”!!!
Şimdi,
bizim handikapımız şu: “bizde Ruh var, hepimiz ademiz”
diye düşünmemiz. Çünkü şeytan ayrı, melek ayrı, ot ayrı,
böcek ayrı... Bunları TEK olanın gelişim aşamaları, her
mertebede aldığı isimler olarak düşünmeyişimizden
kaynaklanıyor hatamız. Bir sürü hayvanlık yaparak
“eşrefi mahlukatız” demek hoşumuza gidiyor. Biz Adem
değiliz, adem olmaya namzetiz. Enteresan ki
şeytanımız müslüman olunca Adem oluyoruz. Öyleyse,
kim müslüman oluyor? BEN kimim aslında?
Lütfi
Filiz’den kopya çekeyim: BURALARI İYİ DÜŞÜNMEK
LAZIM!....
.......Söylediklerinizi düşününce Ebu Cehil’e ne
diyecegimi bilemedim!
Şimdi, bir
tarafta dünyadan haberi olmayan balıkçı, diğer tarafta
alemlere rahmet olarak irsal olunan Zat bir kişiye
tebliğde bulunuyor ve o kişi (Ebu Cehil) inanmadığı gibi
bir de O’na (sav) düşman oluyor!
Şimdi Ebu
Cehil yeniden bedenlense ne olur? Resul’e inanmayan sana
bana mı inanacak? Adam inanmayacaksa karşısına peygamber
çıksa inanmıyor. Bunu düşünmek lazım.
Şu konuda
size katılıyorum: Zahir uleması insanı hemen cehenneme
atmak ister. Bu Kur’an’a da uygun değil. Allah
uyarmadıklarına azap edecek olmadığını bildirmiş zaten.
Balıkçının da bir rabbi hassı var. O da “esma”
(!) nihayetinde...O çok iyi kalplidir, balıklara çok iyi
davranır, cennetlik olur. Kötü kalplidir, balıklara
eziyet eder, Allah balığın hesabını sorar. Kalkıp da
bildirmediği Kur’an’dan ayet sormaz! Alemler Kur’an
zaten. Balık ‘kitap’ değil mi?
İşin aslı
şu ki biz zıtlardaki hikmeti bilmiyoruz. "Gerçek iman
küfürde bulunur" diyor bilenler. O bakımdan küfrün
bile bir hikmeti olduğuna inanıyorum. Biz bilmiyoruz
hikmet ehli olmadığımız için. Dünyanın çoğu “kafir”.
Çin’de bir getto da doğan, ayda 20 dolarla karnını
doyurmaya çalışan çocuk bizim şu konuştuklarımızı belki
hiç bir zaman bilemeyecek. Zahir ehli işte bunu düşünüp
küfürde hikmet aramıyor. Bir ağaçtan murad meyvesi
olsa bile dalı da yaprağı da olmak zorundadır. Yaprağa
“sen niye meyve değilsin?” denmez. Birisi yaprak olacak
ki o da meyve olabilsin.
Bütün
murşidlerde olgunlaşan “Hadi” esması olduğuna gore,
insan kendi murşidine “Ya Hadi” diye esma
mertebesinden (!) bakarsa Ali, Veli gormez. O kişi
irtihal ettiğinde yeni bulduğu Hasan’a da “Ya Hadi”
diyecektir. O zaman Ali ile Hasan arasında fark kalır
mı? İkisi de “Hadi”. Hadi’nin hiçbir yere gittigi de
yok. Hep var. Elbise değiştiriyor. Ya da ”gelip giden”
Ali, Veli, Hasan değil: “Hadi”. Bu iki yaklaşım
arasında bir fark yok! Yeniden bedenlenmiyor yani.
Zaten tek beden! Tek esma.
Onun için
iş mertebelerde ve zıtları bir görüp görmemede
düğümleniyor. Bu da lafla, akılla değil, OLmakla oluyor,
anladığımca...
Bir ayette:
“Allah'ım bizi yeniden dünyaya gönder de biz de
iyilerden olalım derler, böyle bir şey mümkün değildir.
Olsaydı bile, onlar yine aynı işleri yaparlardı”
üzerinde çok düşünmek lazım...
..........Allah bir çok veli yaratmamıştır. El-Veli,
Allah’ın ismidir.
