İnsan herşeyi yavaş yavaş idrak edebiliyor..Hele idrak
ettiğinin; “Ne O”lduğunun anlanmaya başlanması ile açığa
çıkanın ,“bilinmekliği istenmiş HAZİNEY-İ A’Lİ”nin
muazzam gücü karşısında, tüm acziyetiniz ile kul
olabilmeye niyet ediyorsunuz..işte yaşayarak
tanıdığımız bir zamanın babasının kaydedilmiş özel
hatıralarından yansıyanlar..Biz sadece alıntıladık ve
yeni öğrendiğimiz manalarla kendimizin de BİR-ER
“alıntı” olduğumuz gerçeği ile HÜzünle “kopya”lıyoruz...
Ali Öztaylan Beyefendi ile... "Her Şeyi Latif Görmeli"
Sohbet an'anemiz, bu defa, ehli dilin Bandırmalı Ali
Efendi, diye tanıdığı, bildiği, sevdiği bir gönül
insanına konuk oldu. Bir salı günü, Bandırma'daki
devlethânelerinde ziyaret ettik. Bir Osmanlı
Efendisi'nin âlicenablığı ile karşıladı, ikram etti,
uğurladı bizleri... 83 yaşına rağmen, meşrubat ikramını
bizlere bırakmaması, ancak o kıratta insanlara yakışan
bir nezahetti. İki-üç saatlik beraberliğimizde, gönül
dünyalarına ne kadar ulaşabilme gücümüz varsa, o kadar
nasiblendik. Aldıklarımızı bütünüyle aktarma kudretimiz
yok. İfadelerdeki lezzeti de, kağıda yansıyanlardan
yudumlayarak değil, ancak bizzat tadarak gerçek anlamda
hissedebilirsiniz. Aşağıda sunacaklarımızı okuyacak ve
"Eh, nasibimiz bu kadarmış" diyeceksiniz. İşte sohbetten
devşirdiklerimiz...
Altınoluk- Efendim aslında uzun zamandır sizlerle
böyle bir sohbeti gerçekleştirmeyi özlüyor,
arzuluyorduk. Ama kısmet bugüneymiş. Gerçekten bu tür
sohbetlerden çok faydalandık, zatı âlinizin sohbetinin
de bereketli olacağına inanıyoruz. Efendim
sohbetlerimizde umumiyetle büyüklerimizin hayatını
dinleyerek başlıyoruz. Eğer lutfederseniz
pederlerinizden, validelerinizden, ilk yetişme
zamanlarınızdan başlayalım.
Ali Öztaylan- Sohbet, ehl-i dil işi. Bizim gibi
cahillerin sohbeti ne olabilir ki! Asıl sizler sohbetin
makarrındasınız.
Efendim bendeniz Rumi 1331 doğumluyum (1915) Aslen
Rumeliliyiz, Üsküp muhacirlerinden. Bir dizi
felaketlerden sonra Rumeli'den, annem, babam, ailecek
hepimiz hicret etmişiz Türkiye'ye. İlk olarak da
Bandırma'ya yerleşmişiz. Burada Yunan işgali ile
karşılaştık. Bir müddet İstanbul'a gittik, orada da
İngiliz işgalini gördük. Malumunuz seferberlik,
Osmanlı'nın perişanlığı, kısaca maceralı, muhataralı bir
hayatımız oldu o dönemlerde.
Allah gavur işgali göstermesin, gözünüzün önünde iffet
ve namusunuz lekeleniyor.... Allah öyle bir devir bir
daha göstermesin. Bosna ve diğer Balkan ülkelerinde olup
biteni görünce insan üzülüyor...
Allah nasip etti o dönemlerde pek çok güzel insanla hem
dem olma fırsatı bulduk. Muharrem Nadir Ağalar, Süheyl
Ünver Beyefendi, Şemseddin Günaltay, Fuat Köprülü, Ali
Nihat Tarlan, Neyzen Tevfik gibi zâtlarla tanışma imkânı
bulduk. Sultan Abdülhamit'in kızı ve hanımını da yakinen
tanıma fırsatı buldum... Sultan Hamid'e kim ki ihanet
etti, bu âlemden hepsi bednâm olarak göçüp gittiler.
Bir gün Süheyl Hocayla beraber o zamanlar Beşiktaş'ta
oturan Sultan Abdülhamit'in en nazlı kızlarından Ayşe
Sultan'ı ziyaret etmiştik. Kendilerine "Efendim çok
afedersiniz efkâr-ı umumiyede şöyle bir söylenti var,
velinimetimiz efendimizin son demde bu millete beddua
ettiği söyleniyor ne buyurursunuz?" diye sordum. Ayşe
Sultan birden heyecanlanarak "Hayır böyle söyleme
evladım" diyerek titremeye başladı. "Nasıl beddua eder?
Mümkün mü femi muhsininden öyle söz çıkması, suçu ne
milletin?" şeklindeki sözleriyle bu söylenenler
hususundaki üzüntülerini belirtmişlerdi.
Altınoluk-
Efendim, Adnan Menderes'in gizliden gizliye
Abdülhamit'in ailesine yardım ettiği söylenmekte. Nasıl
gerçekleşiyordu bu yardım?
Öztaylan- Evet ben bizzat şahidim merhumun o
mazlum aileye yardım yaptığına.
Adnan Menderes Bey tebdil-i kıyafetle giderdi evlerine
ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Aman kimsenin
haberi olmasın diye de Ayşe Sultan'a tembihlerdi.
O mazlum aile gerçekten sıkıntılı günler yaşadılar son
dönemlerinde. Metruk bir köşkte hayatlarını idâme
ettirmeye çalışıyorlardı. Annesi Müşfike hanımefendi
yatalak hastaydı. Duvarlar raptiyelerle tutturulmuş
kağıtlarla kaplanmıştı. Evde kap kacak gibi hiçbir
malzeme de yoktu. Rüzgar evin bir tarafından giriyor
diğer tarafından çıkıyordu. Açtılar; en ucuz asker
sigarası kullanırdı Ayşe Sultan. İnsan o denli bir
sıkıntı içerisinde olunca sigaraya başlamaz mı?
Osmanlıyı işte bu halde bıraktık....
