12
Şubat, 2009
Hep deniyor
ki: “O’nu özünde ara!”
Eyvallah!
Özü bulsam,
bir şey aramama gerek kalmayacak zaten!
Öz nedir?
Nasıl
bulunur?
Ne yapmalı?
“Özünde
ara”, “kendinde ara” türü laflar nasıl da havada
kalıyor!
Bir şey
ifade etmiyor, özünden bîhaber olana.
Nasıl
arayayım özümde?
Ne
bulacağım özümde?
Özü
nasıl bulayım?
Bulunca
ne olacak?
Ne
arıyorum, yani?
“Öz” denen
ne oluyor ki?
Ne çeşit
bir şeydir bu öz?
Özünde
bulamamış ve durumun da farkında olan için “özünde bul”
boş laftır!
Kocaman
bir boş laf!
Bana somut
bir şey lâzım...
Çünkü buna
programlıyım, kafam böyle çalışıyor...
Özüm böyle
istiyor ki böyle anlayabiliyorum...
Başka türlü
anlayamıyorum.
Yokluğa
değil, varlığa ayarlıyım çünkü...
Nedir özde
bulmak? Bulunan ne?
Bir bilgi
midir?
Kitaptan
okunan bilgi gibi bir bilgi midir?
Kitap
nedir? Bilgi nedir?
“Varlığın
kendisi kitaptır, eşya da bilgidir.”
Nasıl bir
bilgidir eşya ve nasıl okunur “eşyanın harfi”?
Nasıl
sökülür bu eşyanın alfabesi?
Elifi
nedir?
Yere
baktım, göğe baktım, çıkaramadım... Bulamadım elifi.
Ne b’yi
buldum, ne c’yi bildim; böyle boş bakmakla, bulutlara
“dal” dım... Mudil oldum!
“Özüm, özüm
nerdesin? Hey!...” diye bağırmak geldi içimden.
Özüm sağır
mı?
Kulaksız
mı?
Ben niye
kulaklıyım?
Kime
bağırıyorum böyle avaz avaz?
Ey
kulaklarım!
Ey
kepçeler!
Özün kulağı
yoksa, nasıl duyuyor öz?
Beş altı
yaşlarındayken, bir soruma cevaben, annem demişti ki:
“Allah ol deyince o şey olur.”
O zaman,
anneme de dönüp, şöyle ağız dolusu “Eyvallah! Valide
Hanım” diyemedim, tabii.
Muhtemelen
garip garip bakmışımdır yüzüne.
“Anlamamış”
çocuklar gibi.
Çünkü
anlamamıştım.
Çünkü adını
koyamadığım bir tuhaflık vardı bu işte. Garip bir
“şey”!
Çok şükür
büyüdüm de “adını koymak” nasip oldu, sorabiliyorum
artık otuz senedir anlamamış ve sorulaştıramamış olduğum
“şey”i:
“Olmayan”
nasıl duydu da “ol”du?
“Ol”
deyince kim oldu? Kim duydu da oldu?
Olmayan
duyar mı?
Duyduysa
vardı!
Olmayana
“ol” denir mi?
Olana “ol”
denir mi?
“Ol” ne
demek?
Ne oluyor?!
Bu şuna
benziyor: Sabah oturdum klavyenin başına; “yaz” dedim.
Kime? Bana. Kim yazdı? Ben yazdım. Emri veren de, yapan
da benim. Fakat bu şunu da gösteriyor ki her işin başı
“emir” ve “irade”dir. Sonra “ilim” ve “kudret”. Üçü
birlikte çalışsa da, önce irade, sonra ilim
ve sonra kudret (Zât, sıfat, fiil). Benim yazma
bilgim ve yeteneğim olmasa (ilim) ve o yeteneği ortaya
koyacak ellerim ve o ellerin enerjisi (kudret) olmasa
yazıyı yazamam. Dolayısıyla üçü de gerekli. Ancak
ilmimi ve kudretimi kullanmam irademin “ol” yani “yaz “
emrine, “iradesine”, isteğine bağlı. Yoksa ilmim “ayân-ı
sâbitede” veya potansiyel olarak bende
kalır. O yüzden de Zât sıfatı, sıfat fiilleri kapsar.
Görünen sıfatı olduğu için “O’nun ilmi her şeyi
kapsamıştır”. Ya da her şey O’nun ilmidir. Ama, işte o
görünen ilimde görünmeyen Zât vardır. Yazdığım yazıda
“ben” görünüyor muyum? Sıfatında, yani görünen her
şeyde görünmeyen O’nu aramalıdır. Özetle, her işin başı
Zâtî iradedir. İrade ettiğinde murad ettiği “şey”
kendinde ve kendindendir. “Bir şeyi dilediğinde
‘ol’ der, o ‘şey’ OLur.”