Bu şunun
gibi: Zahir de Allah’ın ismidir. Çokluk alemi o isimle
görünür.
Zahirler
yoktur. Zahir vardır.
Ama biz
çokluğu zahirler gibi algılarız..
Veliler de
yoktur aslında “Veli” vardır.
Hani
kırklar hakkında “biri kanayınca hepsi kanar” gibi bir
laf vardır. Şimdi tam hatırlayamayacağım.
Yine Pir
Sultan: “Biri kırktır kırkı birden sayılır” diyor.
Böyle...
Veli,
Allah’tır..
Siz kime
secde ediyorsanız İnsan-ı kamil de ona secde edecek
tabiiki...
“Allah’a”...
.........Bakınız, size tavsiyem bilemediğimiz ve
bilemeyeceğimiz şeylerle uğraşmamanız..
Bunu “abla”
tavsiyesi kabul ediniz..
Ben
nereden bileyim Rasullerin özündeki ilmi ve secdeyi?
Öyle değil
mi?
Herkes
kendi ne ise ancak onu bilebilir.. Ben rasul de değilim,
veli de değlim.. Ancak onlara iman etmişim. O kadar...
Ne
yaşadıklarını ancak kendileri bilir..
Biliyorum
diyen, kalkıp risalet anlatan atıyordur.
Vahiy mi
gelmis kendisine de risaleti anlatıyor?
Nerden
biliyor?
Senin benim
gibi kitap okumuş.. En fazla okuduğunu anlatabilir.
O zaman sen
de oku, sen de anlatırsın...değil mi?
Bu iş
değil, gaye bu değil !!!
Tasavvufun mecazlarla dolu olması hakikatin
anlatılabilir bir şey olmamasından kaynaklanır.
Ehlullah,
boyle der...
“ne
anlatırsın köre, ince ince renkleri”
Ehline göre
biz körüz. Hakikat bilmediğimiz bir alem...
Bizim
hakikat diye konuştuğumuz şeyler ehli katinda
“komik”tir..
Yaşamak
lazım..
Sen de ki:
Ben nasıl yaşayayım?
Sana ne
elin yaşadığından değil mi, kardeşçiğim?
Sana ne
faydası var?
Bu noktada
pragmatik olmak lazım!
“Hedefime
en kolay ve hidayet üzere nasıl varabilirim?”
Pratik
peşinde koşmak lazım, teoriyi bilmenin bir yararı yok.
Bütün
meyve isimlerini bilsen ne olur?
Armudu bul,
ye de karnın doysun !!!
Öyle değil
mi?
Şu şöyle bu
böyle, esma, sıfat demenin bir faydası yok ki..Tasvvuf,
hal ilmidir.
En tuhafıma
giden şeylerden biri de kırk sene odun taşıyan
Yunus’a lâf edilmesidir…
Ân-ı
daimden bahsedip de “Bu devirde kırk sene
odun mu taşıyalım Allah’a ermek için. O devirler geçti!”
yaklaşımı ve çelişkisi…
Kırk sene
odun taşımak için YUNUS olmak lâzımdır, bu bir.
Sor
kendine: “Sen” Yunus musun?, bu da iki....
O gönülü
göremeyen körlüğüne yansın! Ne diyeyim ki....
Yansın
da “görsün”, inşallah!
Kırk
sene odun taşımak şöyle dursun, taşıyana bile sabrımız
yok!
Yunus
taşıdı odunu, biz isyân ediyoruz. Niye?
Çünkü biz
akıllıyız! Taşımayız biz!
Paramız
var, hamal tutarız!
E, tabii
devir değişti… “Terk-i dünya” dünyayı terk etmeden
oluyor artık…
Zikirmatikle oluyor zikrullah! Bir kenarda tesbih
çekerek, odun taşımadan, internet başında oluyor
artık Hak’la vüsul!
Ne âlâ!
“Dünyadan
geçemiyorum ben” de, kurtul.
De, hiç
değilse Yunus’a lâf etme.
Ne
sanıyoruz acaba, od-unsuz, yanmadan Hakkı
bulacağımızı mı sanıyoruz?
Herkes
od-uncu olamaz ki. Taşıyamaz od-unu! Yakar
od-un!
Yanmak var
bu işte!