Osmanlıya ihanet edip bednâm olarak göçenlere bir örnek
de Çerkez Ethem'in kardeşlerinin durumu. Çerkez Ethemler
üç kardeşti. Bendeniz Ethem'i tanımazdım ama diğer iki
kardeşi, Reşit ve Tevfik'i iyi tanırdım. Bir gün
Bandırma'da bulunan köşklerini ziyaret etmiştim. Yanıma
da onları yakînen tanıyan yine Çerkez olan bir zâtı
almıştım. Tevfik Bey'in yaşlı olmasına rağmen gayet
neşeli ve dikkatli bir hâli vardı. Çekinerek ve son
derece nazikâne bir şekilde kendilerine "efendim umumi
bir söz var. Zâtı devletleri ne kadar iştirak eder
bilemiyorum ama Rıza Tevfik'ten ve Ebu Ûla'dan da
dinledim, Osmanlıya kim ki ihanet ettiyse bu âlemden
bednâm olarak göçmüştür. Siz de sarayın nimetlerinden
perverde idiniz. Sizlerin de ihanetinden bahsediliyor ne
buyuruyorsunuz?" diye sordum.
Ben daha sözlerim tamamlamadan bir anda gözümüzün önünde
kendisine felç geldi. Küt diye yere düştü. Vücudu
şişmeye, ağzı köpürmeye başladı. Hemen yanımızda Çerkez
Ethem'in cellat başılığını yapmış İsmail Bey vardı.
Açıkçası korktum. İsmail Bey'in bize bir şey yapmasından
tedirgin oldum. Neyse ki bir şey yapmadı. O halde bir
hafta boyunca can çekişti ve bağıra bağıra öldü. Bu
hadise beni bir hayli üzmüştü. Benim yüzümden felç oldu
diye düşünüyordum. Bir gün Samiha Ayverdi Hanımefendi'ye
bu hadiseyi anlattım. Vicdan azabı çektiğimi ona da
söyledim. Dedi ki bana: "Aliciğim bilâkis memnuniyete
mucip olmuşsunuz. Hiç olmazsa onun nedâmetine,
istiğfârına vesile olmuşsunuz" dedi. Ben de ondan sonra
teselli buldum.
Altınoluk-Efendim biraz daha geriye gitsek, şimdiye
kadar anlattıklarınız orta dönemlerden hatıralar.
Yetişme döneminize dönsek meselâ, ilk tedrisatınız nasıl
başladı? Kuran-ı Kerim'i nasıl öğrendiniz? Peder
merhumun vazifesi neydi?
Öztaylan- Rahmetli babam esnaftı. Kasaplıkla
meşgul idiler. O zamanlar malum maişet mühim bir
problemdi... Yetişme dönemimiz ise işgal zamanına
rastladı. Yanmış yıkılmış bir haldeydi Bandırma. Yunan
işgali olduğu zaman yedi sekiz yaşlarında idim. Yunan
bütün köyleri yakarak gidiyordu... Ekmek yok, su yok...
Neredeyse bütün ailelerde erkekler şehit olmuştu. Bizim
aileden 12 tane şehidimiz vardı. Umumi bir felaket ve
buhran içinde geçti yetişme yıllarımız. Sonra tedrici
olarak düzelmeye başladı.
Çocuk yaşlarından itibaren kitaplara ve okumaya karşı
derin bir muhabbetim vardı. Okumak, yazmak, udebâyı,
meşâyıhı, şuarâyı tanımayı çok arzulardım. Allah'a hamd
olsun dönemimizin pek çok mümtaz şahsiyetlerini tanımayı
Rabbim fakire nasip etti. Hakkari'den Şeyh Selim
Efendi'den tutun da Edirne'den Ragıp Efendi'ye kadar
Kâdirî, Mevlevî, Nakşî bir çok meşâyıhı ve üdebâyı
tanıma fırsatı buldum...
Kur'an-ı Kerim tahsilimi o yasaklı dönemde camide mum
ışığında Hoca Zekeriyya Efendiden aldım. Akşamla yatsı
namazları arasında gizli gizli bir şeyler öğrenmeye
çalışırdık. Hatta bir gün birileri hoca Kur'an öğretiyor
diye ihbar etmişler. Tabii bu gibi durumlara karşı
sürekli tedbirli olurduk. Ayakkabı giymezdik. Cami
içerisinde iki tane büyük dolap vardı. Jandarma camiye
baskın yapınca bizler hemen dolap içerisine girdik.
Mumları da sakladık. Dolaplara bakmak akıllarına gelmedi
de öylece kurtulduk jandarmanın elinden...
Bir gün İstanbul'da Babiâli yokuşundan İstanbul
kütüphanesine gidiyordum. Baktım Kur'an-ı Kerim
sayfaları yollarda uçuşuyor, bütün Babıâli yolunu
doldurmuş durumda. Arabaların tekerleri altında
çiğneniyordu. Gerçekten son derece hazin bir görüntü
vardı. Orada iş yeri olan Eşref Bey'e uğradım. Nedir
böyle diye ona sordum... Meğer Maarif kütüphanesi sahibi
Acem Naci Bey bir Kur'an-ı Kerim neşretmiş, arkasına da
dört sayfa elif-ba koydurmuş. Bunu görmüşler daha
ciltlenmeden matbaaya baskın düzenlemişler ve bütün
Kur'an-ı Kerimlere el koymuşlar. Çöp kamyonlarına
doldurup yakmaya götürüyorlarmış, çöp arabalarına
yüklenirken rüzgârın etkisiyle Kuran sayfaları yollara
dağılmış.
Altınoluk- Efendim bu memleket insanının mukaddes
kitabına karşı yürütülen bu düşmanlığı, ondan ayrı
düşürülmesi gayretlerini anlamak mümkün değil.
Şimdilerde de konuşuluyor bu mevzu. Kur'an-ı Kerim
düşmanlığı nasıl başladı, bu husus üzerinde biraz daha
durur musunuz?
Öztaylan- Öyle bir devir düşünün ki Müslüman bir
ülkede Allah demek yasak olsun....1960 ihtilalini
hatırlarsınız. Merhum Adnan Menderes mahkeme edilirken,
"Hiçbir suçun olmasa, Türkçe okunan ezanı yeniden Arapça
aslına döndürmen idam edilmen için kafidir" denildi.
"Allahu Ekber" demenin cezası altı ay hapis yatmaktı.
Çok iyi hatırlıyorum: Edincik'te imam efendi sabah
ezanını unutarak Arapça okumuştu da jandarmalar
kendisini kan revan içerisinde bırakıncaya kadar
dövdükten sonra tutuklamışlardı...