Bu durumda
bütün mesele “kulak meselesi”dir. “Görmekten” önce
“duymak” lâzım. “Dilsiz sözün kulaksız işitmek” lâzım,
canlar canı Yunus’un buyurduğu gibi. Allah kulağa “ol”
dediğinde “kulaksız” kulak nasıl duydu da “kulak”
oluverdi? Atomu yok, hücresi yok daha meydanda.. Öyle
değil mi? Yani, “kulak” sıfat mertebesine tenezzül
etmemiş. O halde, kim kime “ol” diyor, emir veriyor?
Galiba,
“Zât” ilmine emrediyor.
“OL” diyor.
Kim diyor?
“O” diyor.
“Hû”.
İlmi ise
“zahir olmasa bile” ezelî “var” olduğuna göre,
mutlakiyet anlamlı “yoktan” var olma inancı nasıl
ortaya çıkmış; bilemedim!
Demek ki
kulaksız bir “kulak” var ki o lâzım, gerçek
“duyanlar”dan olmak için. Kulakla duymak “duymak” mıdır,
kulaksız duymaklık var iken? Bu durumda ben kulaklı
sağır olmalıyım. Kur’an’ı Kerim’in kulağı olduğu halde
“sağırlar” diye bahsettikleri benim gibiler olmalı.
Yani, Zât’ı bulamamış, görünende veya “ilim
mertebesinde” kalmış olanlar Kur’an’da bahsi geçen
“kulaklı sağırlar”dır, denilebilir. Çünkü zahiri kulak
zaten “ilim”dir. Hayvan makamında da vardır o zahirî
kulak. O halde, ârif olmak için “ilim” mertebesini
geçmek lâzım. Yine, o halde, zahir âlimlerinin
arif olamayışını “ilim” perdesine bağlamak mümkündür.
İnsanı “alim” yapan ilmin aynı zamanda
“cahil” yapması ne ilginç! Cehalet bile ilimle, ilimden!
Anlamak
için özümü bulacakmışım, özümde bulacakmışım,
özümdeymiş....
Ne?
Özüm ne,
iki gözüm?
Ben’mişim...
Ben neyim?
Öz’üm!
Eyvallah!
Çok iyi
anladım!!!
İnsan öyle
acizdir ki “ben, ben” der de, ben’in ne olduğunu bilmez.
Ne dediğini bilmeden, deyip durur.
O halde
nasıl arayayım, hangi sokaktan başlayayım özümü / beni
aramaya? Kocamanım ben. Ara ara, bitmiyor aramak! Koca
bir kainatmışım ya, hani genişleyip duran...
Daha
ülkeler, kıtalar varken, sokaklarla patikayla uğraşmakla
biter mi bu yollar?
Elli altmış
senede, hem de... Nasıl bitecek bu yollar? Ömür biter,
yollar bitmez!
Bitmeyecek!
Dolaş, dur!
Hasretle
bu şeb gâh uyudum gâh uyandım, hep ol mehi andım
Eğlence
edip hâb-ı hayalin oyalandım tâ subha dayandım
Kan
ağladım içtikçe mey-i bezm-i firâki bî mihnet-i sâki
Peymane
gibi gâh dolup gâh boşaldım, her renge boyandım
Dağlar
duman oldu, haller yaman oldu, kaşlar keman oldu
Amman,
amanın uy amman, yandım yandım yanasın sen!
Nakdine-
i can elde gezüp dehri dolaştım, çok şûha sataştım
Pertev
dil-i bîçâreye bir çare arandım, bin dert kazandım
Dağlar
duman oldu, haller yaman oldu, kaşlar keman oldu
Amman,
amanın uy amman, yandım yandım yanasın sen!
Cân elde
nasıl dolaşılır bu dehr?
Dolaşmadayım, ama nasıl dolaşıyorum? Nerden başladım
dolaşmaya?
Of!
Çok
dolaşık, çok...
Üç yüz
sene önce nerdeydim “ben” ?
Soru mu
lâzımdı?
Buyurun...
Kainatın
neresindeydim bir milyon sene önce?
Bugün
varsam, dün de varsam, hep varsam, nerdeydim,
ne idim?
Gerçekten
de, bilmek için “özümü bulmam lâzım”, galiba....
İçimde
dağlar, ovalar, yaylalar, galaksiler, cennetler,
cehennemler varmış...
Benim!
Bende!