Hem sen
nasıl aşıksın? Ne aradığını sanıyorsun sen? Kimden söz
ediyoruz biz? Amcandan, halandan, komşu kızı Selma’dan
değil. Allah’tan, Allah’tan !!! Alemlerin Rabbine
kavuşmaktan söz ediyoruz biz...
Od-unla,
yüreğinde yanan od-unla aramıyorsan, bulamazsın O’nu!
Ateş
cehennem ise ve herkes cehennemden geçecekse, geçeceksin
sen de cehennemden, çekeceksin od-unu...
Yana yana
bulacaksın O’nu! Od’unda bulacaksın!
Internet
başında ayaklarını uzatıp da, üçü bir arada
kahveni yudumlayarak değil!
....Avama
niye söyleniyoruz ki? Birincisi adı üstünde avam...
kaldı ki biz de avamız. Ya biz neyiz? Genel kültür
seviyesinde bir din dersini bile tartışma konusu
yapıyoruz. Sonra avamı din hakkında cahillikle,
taklitçilikle suçluyoruz. “Dinin hakikatinden avamın
haberi yok!” İşin aslı şu ki avamın hiçbir şeyden haberi
yok. Taklidinden bile habersiz bir sürü insan tanıyorum
ben şahsen. Abdest almayı bilmiyor ve zaten de almıyor..
Öyle bir şeye karşı.. Sabah duşunu alıyormuş o zaten..
Ama adı müslüman adı. Ahmet, Mehmet... Kınamıyorum
kesinlikle. Fakat durum budur.
....İşte,
insanlar dini hiç bilmiyor, yanlış biliyor vs. Eyvallah!
Hepsi doğrudur. Pekalâ, nerede öğrensin bu halk dinini?
Kim öğretiyor? Herkes imam hatip lisesine mi gitsin? O
kadar çok imama ve hatibe mi ihtiyacımız var bizim? Kim
doktor mühendis olacak? Peki bir doktorun maneviyatı
olmasın mı? O nerede, nasıl öğrenecek dinini? Anası
babası din bilmeyen ne yapsın?
....Bu
koskoca din bir “namaz hocası” kitabınına indirgenirse
böyle olur tabii... Hani bunun Mesnevisi, Marifetnamesi,
musikisi, edebiyatı, edebi? Avam biziz, kendimizden
başka avam aramayalım. Kendimizi suçlayalım.
....Eskiden
ben de öyleydim. Hiç hoşlanmazdım dini işlerden. Otuzuma
kadar marjinaldim. Bunları bugün böylece derken, din
dersine vs. karşı çıkanları anlayabiliyorum, diğer
taraftan da.. Din dersi ne ki “inandığım gibi
yaşayacağım” uğruna çocuğumu sünnet ettirmeye bile
karşıydım ben. O yüzden, kendi hallerime bakınca kimseye
kızamıyorum. Susuyorum ve sadece Allah’ın kulları
üzerindeki tasarrufuna şaşırıyorum. Diyorum ki: Ben de
öyleydim ama şimdi de böyleyim! Nerden nereye? Allah’ın
nasıl evirip çevirdiğini görünce yalnızca O’na olan
teslimiyetim artıyor. Ve kendimde bir şey göremiyorum o
zaman; var olanın O’nun tasarrufu olduğunu anlıyorum
sadece... Nasıl diler, öyle yapar! Susmayı öğrenmemiz
lazım.
....
Kimselere kızmayıp, bildiğimiz kadar Hak’kı söyleyelim
sadece. Zulme razı olmayalım ama duyuran Allah’tır.
Duyacak olan duyar, duymayan duymaz. Duyurana
bakalım biz, kulakla uğraşmayı bırakalım.. “Ya Muhammed,
sağırlara sen mi duyuracaksın?”
Ben üç
senede “erene” rastlamadım... 7-8 sene kendi başına veya
filanca abinin / ablanın tavsiyesi ile esma zikredip de
bunalıma düşenler bildim sadece... Onu da şuraya iki
satır yazı yazmaya başladığımdan beri öğrendim.. Yoksa
öyle dini bir çevrem falan yok.. Gelen maillerde
rastlamadım, yani... Zaten rastlasam da inanmam o
kişiye...