Behçet Kemal gelmiş bir kere Ayvalık'a, Cuma günü "Cuma
dersini ben yapacağım" demiş. Minbere dayanarak; "Sizler
Avrupa'ya yakın sayılırsınız, nedir bu duvarlardaki
Arapça hatlar, nasıl Türksünüz" diye bağırmış,
hakaretler etmiş...
İhtilalden sonra jandarmalar bizim dükkana da baskın
düzenlediler. Fatih'in tablosu vardı dükkanımızda! "Hâlâ
Osmanlı muhibbi misiniz?" diye darmadağın ettiler
dükkanı. Sandalyeleri, iskemleleri kırdılar. "Van'da
Kürt hükümeti kuracakmışsınız" diye suçladılar.
"Yapmayın, dedim, "Ben Üsküplüyüm. Tito ile münasebetim
olduğunu söylerseniz bir dereceye kadar. Hayal ile
rabıta kurmak mümkün değil."
Burada NATO'da çalışan bir İngiliz asker vardı. Güzel
Türkçe konuşurdu. Son derecede zekiydi. Bizimle de çok
samimiydi, sık sık dükkana gelirdi. İhtilalden sonra bir
gün yine geldi ve dedi ki "İğne ucu kadar aklı olan
devletlerde ihtilal olmaz. Çünkü ihtilal bir memleketi
%99 götürür, bir ihtimalle ayakta kalır" diyerek
ihtilali yapanları ağır kelimelerle yermişti...
Koca bir imparatorluğu teslim aldık, sonra kuşa
döndürdük, şimdi de ecdâda sebbetmekle meşgulüz. Hazin
bir durum. Şarka silâhla gidiliyor artık. Oradan
meşâyıhı kaldırdık. Topla tüfekle bir insan ıslâh olmaz
ki. O güzel insanları astık. Onlar dağdaki adama gel
diyordu titreyerek geliyorlardı. Katil silâhı
bırakıyordu. Her kavmin bir terbiye usulü var değil mi?
Bir milletin dinini elinden alırsanız ondan daha zalimi
olmaz. Dinimizi elimizden aldılar yerine ne ikâme
ettiler?
Altınoluk-Efendim sözünü ettiğiniz dönem. Türkiye'de
bir medeniyet değişiminin yaşandığı dönem. Mehmet Akif,
Eşref Edip, Ebul Ûlâ, bütün bu şahsiyetler o dönemlerde
bu medeniyet farklılaşmasının sancısını yaşadılar. Nasıl
bakıyorlardı bu değişime? Üzüntüleri, küskünlükleri,
öfkeleri, nelerdi?
Öztaylan- Ebette son derece müteessirdiler. Allah
demek suç... Vakıflar satılır mı? Cami satılır mı?
Camileri sattılar... Vakfın hududunu Allah tayin eder.
Bütün Osmanlı arazisi vakıf üzerine kurulmuştu. Bir
devlet işgal edilse işgal güçleri vakıf arazilerine bir
şey yapamıyor. Vakıf arazisi şahsi mülk olarak mütâlâ
ediliyor. Ama onlar vakıf arazilerini devletleştirdiler.
Altınoluk- Kur'an-ı Kerim'i mum ışığında cami
imamından öğrendiğinizi belirtiyorsunuz. Diğer eğitim
hayatınızı nasıl tamamladınız? Bir de zamanınızın
üdebâsıyla, şuarâsıyla, meşâyıhıyla, sülehâsıyla, büyük
insanlarıyla yakınlıklarınız olmuş. Nasıl bir sevki
tabiiyle başladı bu dostluğunuz?
Öztaylan- Muntazam bir eğitim hayatımız olmadı.
Kendi kendimize bir şeyler öğrenmeye çalıştık. Ehli
tasavvufla, ilim irfan sahibi insanlarla birlikte olmaya
çalıştık. Onlardan feyz almaya gayret gösterdik. Allah
şefaatlerine nail eylesin. Tahir-ül Mevlevî merhumu çok
iyi tanırdım... Mehmet Akif'e karşı çok büyük bir
muhabbetim vardı. Onun eserlerini okur, onun bütün
muhiti ile yakın dostluklar kurmaya çalışırdım...
Kendilerini bir kez görme fırsatım oldu. Eşref Edip Bey
ile kaldığı bir otelde kendisini ziyaret etmiştik...
Neyzen Tevfik'i bir gün Bakırköy'de hastanede ziyaret
gitmiştim. Altı ay dışarda altı ay da Şehzadebaşı'nda
bulunan Karadeniz Oteli'nde kalırdı. Hastanede baktım,
akşam nöbeti de gelmiş, saçları temelli dikilmiş, akşam
yemeği yapıyor ama ateş içerisinde. Bana döndü "Beni
niçin ziyarete geldiniz? Neyzen misiniz, musikîşinâs
mısınız, edebiyatla mı ilgileniyorsunuz, konservatuvar
talebesi misiniz?" diye sordu. "Efendim bahsettiğiniz
vasıfların hiç biri bende yok" dedim. "Fakat bendeniz
Mehmet Akif'i çok seviyorum. Mehmet Akif Bey'in
sevdikleri de benim baş tacım olur" dedim. Ben sözlerimi
tamamlar tamamlamaz "Akifim, Akifim" diye bağırarak
kendini yere bir vurdu, ben öldü diye çok korktum.
"Akifim Akifim" diye bağıra bağıra ağlamaya başladı.
Perişan oldum, ben de onunla ağlamaya başladım. Bir
zaman sonra kendine geldi. "Yavrum dedi, ben eli
öpülecek insan değilim. Ben merdûdum. Ben fâsıkım. Ben
fâcirim" dedi. "Yapmayın efendim" dediysem de dinlemedi.
"Hayır ben hıyânet ettim" dedi. Mevlevîlikte tarikata
intisap ettikten sonra bin bir gece çilesi var o çile
tamamlanmadan ayrılınırsa makbul addedilmiyor, halkayı
kopardı sayılıyor.
Hastaneden ayrılıp oteline yerleştikten sonra yeniden
kendilerini ziyarete gittim. "Oğlum yarın burada
mısınız?" dedi. "İnşaallah" dedim. "Şehzadebaşı camiinin
yanındaki meşrutalarda bir yavrunun çayhanesi var, bir
zahmet oraya uğrasanız da yarın benim geleceğimi
bildirseniz. O bazı dostlara haber versin" dedi. "O
kimlere haber vereceğini bilir" dedi. "Fakat siz de
geleceksiniz" diye bana tembihledi. Gittim söyledim.