Gerçi
cehenneme yabancı değilim pek... Herhalde en iyi
bildiğim cehennemdir... “Özümün” yarısı cehennem
sanki...
Hamdolsun,
cehennem de olsa bildiğim bir şey var bu keşmekeşte...
Üzülüp ağladım mı, şöyle sağıra bağırır gibi haykırdım
mı kendime avaz avaz, hırslandım mı, ümitsizliğe
kapıldım mı, başladı mı kaşlarım çatılmaya “özüm
cehennemdedir” ya da “cehennem özümdür”.
Evet, özüm.
Nesin sen?
Neye
benziyorsun?
Gözün,
kulağın, kalbin var mı?
Hiçbir
şeyin yoksa nasıl biliyorsun?
Bilir misin
bir şey, bilmez misin?
Resulullah
(sav) Cebrail’e soruyorlar: “Ya Cebrail, bu vahyi
nerden alıyorsun?”
Ya
Resulallah (sav)!
Sahabenin
buyurduğu gibi: “Anam, babam Sana feda olsun!”
İşte,
peygamber sorusu...
Tefekkür mü
lâzımdı?
Buyurun!
En âlâsı...
Ne müthiş
bir soru bu!
Huuuu...
Akıllara
durgunluk veren bir soru...
Artık ilmin
yarısı mıdır bu soru, yoksa ilmin ikinci yarısı
ve sonu mudur, bilemem gayrı...
“Bu
vahyi nerden alıyorsun?”
“Ey akıl!”
“Nerden
geliyor aklına?”
“Nerden?”
“Nerden bu
değirmenin suyu?”
Huuu....
“Zât’tan..”
“Zât
nerde?”
“Perdeyi
kaldır, kendin bak!”
Özünde
bul!!!
Zât’ını
“zahir” ismiyle vasfeden O’dur. Söylemek dilerse, görmek
dilerse, tutmak dilerse, bilcümle isimleri cem eyleyip,
“Camî” ismi ile vasfettiği Zât’ıyla, yani yine
kendisiyle, “Zahir” OLup, zuhur eder ki O’na “Hz. İnsan”
denir. “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın
(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm (alîmun).”
“Evvel, Ahir, Zahir, Batın O’dur. O herşeyi bilendir”
(57-3). Ne varsa görünen, ne varsa bilinen, hep “Zahir”
ise, zaten O ise, bu “insan”ın farkı nedir
öbür zahirden; nebattan, madenden, hayvandan? Onlar
da hep “zahir” değil mi?!
Sıfatlarıdır, evet. O yüzden Ehlullah beşere
“konuşan hayvan” mânâsına “hayvan-ı nâtık” demiş. Çünkü
İnsan’dan O söyler, O işitir, O görür... İnsanın
beşerden farkı budur.
“....Ben
kulumu sevince,
onun
işiten kulağı,
gören gözü,
konuşan dili, tutan eli ve yürüyen ayağı
olurum”
Hadis-i Şerif
Duydun mu
ey kulaklarım?
Kulaksız
değildir.
Âlemin sensin kulağı olmasaydın sen eğer
İşidilmezdi kalırdı nutk ile savt-u-sadâ
Bu
yedi esmâyı bil esma-yi zâtiyyedürür
Anın içün âdemîde eylediler intimâ
Hz. Gaybî Sunullah
Efendi
(http://www.halveti.net/yeni/Sufizm.asp?mc=7&mid=38)
****
Ya, özüm.
Yeryüzündeki bütün böceklerin adını bilsem ne olur? Daha
doğrusu ne olurum? Zoolog! İyi bir zoolog olurum
belki. Tam, “sonuncu böceği de buldum, adını da koydum”
derken, benim ruhum duymadan, Allah Teala
yeryüzünün öteki ucunda bambaşka böcekler yaratır. Ve
benim böceğim asla sonuncu böcek olmaz.
Gayem Hak’kı bilmek olduğunda tek tek isimlerle
uğraşmam. Kenan Rıfaî hazretlerinin buyurduğu gibi,
“uzak gözlüğümü” takarım; “global” bakarım; bilcümle
haşereye “hayvan makamı” der, geçerim. Amacım
sıfatını tanımak veya “zoolog olmak” olduğunda ise,
“yakın gözlüğümü” takar, ormanları gezer, “isim”
avlanırım... Verdiğine şükreder, vereceklerinin bir sonu
olmadığını bilir, Zât’ını, “iradesini” ilmiyle,
gördüğümle, bana gösterdiğiyle kayıtlamam. Asla sonuncu
böceğin peşine de düşmem.