Eğer kendi
başına “esma” zikretmek olsaydı, Resulullah (sav) vermez
miydi esma formüllerini ümmetine? Esmayı O’ndan
öğenmedik mi? Esmayı tefekkür tamam ama “benim şu
esmanın manasının tahakkukuna ihtiyacım var, bugünlerde
çok sevgisizim, biraz Ya Vedud çekeyim” falan
demek...İnanılır gibi değil... Hiç böyle birşey yapanı
duymadım, kırk sene daha yaşasam aklıma böyle bir şey
yapmak da gelmez. Allah şeytana uydurmasın...
.....Bunlar
ilaç gibidir. Kim takip ediyor, kim kontrol ediyor
ilaçlarınızı?
Hiç kimse!
6 senedir
zikir çekiyorum ve sadece bunalımdayım diyor birisi...
Ve hala bırakmayı düşünmüyor. Düşünmediği gibi bir de
benden yeni zikirler istiyor! Pes!
Kesiniz,
yapmayınız... Niye ibadet uyduruyorsunuz, efendim? 10
tane esma seçmiş günde biner kere tekrarlıyor. 10 bin
defa!!! Ne demek bu siz biliyor musunuz? Del’ olur
insan, del’ olur! Del’ olur, dağlara düşer... Aman!
Ya
ehlini bulunuz ya da şeriata uyunuz ki “emin”
olasınız...
Ondan sonra
Yunus 40 senede erdi diyorlar, beğenmiyorlar... Sen ne
yaptın? Erdin mi altı senede? Erdiysen de Allah bilir
nereye erdin!!! Erdin ama “imdat, nasıl kurtulurum bu
vesveseden” diyorsun...
Tasavvuf
bir denizdir, denizdir amma, hiç mi duymadınız,
denizle şaka olmaz! Deniz inci mercan doludur ama bu
denizde vurgun yemek vardır. Boğulmak vardır bu
denizde... Kaybolmak vardır denizde.. Bu denizin senden
başka canılıları vardır... Bırakmazlar sana kolay kolay
bu denizi...
Resul’e
(sav) bile ilk vahiy 40 yaşında geliyor, 18 yaşında
değil...
Miraca
52 yaşında çıkıyorlar... 25 yaşında değil...
O ki
alemlere rahmet... Felekler O’nun için yaratılmış...
Biz kimiz?
Söyler misiniz, biz kimiz ki
kendi başımıza esma çekip de miraca çıkacağız?!
Alemlerin
aslı hayaldir, ete kemiğe büründüm vs büyük zatların
işin finalinde söyledikleri sözlerdir. Yürümeye
burdan başlanmaz, efendim. Bu şuna benziyor: İlk okul
1 talebesine matematik dersi veriyorsunuz ama
integralden başlıyorsunuz matematik anlatmaya!
Bakınız; ilk beş sene çocuklara sadece “doğal” sayılarla
işlem öğretiyorlar okullarda... “Doğal” sayı... Bir
elma, iki elma.. Negatif sayı yok ilk beş sene... Çocuk
eksi 2 elmayı değil düşünmek, hayal bile edemez.
“Eksi elma” ne demek? İnsan hayal edemediği birşeyi
akledemez, fikredemez, zihni de gelişemez. Alemler hayal
bile olsa bizim o hayallere ihtiyacımız var... Hayal
deyip kestirip atamayız. O hayalleri düşünmemiz
gerekiyor. Nasıl bir aleme gideceğimizi bilmiyoruz. O
yüzden bu alemi iyi değerlendirmemiz gerekiyor.
Alemlerin
aslı hayaldir demek, doçentlik tezidir. Bizler ise ilk
okul talebesiyiz. Önce parmaklarımızı sayarak dört işlem
öğrenmemiz lazım. Logaritma çok sonra...Tepeden
öğrenilmeye başlanmaz tasavvuf. Benim sürekli BU’dan
HU’ya dediğim bu basit öğrenme gerçeğine dayanıyor.
Kaldı ki Ehlullah bu hayal sözünü NİSPETEN ifade
etmiştir. Yani, alemler VÜCUDU MUTLAK’a NİSPETLE yok
veya hayal hükmündedir. Yoksa mutlak yokluk anlamında
değil. Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan da yok
olmaz. Bir NİSPET sözü, anlamı o kadar değiştirir ki...
Ya insanın
Allah vergisi sağlam bir muhakemesi olacak veya
matematik, mantık, geometri ve felsefe çalışacak..