Ertesi gün baktım Fuat Köprülüler, Ali Fuat Başgiller,
Ali Nihat Tarlan hocalar dolmuşlar. Ben de oturdum bir
köşeye. Sonra Neyzen Tevfik de geldi ve tam dört saat
süren bir ney ziyafeti sundu orada bulunanlara. Arada
bir de sohbetler yapılıyordu. Güzel insanlardı onlar.
Hattat Necmettin Efendi, Hattat Hamid, Hattat Macid ve
Halim Efendiler, tanışma fırsatı bulduğum insanlar
olarak çok güzel insanlardı. Mahir İz Bey dost tarifine
giren yârânlarımızdandı...
Altınoluk- Necip Fazıl ile de bir yakınlığınız oldu
değil mi efendim?
Öztaylan- Evet yakînen görüşürdük. Merhum
fakirhanemizde bizleri ziyarete gelir, bendeniz de sık
sık kendilerini ziyaret ederdim. Her ziyaretinden sonra
hemen polisler eve gelirler, "Necip Fazıl ne için seni
ziyarete geldi? Neler konuştunuz?" gibi sorular
sorarlardı.
Osman Yüksel Serdengeçti Beyefendi ile de tanışırdık, o
da ziyaretlerimize gelirlerdi. Parkinson hastalığına
tutulmuştu. Çileli bir ömür geçirdi merhum...
Altınoluk- İnsan olarak güzel insanlardı dediniz.
İnsan olarak güzel olmak ne demek efendim?
Öztaylan- Onların gözünde her şey lâtifti. Ehli
dil idiler, bakışları başka idi, nazarında kerih bir şey
yoktu... Meselâ Süheyl Ünver Bey. Dünyanın en kibar
insanlarından birisiydi. Bir gün beraberce gidiyoruz.
Karşımıza bir kedi çıktı. Kedi önümüzde durdu ve başladı
kaşınmaya, hazret ellerini şöyle bağladı onu bekledi,
biz de bekledik. Kedi keyfini aldıktan sonra aldı başını
gitti. Ondan sonra "Aliciğim, bizim adımımız bu
hayvancağızı ürkütseydi bir de kaza mukadder olsaydı
nice olurdu bizim halimiz" dedi. Onlar başka insanlardı.
Onların hâlini, yaşayışlarını, oturuşlarını, yemelerini,
içmelerini takip edin, isterse femi muhsinlerinden bir
kelime çıkmasın kitap tanzim edersiniz. Oturmaları,
kalkmaları her şeyleri başkaydı. Sami Efendimizin Musa
Efendimizin halleri de öyle değil mi? Başka insanlardı
onlar. "Kâmil olurmuş ehli dil doğmazdan önce ânesi"
derler. Maya öyle. Büyük ekmek büyük hamurdan olur. Son
derece lâtif, sen, ben, senin, benim gibi sözleri
bilmezlerdi.
rof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu vardı. Kendisi masondu. Bir
gün Süheyl Bey'e gelerek "Masonluk adına, vaz ettiğiniz
sistemi kökünden yıkacağım" dedi. Süheyl Bey'in başkan
olduğu kürsünün şeyhi o olacaktı çünkü. Süheyl Bey'in bu
sözden dolayı gönlünün incindiğini ve onun ölümüne
yolaçtığını biliyorum.
Bazı iddiaları bulunmasına mukabil Suheyl Bey mason
değildi. Hatta bir gün Hasan Basri Çantay merhum Suheyl
Bey'in, Cevat Rifat Atilhan'ın mason listelerinde ismi
olduğunu söylemişti. Ben de kendisine "Efendim bu
haberin menbaı mevsuk mu?" dedim. "Mevsuk tabi" diyerek
celallenmişti. Bir müddet sonra Süheyl Bey'le Tıp
Fakültesindeyiz. Suheyl Bey bana rikâ tarzında Osmanlıca
yazılmış bir mektup uzatıp okumamı istedi. Okudum fakat
bir şey anlamadım. Ne maksatla verdiğini de bilemedim.
Bir şey anlayamadığımı halimle kendilerine izhar ettim.
"İmzaya dikkat buyurun" dedi. Baktım üç tane yıldız,
müselles şeklinde. Mektup, İsmail isminde bir şahsa
aitti. Bu zât Suheyl Bey'in yakınıymış. Suheyl Bey "Bu,
mason imzası", dedi. "Bu şahıs ile aile kurbıyetimiz
bulunmaktadır" dedi. "Derecesi artmış bir kimsedir.
Ahirete imansız göçmüştür" dedi. Aman efendim aile
kurbiyetiniz var, hükmetmeyin buna göre muameleye tabi
olur, şehadetiniz kabul edilir, yapmayın dedim. "Hayır
Allah kendisine sebb edene aldırmaz, Resulüne toz
kondurmaz. Masonlukta derece Resulûllah Efendimiz'e
yaptığı hakaret nispetinde olur. Bu onlardandır" dedi.
Bir ara "Efendim zâtı devletlerinize hiç mason olmanız
yönünde bir teklifte bulunuldu mu?" diye sorma cesareti
gösterdim. Dedi ki "Şuna inanın, ben hususiyetimde çok
resmiyimdir. Benim hayatta dost olarak kabul ettiğim üç
insan vardır. Siz, Necmettin efendi, bir de Mahir İz
hoca bu isimlerin dışında hiç kimseyle samimi
değilimdir" dedi. "Japonya hariç bütün dünyadaki mason
localarının başkanlarını bilirim", dedi. "Bizi de
aralarına katmak gayesine matuf olarak tüm dünya
seyahatlerinde düzenli olarak bizlere refakat ederlerdi.
Ama hiçbir zaman onların bu emellerini açma fırsatı
vermedim onlara" dedi. "Masonluk bir Yahudi tarikatıdır,
bu tarikat ile dünyayı Yahudi tasarrufunda tutarlar"
derdi. Bir Yahudi çocuğu en az yedi lisan bilir, derdi.
Bu konuşmadan sonra bendeniz Ali Fuat Başgil Hoca'ya
Hasan Basri Çantay Hoca'ya, sizler böyle böyle
diyorsunuz ama durum bundan ibaret diye uzun bir mektup
yazdım. Bilâhare Süheyl Bey'in mason olmadığı bir çok
yerde ilân edildi....