“Benim üç
adet gözlüğüm var. Bir tanesini yakındaki objeleri
görmek için, diğerini uzaktakileri görmek için,
üçüncüsünü ise hem yakın hem de uzaktakileri görmek için
kullanırım. Üçüncü gözlüğümün camları hem yakın, hem de
uzak cisimler içindir. Şayet yakın mesafe gözlüğümü
uzaktaki cisimler için kullanırsam başım döner. Eğer
uzak mesafe gözlüğümü yakın mesafedekiler için takarsam
bu defa cisimler net görünmez”
(http://www.cemalnur.org/content/view/19/42/lang,tr/)
Evet,
“özüm”, nedir bilgi?
Kendimde
bulamayıp, kitaptan okuduğum, sahifede bulduğum, atası
ağaç olan kuşe veya sarı saman kağıdında mürekkebe
batmış, harf kalıbında bana beni anlatan, sevgili
Қzӟm!
Kitaptan
okunan bilgi mi “bilgi”? Eşyanın kendisi mi “bilgi”?
Yoksa; eğer
“okunacak en güzel kitap insan” (Hacı Bektaş-ı Veli.)
ise, insanın kendisi mi bilgidir? Ya da, “bilgi
menbaı ‘insan’” mıdır?
Akşam çorba
içip de, sabah aklıma nerden geldi bu yazdıklarım acaba?
“Âlem âdem
âdem âlem olmadadır, haşr-u neşr...”
Yine
geldik, Hz. Gaybî Babaya... Hû, güzel Sultan!
“Âlem âdem
olmadadır.”
Yediğimiz her şey bir esmadır.
Âlem âdem
olmadadır.
Zahir
olması hokus pokusla veya gökten zembille inmekle
değildir. “Sıfatı zatına masdar olupdur”. Kendine
göre bir “an”da olsa bile OLan, “zahirde”, zaman yani
süreç içinde “oluşmakta”; “rububiyetle” “yetişmekte”;
böylece OLmakta OLan... An’da olur, zamanda
oluşur! Ehlullah “haşrı neşri burda gördük” diyor.
Neyi görmüşler? OL’u anlamak için, galiba, oluşumu
anlamak gerekiyor. Nitekim Kur’an’ı Kerim Azimüşşân
“bakın, görün, görmüyor musunuz” diyor!
Neyi?
Allah’ım,
neyi görmüyoruz biz?
Ortadakini...
Meydandakini görmüyoruz!
“Görmedin
mi, Allah gökten su indirdi de onu yeryüzündeki
kaynaklara ulaştırdı. Sonra onunla renkleri çeşit çeşit
ekinler çıkarıyor. Sonra ekinler kuruyor da onları
sapsarı kesilmiş görüyorsun. Sonra da Allah onları
kurumuş çer çöp haline getirir. Şüphesiz ki bunda
akıl sahipleri için bir öğüt vardır.”
(Zümer-21)
“Sır”
herkesin gördüğü, apaçık, ortadaki oluşum,
devran, haşr-neşr olabilir mi acaba?
Diyor ki
Dumlu Baba: “Bedenine katkın nedir?” “Nerden getirdin
bu bedeni?”
Hiç!
Hiç bir
yerden... “Ben” getirmedim...
Hazır
buluverdim kendimi!
Ama o da
“burdan” olmadı mı?
Zahir’den!
Âlemden!
“Âdem”
âlemden oldu! Hû!
Ben mi
yaptım bu bedeni?
Yok! Hayır!
Ana-baba
lâzım!
Birisi
yapmadan bir şey olmuyor!
Sebepsiz
“çocuk” oluyor mu?
Olmuyor.
Tüp bebek
de olsa “sebep” lâzım.
Sebepsiz
bir şey olur mu?
Iııı.
Peki, özümü
bulmaya ne sebep arayayım? Ya da sebep aramayayım mı?
“Allah’a
ulaşmaya sebep arayın.” (5-35)
Herşey
kendisiyle bilinir: Zât’la Zât, sıfatla sıfat...
O yüzden
“cansız kitabı” sebepten saymamış Ehli...
Özü bulmaya
sebep “Öz”dür, vesselâm.
Cansız
kitap bile nispeten canlı kitapla OLmadı mı?
Bir insan
yazmadı mı?
Ne varsa,
İnsan’da var!
“Ben”
zahiren insandan, “insanla” hasıl olmadım mı?
Kitap mı
doğurdu beni?
Ya
“batınen” nasıl OLayım insansız?
Nasıl
doğayım?
Batına
kim doğuracak beni?
***
Öze varmada
mesele “nefes” ve “doğum” meselesidir.