Çalışacak ki muhakemesi gelişsin.. İnsan bir laf ederken
kendi çelişkisini görebilmeli.. “Aa yok bu olmadı. Şurda
şöyle dedim, burda böyle dedim..karıştı. Olmadı”
diyebilmeli.. Bırakınız kendisi demeyi, söylüyorsunuz da
kabul edilmiyor...
Projektör
ve TV deki hayaller bu konuda bana göre iyi bir örnek
değil... Çünkü TV’deki “hayalim” ile “ben” aynıyız...
Birebir... O hayalin bir karşılığı yok mu? Var...
Tasavvufun hayal ile kast ettiği başka bir şey,
anladığımca...
Bendenize
göre güneş daha iyi bir örnek... Güneşi vücudu mutlak
gibi düşünürsek, ışık hüzmeleri de alemler olur...
Elbetteki güneş ışığı, güneşe NİSPETLE hayaldir, yok
hükmündedir. Güneşin ışığı yok mu? Var. Ama güneş var
olduğu için var ve güneşin SIFATI olarak var. Kendi
başına yok... Müstakil değil. Hayalden bendeniz bunu
anlıyorum. Daha önce bilmem okudunuz mu, deniz ve dalga
metaforuna yer vermiştim bir yazıda. Bunlar tasavvufta
çok kullanılan mecazlardır. Yeri gelmişken: MECAZLARI
ANLAMAK ZORUNDAYIZ. Mecazlarla kavga etmeyip anlamaya
çalışmalıyız. Hakikati en iyi mecazlar anlatır. Çünkü
HAKİKAT ANLATILMAZ, YAŞANIR.
.....Cemaat
ve tarikat eş anlamlı kelimeler değildir. Bugün maalesef
cemaatlere tarikat deniyor. Siz bakmayınız benim bugün
için mürşid mürşid dediğime. Ben 3 sene önce mürşidin ne
olduğunu bilmediğim gibi 5 sene önce google’da tasavvuf
kelimesinin kelime anlamını araştırıyordum.. Eh, camide
tekkede büyümediğim için haliyle bana da “umacı”
kavramlardı bunlar... Fakat hamdolsun ve Allah’ın
izniyle önyargısız, objektif bir insan olmam sebebiyle
kalıpları aştım. Gerçekten de Allah çok yardım etti. Bir
yıl boyunca mürşidin gerekli olup olmadığını düşündüm,
durdum. Bir türlü ikna olmadım. Bir ruhban lafıdır
gidiyordu benim de zihnimde... Şimdi anlıyorum ki biz
daha ruhbanlığın ne olduğunu bilmiyoruz... Hatta puta
tapmanın ne olduğunu da bilmiyoruz. Bilmeden puta
tapıcıyla alay etmelere kalkıyoruz...
.......Gördüm ki bizim çok büyük bir irfan mirasımız
var... Ben irfan kelimesinin anlamını da
bilmiyordum, biliyor musunuz? Şimdi ona sahip çıkıcı
oldum bir de..:) İşte, Allah’ın işleri bunlar... Kimi
neye mirasçı yapar bilinmez....Fakat bilmeli ki cemaat
sosyal bir oluşumdur. Ortak bir dini inanç çevresinde
bir cemaat kuruldu diye o yapıya tarikat denmez.
Tarikatta kesinlikle bir silsile vardır. Tarikat, bir
arif zatın manevi gözetiminde nefis terbiyesine dayalı
olarak seyri süluk yapılan yerdir. Bu yer lafı mekan
anlamında değil. Çünkü bu zat gönlüyle ariftir ve gönlün
bir yere ihtiyacı yoktur...Lamekandır. O nedenle bir
kamil mürşid müridini dünyanın her yerinde irşad
edebilir. Bu ona kolaydır. Rabıta işi anlaşılmıyor.
Mürşidi olmayan mürşidin ne olduğunu bilmez. Her zaman
acizane dediğim gibi mürşid “vaiz” değildir. O, işini
“batında” yapar....
......Hangi sürüyü koyunları
kurmuş bu dünyada? Koyun kısmı sürü kurabilir mi hiç?