Efendim, onun için her şeyi lâtif görmekte fayda var.
Her şeye Muhammedî bir gözle bakacaksın. "Ben ne küfrü
teftişe memurum, ne hayrı tespite memurum" diyerek
herkese karşı hüsnü zan üzere olmak gerek. Hiç kimse
hakkında su-i zanda bulunmamak lâzım. Filanca şahıs
şöyle kötü böyle kötü diye konuşmamak lâzım. Ne mâlum
beş dakika sonra tüm kötü huylarından kurtulmayacağı.
Vaktiyle bir rüya görmüştüm. Rüyamda bir papaz; "Ali
efendi; ben sizin tanıdığınız Vasil'in babası Papa
Kantriçko'yum. Öleli sekiz sene oldu. Mezarım Kazaklar
köyünde. Ben müslüman doğdum. müslüman yaşadım ve
müslüman öldüm. Fakat emri Peygamberî, izhar etmeme emri
verildiği için, müslümanlığımı izhar etmedim. Fakat
kilisede hiçbir zaman teslisten bahsetmedim. Hep
Allah'ın birliğinden, tevhitten bahsettim. Şimdi vakti
geldi, siz benim nâşımı alıp, müslüman mezarlığına
nakledeceksiniz" dedi. Ben de rüyada nakli kubûru
gerçekleştirdim.
Sabahleyin uyandım, Allah Allah dedim. Sonra Kazaklar
köyünde böyle bir zâtın bulunup bulunmadığını öğrenmek
için oraya bizzat gittim. Sordum, gerçekten de sekiz
sene önce ölen Kantriçko adında bir papazın olduğunu ve
aynı zamanda Vasil'in babası olduğunu öğrendim. Vasil'i
tanıyordum ama babası Kantriçko'yu tanımıyordum. "Nasıl
birisi?" diye sordum, "Çok iyi bir gâvurdu" dediler.
"Hayrı seven, okuduğu insanları iyi eden, müslümanları
çok seven, bütün gününü kilisenin altında bulunan
hücresinde geçiren mazbut bir insandı" dediler. Bir
zaman sonra Vasil dükkana geldi, arkadaşları da vardı
yanında. Vasil'e, "Sana bir şey anlatacağım ama
doğruluğuna inanmanız için Hıristiyanlıkta mukaddes olan
ne varsa, onun üzerine de yemin edeyim" dedim "Ali Bey
ben seni çok seviyorum ne lüzum var yemine" dedi. Öyle
deyince gördüğüm rüyayı anlattım. "Böyle böyle ben senin
babanı bu şekilde gördüm" dedim. "Allah" dedi küt diye
yere attı kendisini. Arkadaşlarına, "demiyor muydum ben
size babam Müslüman diye. Aldınız mı cevabı" dedi.
Bir gün Ali Haydar Efendi'deyiz. Evde Ömer Nasuhi Bilmen
Hocaefendi, Yekta Efendi, Fuat Efendi hep beraber
yemekte oturuyorlardı. Bendeniz bu rüyayı bir kağıda
yazarak Ali Haydar Efendi'ye ilettim. Ali Haydar
efendinin kulakları o zamanlar biraz ağır işittiği için
yazarak derdimizi anlatıyorduk. Fakat Haydar Efendi
benim ilettiğim kağıdı okumadı. Derken Ali Haydar Efendi
yemeğin ardından benim yazdığım kağıdı okumamasına
rağmen bu mevzuyu açtı. Benim gördüğüm rüyanın sahih
olduğunu, nakli kubur olduğunu, şimdi gidilse yerinde
bulunamayacağını, naşının nur olduğunu, tekbirlerle
yerinden kaldırılıp, müslüman mezarlığına
nakledildiğini, yarın âhirette onunla buluşacağımızı
anlattı... Demek istediğim, istisnalar kaideyi bozmaz
ama zahir hakkında hüküm vermek pek doğru bir şey değil.
Altınoluk - Osmanlı efendiliğinin, her şeye hüsnü
zanla bakmanın evvelce öğretildiği yer neresiydi
efendim? Osmanlı hanımefendisi, beyefendisi olmak ayrı
bir şahsiyetti değil mi efendim?
Öztaylan- Osmanlı'da hammaldan tutun da boyacıya
kadar herkes terbiyeden nasiplerini almışlardı. Umum
öyleydi. İstanbul'un kedileri köpekleri, Avrupalılardan
daha terbiyelidir denirdi. Çünkü kediye ayağıyla vuran,
kuyruğunu bağlayan yoktu.
Eski kıraathanelerde herkes masaların etrafında toplanır
kendi âleminde çayını içer sohbet ederlerdi. Masaların
üzerilerinde de çıngıraklar bulunur, yüksek sesle
konuşulduğu veya gürültü patırdı yapıldığı zaman
kıraathane sahibi hemen çıngırağı çınlatır ve "Edep ya
Hû" diyerek sükûnete davet ederlerdi. İstanbul'un eski
tulumbacıları bugünün beyefendilerinden bile daha
terbiyeli idi. Umumî hava öyleydi. Kadınların tekneden
kıyıya çıkacakları zaman, tekne sahibi eline değmesin
diye ceketinin kolunu elinin üzerine doğru çeker, öylece
hanımların kolundan tutup karaya çıkmalarına yardımcı
olurlardı. Her semtin beyefendisinin kendisine has
hasletleri vardı. Beşiktaşlı başka... Emirganlı başka...
Üsküdarlı başka... Kimse birbirinin önünden geçmez...
Herkes birbirlerine yol verme nezaketi yüzünden
tramvayları kaçırırlardı. İşte tüm bu güzelleri yıktık
ama yerine ne ikâme ettik?
Altınoluk - Efendim Türkiye'nin bugünkü haline
bakılarak tekrar o çileli döneme doğru gittiğimizi
söyleyebilir miyiz?
Öztaylan- Bilemiyorum ama ye'se kapılmamak lâzım.
Evladı Resûl'den Hüseyin Fevzi Paşa Hazretleri vardı.