Önce
yeryüzü yaratıldı ki bu “Rahman” tecellisidir. Âlemdir.
Gaybi Baba “Âlemden âdem olur” diyor. Öyle olmamış mı?
“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demedi mi? Önce
neyi yaptı, sonra nefesi üfledi neyzen! Er
Rahman, Er Rahim.
Demek önce
Rahman, sonra Rahim. Besmeledeki gibi. Önce âlem (ağaç),
sonra âdem (meyve).
Tohumdayken
hep birlikte ve “hiç”!
Öyleyse,
nerdeydim bin sene önce?
Bu
âlem sûreti bir nutfede pinhân idi evvel
İnip sulb-i pederden rahm-ı mâderden doğar bir
bir
Hz. Gaybî Sunullah
Efendi
Evet. “Ben”
önce kainat anne babamdan (toprak – su / ânasır-ı
erbâ veya “âlem”), sonra kıvama gelmiş, şekillenmiş olan
beşer anne babamdan oldum ve böylece “Rahman” ismi
tecelli etti beşer sûretinde. Ve “Rahimiyet” için
nefes gerekti..
İnsan kendi
kendine kitap okuyabilir, daha başka fiillerde
bulunabilir rahmaniyet tecellisi ile; ama kendi kendine
nefes üfleyemez! Tıpkı kendine ana-baba olamadığı ve
kendini doğuramadığı gibi...
Kim nefes
üfleyecek bana ki “İnsan” ya da “Besmele” OLayım?
Kim?
Ancak bir
“nefesli” üfleyebilir nefesi; devredebilir Emanet’i!
Sebebsiz
“çocuk” olur mu?
Nefessiz,
nasıl doğacak “Veled-i Kalp” denen kalp
çocuğu?
***
Âlem âdem âdem âlem
olmadadır haşr-ü-neşr
Haşr
ile neşr olmadan bir dem cihan bulmaz rehâ
...
Buyurdu Hak Ta'âla
külli şey'im ben hakîkatde
Ki her şey
halikının zâtını ilân eder bir bir
Gehi
âdem olur âlem gehi âlem olur âdem
Bu tertib üzre âlemde Hak hükmünü sürer bir bir
Ne
âdemsiz olur âlem ne âlemsiz olur âdem
Çıkar âlemden âdem âlem âdemden çıkar bir bir
Sıfât ü
zâtına masdar olupdur âlem ü âdem
Bu minval üzre âlem âdem olur devr eder bir bir
Bu bağın gülleri
bülbülleridir evliyâ'ullâh
Gelip bu âlem-i mülke konar bir bir göçer bir bir
Koyup varlıkların
bunlar geçip dünyâ vü ukbâdan
Bular mevt oldular ölüp yine dirildiler bir bir
Bu nazmın vasf edip
âdem dediği bil ki Ahmed'dir
Anın
ruhundan istimdâd ederler ruhlar bir bir
Cihânın müstakil kendi
vücudiyle vücudu yok
Mümâsildir serabı su sanurlar teşneler bir bir
Düzülmüşdür surahi ney
saf olmuş muntazır nağme
Nefes urdukça neyzen zâhir olur nağmeler bir bir
Nefes neyden göründü
âşikâr etdi makamatın
Neva
uşşak acem nevruz murabba' oldular bir bir
***
Âlem-i ulvî denen hep
âlem-i süflidedir
Âlem-i süflî hakikat âlem-i a'le-l-ulâ
İster isen âleme bak kudretini gör anın
İster isen âdeme bak zâtına kıl iktidâ
Sanma anı kim
tecellisinde tekrâr eyliye
Nevbenev her neş'eden eyler tecelli dâimâ
Mâhasal bu neş'enin
kadrin bil ey kadrin senin
Bir
dahi bu sûret üzre sana yokdur kahkara
Dahi mülk-ü saltanatdır
serbeser âlem sana
Başına urmuş hilâfet tâcını ol pâdişâ
Ma'rifetden hisse alıp
kendini bildin ise
Ehl-i
cennetsin senindir cümle-i zevk-u-safa
Cehl ile kalıp özünden
olmadınsa ger habîr
Duzahîsin çek azâb-ı cehl ile kahr-u-eza
Hizmet eyle cân-u-dilden
ma'rifet erbâbına
Kim
şefâat mazharıdır evliya vü enbiyâ
Hazret-i
Gaybi Baba (K.S.)
Okuma:
http://www.semazen.net/yazar_yazi.php?id=19
Hakka gönlün vermeyenin
Kendi nefsin bilmeyenin
Ademe baş eğmeyenin
İsmini şeytan okuduk. |