Sürüyü çoban oluşturur. Müridleri de mürşid seçer. İhvan
kendi kendini seçmez. Biz görmüyoruz ki... “Gören”
mürşidi kamildir. Koyunla çoban nasıl farklıysa, müridle
mürşid de öyle farklıdır. Kör gözümüzle biz nasıl
görelim mürşidi de koşalım mürşide? Mürşid görür
müridi... Mürşidin
yoksa sen “mürid” değilsindir...
“Mürşid yok”
değil.. Hele önce bir
kendimizi levm etmeyi öğrenelim biz!
An’da ne varsa, zamanda o vardır, her zaman vardır.
Musa’nın (a.s) kavmi bilmiyor diye Hızır olmaz olur mu?
Musa ol da gör Hızır’ı... “Hızır yok” deme!
.....Bugun
bazı tarikatların sıfat mertebesinde kaldığını ve bir
nevi “medreseleştiklerini” söylemek mümkündür. “Benim
şeyhim gavs” diyorlar. Babadan oğula gavs...Ne çok gavs
varmış, haberimiz yokmuş! Hangi gavs çıkar da “ben
gavsım” der, acaba? Böyle laflara itibar edilmez. Buna
müridlerin mürşidlerine muhabbeti babında tebessüm etmek
gerekir sadece. Hani, çocuklar da babalarıyla gurur
duyar ya, o hesap...(Abi kardeş – Hz. Musa ve Hz. Harun-
peygamber olduğuna göre baba-oğul da gavs olabilir..
Buna bir engel yoktur. Sadece kimi müridlerin
safiyane abartılarına dikkat çekmek istedim)
....Sıfat
mertebesinde bir şeyhe bağlanan
ilme bağlanır;
“zat şeyhini” bulan ZÂT’a
bağlanır.
Mukarrebun hep Zat’a bağlanmıştır. Mürşide gitmek, ilme
değil, Zat’a gitmektir. Bu, kişinin istidadı ile
ilgilidir.
.....Fakat
mürşidi olmayan kişi kesinlikle “mürşid” olmaz.
Gerçek mürşidler hayatları boyu efendilerini unutmaz ve
müridlerine dahi bir bilgi verirken “efendim şöyle
buyururlardı” diye kendi efendilerine fatura ederler o
bilgiyi. “Ben böyle biliyorum, bana
inanan arkamdan gelsin” filan demezler... Daima
efendileri üzerinden konuşurlar... Mürşidin mürşidi
daima bilinir. Bu işler gizli saklı değil, son derece
açıktır. Kendisinden sonraki kişiyi mürşid tayin eder.
Böylece, en sondaki kişiden başa doğru yani ilk
varise gittiğimizde karşımızda Hz. Ali’yi görürüz.
Mürşid, Ali’dir (k.v). Hz. Peygamber’den Hz. Ali’ye ve
devam eden silsile ile bugüne gelmiştir “ilim” yani
“ilmi ledün”. El ele el Hak’ka budur...Yani bütün
turık-ı aliyye bir kişidir, vesselam!
80 yaşında
bir zat-ı muhteremin 36 sene evvel Hak’ka yürümüş
efendisinden söz ederken ceketini iliklediğini
gördüm... Adını andığı anda sanki efendisinin
huzurundaymış gibi toparlandı... Kendisi de zaten
“kamil” olan bu uzun boylu muhterem, hasretle “onların
hepsinin ayakları benim başımın üstündedir” derken,
küçüldükçe küçüldü... Tasavvuf, budur efendim....Budur..
İLLA EDEB! İLLA EDEB!
Allah
bizlere de o edepten “kırıntı” nasip eylesin
inşallah....
“Tâ ezelden
aşkın ile yanmaktadır bu gönül
Yandıkça
nûruna vuslattadır bu gönül
Bir âh-ı
derûnun zevkini vermez dû cihân
Her ande
bin âh ile nûruna vuslattadır bu gönül”
Hafız Mehmet Efendi
Gelenek
YOLdur. Ve “yenilik” geleneğin içinde zaten vardır!
Yenilik için, “yolu, yenilenmek” olan YOLdan çıkılır mı
hiç? Müslümana üç günden fazla küsmek haramdır.
Yenilenmek için geleneğe küsülür mü hiç? Hani, ne
diyordu Nazım: “Bu memleket bizim!” Evet bizim. Bu
memleket de, bu İRFAN mirası da, bu İSLAM medeniyeti de
BİZİM! |