Doksan küsur yaşlarındayken ihvanıyla birlikte Gönen'e
kaplıcalara gelmişlerdi. Orada halvet olduk. O zaman
kendisine "Efendim" dedim, "Ahvâli umûmiye hakkında soru
sormak sû-i edeptir ama affınıza sığınarak, sormak
istiyorum; mazur görün, zaman zaman ye'se düşüyoruz
dedim. O da "Evet, ümit nur, ye's zulmettir ama
geçenlerde fakirde de böyle büyük bir ye's hali meydana
geldi. Ceddim Hz. Ali zuhur etti. "Ya evladım, ye'se
düşme Allah Türkleri seviyor yine dinini onlarla teyit
edecek tebşirinde bulundu" dedi.
Ehli Salip de bunun farkında, onun için bütün gücüyle
hep Türkiye üzerine gelmekteler. Amerikası Avrupası hep
Türkiye'yi yanlarında tutmaya çalışıyorlar. Biliyorlar,
Türkiye onlardan uzaklaşırsa, İslâm dinine daha çok
yaklaşacak. Onun için bizlerin çok uyanık olması lâzım.
Müslüman feraset sahibi olmak zorunda.
Yirmi küsur sene hizmetinde bulunduğum, sonra bizi Sami
Efendi hazretlerine teslim eden, Müftis - Sakaleyn ve
huzur hocalığı yapmış olan Ali Haydar Efendi derdi ki
bizlere; Oğlum camiye girdiğinizde ekseriyet takkesizse,
siz de takkenizi cebinize koyunuz. Öğle ve yatsı
namazının son sünnetini dört rekat kılmak efdâldir ama
camide değil evinizde. Herkesten evvel camiye girip, en
son çıkan olmayın, camide evrâdı ezkâr ile meşgul
olmayın." böyle söylerdi... Efendi hazretleri ütüsüz
pantolon giymeyin buyururlardı. Ütüsüz olursa namaz
kılıyor demekti. Zaman malum değişen bir şey yok ki.
Fakirhanede Ali Haydar Efendinin ve diğer pek çok büyük
zâtların cübbeleri, sarıkları var. Evde bile giymeye
teeddüp ediyorum. Evimdeyken, yalnızken onları sarmaya
utanıyorum. Birkaç kez niyetlendim giymeye muvaffak
olamadım, öperek tekrardan yerlerine koymak zorunda
kaldım. Onlar libâs-ı manevî, büyük insanlara mahsus.
Hatta Ali Haydar efendinin sırtından çıkartarak
verdikleri gömlekleri, mesti, cübbesi var. Sami
Efendinin kıymetli eşyaları var. O mübarek insanların
giysilerini, öldükten sonra naşıma giydirin diye vasiyet
etmeye bile utanıyorum.
Ali Haydar efendi vefat ederken yanındaydım. Tam ölüm
döşeğinde bulunduğu sıralarda, "Allah" deyip bir kalktı
ama sanki zelzele oldu. Hemen ardından da kelime-i
şehâdet getirerek ruhunu teslim etti mübarek...
Altınoluk- Efendim biraz da Sami Efendi hazretleri
ile olan hatıralarınızdan bahseder misiniz?
Öztaylan- Sami Efendi hazretlerinin hakka
yürüdüğü gece, gökyüzünde güneş, ay tutuluyor, mahşeri
bir hal. Nedir bu hal diye düşünmeye başladım. Sonra
Sami efendi hazretlerinin vefatını öğrendik.
Gökyüzündeki bu hareketlilik onun matemiymiş. İki saat
sonra telefon geldi Sami efendi hazretlerinin âlemi
cemâle yolcu olduğunu öğrendik. Sami efendi hazretleri
hep sükûtu ihtiyar eylerlerdi.
Altınoluk- Sami Efendi hazretlerinin sükûtu esnasında
sizler ve orada bulunanlar neler hissederdi?
Öztaylan- Sessiz, sözsüz olan sohbetlerde daha
bir derûnîlik olur malûmâliniz. Sukutilikte gönül
muhabbeti başlar. Frekanslar değişiyor mütemadiyen,
kulak alıyor, göz alıyor, ondan sonra gönüllerde
derûnîlik başlıyor.
Altınoluk- Ali Haydar efendi sizi Sami efendi
hazretlerine nasıl gönderdi?
Öztaylan- Ali Haydar Efendi Alemi Cemâle
teşrifinden sonra mânen, bir vedâ dersi yaptı. "Sizi
Sami Efendi'ye teslim ediyoruz" dedi. Sonra Bursa'ya
Sami Efendi hazretlerini ziyarete gittik. Sohbet sonrası
Sami Efendi "Merhum sizi bizlere teslim etti" dedi.
Utanmıştım. Derslerimi sordu, sonra "Şunları da
teberrüken yaparsın" diye yeni dersler verdi.
Eskişehir'de Hacı Hilmi Efendi hazretleri vardı. Hacı
Abdullah Efendi'nin hulefasından. Üç halifesi vardı.
Kırkağaç'ta Karkaszâde, Avran'da İbrahim Efendi bir de
Bergamalı İbrahim Efendi hazretleri vardı. Eskişehirli
Hilmi Efendi baktım fakire tazimde bulundu, "Fakiri
birisine benzetti, tevafuk mu oldu" diye aklımdan
geçirdim. "Sizler Haydar ve Sami Efendilerin teveccühüne
mazharsınız" dedi. Utandım eyvah keşke gitmeseydim dedim
kendi kendime. Allah himmetlerine nail eylesin. O büyük
zatlar bir sevdiklerini bir daha bırakmıyorlar. Onlar
ihvanını cennete girdirmeden kendileri girmezler. Merhum
"Allah rızası için bizi bir kere ziyaret edeni biz
unutmayız" derdi...
Sohbetin sonuna yaklaştığımız sıralarda, hepimizi
derinden etkileyen bir cemileye şahid olduk. Ali
öztaylan Beyefendi'nin muhterem refikaları, odaya
girerek, bütün içtenlikleriyle yanımızda götürmemiz için
hazırladığı ikramları kabul etmemizi istedi. Sonra da,
yine o zerafet içinde ikramları nasıl hazırladığını
bizlere uzun uzun anlattı...
Yetim olarak yetiştiğini belirttikten sonra, "Yetmiş
altı yaşındayım, okumam da yok güzel evladım. Birinci
sınıftan terkim. Sonradan eski Türkçeyi öğrenebildim.
Allah bizim ömrümüzü size versin, çok titizimdir,
tiksinmeyin bir şeyimden, elimi yüzümü yıkar, şalvarımı
giyer, başımı toplar, otururum hamurun başına" diyerek
samimiyetini, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ
sürdüregeldiği misafirperverliğini en güzel şekilde
ortaya koydu.
Bu arada devreye aynı safiyet içinde "evin reisi" girdi.
"Anneniz saftır, temiz kalplidir ama ikramı gönüldendir"
dedi. "Malumunuz gönülle bir şey ikram eden o feyze gark
olur. Gönülsüz verilen şey ise sıkıntı yapar. Biz elli
beş senelik evliyiz, birbirimizi hiç incitmedik
elhamdülillah. Misafirlerine boy abdesti almadan hizmet
etmez. Yedi evladı ve onların çocuklarını yetiştirdi.
Sonra bizim gibi adamların kahrını çekmiş, Allah
cennetine koymaz mı kendisini? Allah'a "Yarabbi ahirette
beni ona hizmetçi kıl" diye dua ediyorum. Ben de onun
ile cennete girmek istediğim için böyle dua ediyorum
tabii !"
"Dareyn saadeti böyle oluyor herhalde. Nedir bunun sırrı
efendim?" diyerek o güzel İslâm ailesinden güzellikler
almayı ümid ediyoruz. Cevab yine tevazu derinlikleri
içinde:
-Bilmiyorum ama annenizin iyiliği herhalde. Bizim gibi
adamı idare etmişler
ALTINOLUK DERGİSİ’NDEN ALINTIDIR..
**********************************
BANDIRMA'LI ALİ ÖZTAYLAN EFENDİ
HAZRETLERİ
Altı Ağustosta bir güneş battı: Edebin, zarafetin,
inceliğin, hayanın, güzelliğin erişilmez temsilcisi
Bandırma'lı Ali Öztaylan Efendi Hazretleri Hak’ka göçtü.
Kendisini yıllarca önce tanıma şerefine nail olmuştum.
Çok değerli eşim Rahmetli Rana Hanımefendi ile beraber
bir adli tatilde geziyorduk. Allah’ın güzel bir lütfu
olarak yolumuz Bandırma’ya düştü. Şehri gezdik. Çok
sıcak bir yaz günüydü. Yorulduk, terledik, serinlemek
için dondurma yiyeceğimiz bir yer aradık. Esnafa sorduk,
bize Süt Evi’ni tavsiye ettiler. Aradık, bulduk. Kapıda
Ali Öztaylan Süt Evi yazıyordu. İçeri girdik. O günü hiç
unutamayacağım. Girmemizle beraber yepyeni bir dünyaya
adım attık. Ya Rabbi, kelimelerle anlatılmayacak kadar
özenli bir temizlik, bir zarafet, bir edep ve estetikle
sarılıverdik. Duvarda inanılmaz güzellikte bir hat
yazısıyla yazılmış Besmeleler, Allah, Muhammeden
Resulullah ve La İlahe İllallah levhaları vardı.
Hangisine bakacağımı şaşırdım. Akıl almaz bir güzellik
bizi sanki büyülemişti. Biraz sonra efendiliğin,
inceliğin, kibarlığın simgesi bir garson geldi. Önce
“Hoş geldiniz” dedi, sonra “Ne getirmemi emredersiniz?”
dedi. Dondurmalarımızı söyledik. Getirdiler. Yemeye
başladık. O güne kadar hiç böyle muhteşem bir dondurma
yememiştik. Sonra tabakları toplamaya gelen garsona; “Efendim,”
dedim. “Bu dükkânın sahibi kim?” Birden yanı başımızda
Rahmetli Ali Öztaylan’ı gördük. Hiçbir kalemin tasvir
edemeyeceği, hiçbir dilin anlatamayacağı bir edep ve
incelik örneği ile yumuşacık, tatlı, sımsıcak bir ses
tonuyla, “Bu dükkânın hizmetkârı benim, efendim,” dedi.
Birden ürperdim, heyecanlandım. Gözlerim doldu. O güne
kadar bir insanın bu kadar ince ve zarif olabileceğini
düşünmemiştim. Beni anladı. Yine çok zarif bir hareketle
yanımıza oturdu. Konuştuk. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir
mısraında;
“Ve bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel”
der. İşte o ruh halini ben Ali Efendi Hazretleri’nin
yanında hissettim. Göğsüm doldu, öyle heyecanlıydım ki,
sevincimden, mutluluğumdan hıçkıra hıçkıra ağlamak
istiyordum. Ya Rabbi, bütün mânevi değerleri alt üst
olmuş, bütün mânevi güzelliklerini kaybetmiş bir
toplumda böyle bir insan nasıl yetişebilir? Acaba bir
rüya mı görüyordum. “Ah” diyordum, “Efendi Hazretleri’ne
sımsıkı sarılsam, başımı omuzuna koysam, ağlasam,
ağlasam…” O gün hayatımın en güzel gününü yaşıyordum.
Efendi Hazretleri konuştu, biz dinledik. Dinledikçe
ayaklarımız yerden kesiliyor, bir mânâ âleminde
yükseliyorduk. O güzel günü diğer başka ziyaretler takip
etti. Her vesileyle Bandırma’ya geliyor, o güzeller
güzeli insanın doyumsuz sohbetleriyle erişilmez hazlar
yaşıyorduk. Merhumun Bandırma’da bir de çok sevdiği
Noter Latif Bey vardı. İkisi arasındaki dostluğu,
arkadaşlığı, samimiyeti anlatabilmem imkânsız. Gerçi
anlatabilecek bir kalem de düşünemiyorum. Aklın,
havsalanın alamayacağı bir sevgi, bir saygı ve bir edep
çağlayanıydı o dostluk. Merhum, arada yanında Latif Bey
olduğu halde Ankara’ya gelir, bu arada fakiri de ziyaret
etmeyi ihmal etmezdi. Karşımda onlar otururken hangisine
bakacağımı şaşırırdım. Mânâ güzelliği, sanki o iki
insanda somutlaşmıştı. Birbirlerine hitap tarzları,
bakışları, ses tonları öyle yüceydi ki, ağlamamak için
kendimi zor tutardım. Ali Efendi Hazretleri bir cemiyet
fedaisi gibiydi. Kendini mânen ve maddeten insanlara
adamıştı. Bir gün telefonu çalar. Ali Efendi, o her
zamanki edebi, inceliğiyle ahizeyi kaldırıp, “Buyurun
efendim, emredin” der. Karşıdaki ses, yanlışlıkla taksi
durağı yerine Süt Evi’ni aramıştır. Hazret, ona
yanıldığını söylememek için, “Hay hay efendim,” der
“emredersiniz. Yalnız adresinizi lütfeder misiniz?”
Sonra dışarı çıkar, bir taksi bulur, ücretini verir. “Bu
adresten bu zatı alın, istediği yere götürün.” der.
Zaman zaman elinde birkaç paket tatlı kutusuyla
meyhaneye gider, sarhoşların masasına oturur, ayran
içerek onlara eşlik eder, yeri geldikçe çok ince
metodlarla onları Hak yola davet ederdi. Bir çok
Bandırma’lı, bu şekilde içkiyi bırakmış, sonsuzluk
kervanına katılmışlardı. Sofradan ayrılmazdan evvel
tatlı paketlerini sarhoşlara verir, “Aman kardeşim, bunu
yengeye götür, özür dile, gönlünü al, seni hırpalamasın”
derdi. Zaman zaman özellikle bayram ve kandil
gecelerinde yanında kandil simitleriyle geneleve gider,
simitleri dağıtır, onların gönüllerini alır, dertlerini
dinlerdi. Bu şekilde tövbekâr olup genelevi terk eden
bir çok kadın vardı. O sanki bir iyilik meleğiydi. Hiç
de layık olmadığımız halde, her gidişimizde bana da,
Rahmetli eşime de sayısız iltifatlar eder, gönlümüzü
alır, göz yaşımızı silerdi. Dönüşümüzde hediye
paketleriyle bizi Ankara’ya yolcu ederdi. Bir gün Süt
Evi’ne resmi üniformalı bir takım insanlar gelir.
Duvardaki o harikulâde güzel hat yazılarına ve Fatih
Sultan Mehmet’in o herkesin bildiği, tanıdığı, ressam
Bellini’nin yaptığı meşhur tablosuna bakarak, “Sen,”
derler, “Osmanlı hayranısın. Eski yazı taraftarısın.
Utanmıyor musun?” diye hakaret ederler. Ve suç delili
olarak duvarda ne var, ne yok alıp götürürler. Hazret
çok üzülür. Günlerce ağlar. Ama elden ne gelir ki? Bir
çok defalar evine baskın yaparlar. En nadide, en
kıymetli eserlerini bir daha vermemesiye alıp götürürler.
Gidiş o gidiş, elden ne gelir?
Ali Efendi Hazretleri, küçük yaşından itibaren ilme,
güzel sanatlara, estetiğe hayran olmuş, âşık olmuş, bir
güzel insandır. Tek arzusu, insanlara kaybettikleri
güzellikleri yeniden kazandırmak olmuştur. Ama o devrin
her şeyi önüne katıp götüren rüzgârı içinde bunu kime
anlatabilirdi? Dili, Ali Efendi Hazretleri kadar,
kelimelerin en ince nüanslarına kadar dikkat ederek
kullanan kimse görmedim. Adına öz Türkçe denilen
öldürücü, yok edici, kültürün kökünü kazıyıcı o çirkin
cereyana hiçbir zaman kendini kaptırmamıştı.
Kaptıranlardan da hoşlanmazdı. Dil, yaşayan, gelişen,
duyguyla, düşünceyle yürüyen bir muhteşem olaydı. Dıştan
müdahalelerle onu zorlamak, barbarlıkların en korkuncu,
en çirkini değil miydi?
Bir gün Behçet Kemal Çağlar konferans vermek için
Bandırma’ya gider. Süt Evi’ne uğrar. Duvardaki
levhalardan çok rahatsız olur. İleri geri söylenir. Ve
arkadaşlarıyla beraber Hazret’in evine baskına gider.
Ali Efendi, bir saat müsaade ister. Gusül abdesti alır.
En güzel elbiselerini giyer. Misafirlerini büyük bir
hürmetle karşılar. Sohbet sırasında Ali Efendi, Behçet
Kemal Çağlar’a döner, “Efendimizden bir istirhamda
bulunabilir miyim? Sizin onuncu yıl marşında yazdığınız
bir mısra var:
“On yılda on beş milyon genç yarattık her yaşta.”
Acaba müsaade buyursanız da o yarattık kelimesini,
yetiştirdik olarak yazsak nasıl olur?” Bu söz Behçet
Kemal Çağlar’ı fevkalâde asabileştirir. Çok sert bir
şekilde on kere, Yarattık… Yarattık… Yarattık… diye
tekrarlar. Ve sonra birden yere düşer, ağzından,
burnundan kan gelir. Felç olmuştur. Derhal hastaneye
kaldırılır. On gün sonra ölür.
Rahmetli Ali Efendi Hazretleri, gördüğü bütün
kötülüklere, mâruz kaldığı bütün zulümlere rağmen kimse
hakkında menfi konuşmaz, herkes için hayır dua ederdi.
“Biz,” derdi, “kimseyi teftişe memur değiliz. Kimseye
kötü zanda bulunmaya hakkımız yok. Bizim görevimiz,
hayır düşünmek, hayır söylemek ve hayır dilemekten
ibarettir. Kimseyi yargılamayalım. Kimseye dil
uzatmayalım. Bize, bizim yok olmamızı isteyenlere karşı
da hep hayır dua edelim. Ya hayır söyleyelim, yahut
susalım.”
Merhumun Ankara’da bir kızı vardı. Kayınpederine lâyık,
fevkalâde kibar, zarif, hassas bir damadı vardı. O zaman
Albaydı. Merhum görüşmemizi istemiş, biz de
ziyaretlerine gitmiştik. Fevkalâde güzel karşıladılar.
Güzel bir sohbetimiz olmuştu. Merhumun bir oğlu,
Bandırma’da belediye başkanlığı yapmıştı. Halen,
Ankara’da milletvekili. O da bütün güzel sıfatları
üzerinde toplamış, çok kıymetli bir beyefendi. Tanıştık.
O gün ondan ayrılırken müstesna günlerimden birini
yaşamıştım.
Sevenlerinin gönlünde Bandırmalı Ali Öztaylan Efendi
Hazretleri bir güzellik abidesi olarak sonsuza kadar
nesilden nesile yaşayacaktır. Allah’ın rahmeti,
Peygamberin şefaati üzerine olsun. İnşallah mânâ
âleminde mübarek ellerinden öpmeyi Allah nasibeder… |