Renklerin Ustası
Tabip Dr. Mevlüt Katırcı
 
 

İnternette karşılaştığım kaynağı meçhul şu hakikatli hikâyeyi karşımıza alıp üzerinde konuşalım mı biraz? Hikâye şöyle

Hindistan’da çok ünlü bir ressam varmış. Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş. Ve ona “Renklerin Ustası” anlamına gelen Ranga Guru derlermiş.

Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış. Son resmini yaparak Ranga Guru’ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş. Ranga Guru ise, “Sen artık ressam sayılırsın Raciçi. Artık senin resmini halk değerlendirecek” diyerek, resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yere koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.

Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor. Çok üzülmüş. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki!

Resmi alıp Ranga Guru’ya götürmüş ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş. Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. Raciçi resmi yeniden yapmış ve yine ustasına götürmüş.

Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte. Ve yanına, insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazıyı da bırakmasını istemiş.

Raciçi denileni yapmış. Birkaç gün sonra meydana gittiğinde resmine hiç dokunulmadığını görmüş. Fırçalar da boyalar da hiç kullanılmamış. Çok sevinmiş. Koşarak Ranga Guru’ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.

Ranga Guru ise, “Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün. Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı. Oysa ikinci konumda, onlardan hatalarını düzeltmelerini, yapıcı olmalarını istedin. Yapıcı olmak eğitim gerektirir. Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi…

“Sevgili Raciçi, mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını, ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın. Onlara göre senin emeğinin hiçbir değeri yoktur. Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma...”

Tenkit, bir eserin iyi-kötü bütün yanlarını görüp var olan değeri ortaya çıkarmak için yapılır. Tenkitin amacı hakikatte budur. Sırf kusur görüp eleştirmekte “iyi niyet”ten söz edilmesi mümkün değildir. Yapıcı tenkit de ancak o işin ehli kişilerce yapılır. Nasıl bir eser ortaya koyduğun, hangi maksadı takip ettiğin, ne türden bir emek sarf ettiğin insanlara gizli ve onların bilgisi olmadığı için, kıymeti onlara görünmeyecektir. Tıpkı eskicinin hurda diye arabasına aldığı bir antika eser olacaktır ki, ancak işinin ehli bir antikacı görüp değerini takdir edecektir.

Bu hikâye eleştirip çöpe atmanın ve üzerini çizip iptal etmenin kolaycılığı, fakat “Bilgin varsa gel düzelt!” talebine herkesçe cevap gelmesinin zorluğunu ifade açısından oldukça güzel. Fakat ben yine de bu hikâye eşliğinde, “İnsanlar sizi kâğıt gibi buruşturup çöpe attığında ve kapı dışarı ettiğinde, onları duymayın ve işinin ehli biri gelip sizi keşfedinceye kadar bildiğiniz yolda devam edin” gibi dışarıya dönük tespitler yapmaktan meseleyi biraz kurtarmak istiyorum. Böylece “masivayla” yani halklarla ve bize karşı davranışlarıyla kafayı yormak yerine, yine dönüp kendi içimize yol eyleyelim istiyorum. Zira ben bu hikâyeyi okurken üzerime çarpı koyanları düşünüp üzülmek yerine, bunu zaten yeterince yaptığımı düşünerek farklı bir anlama yol tuttum.

O ortaya koyduğumuz eser ve yaptığımız resmi meydana götürüp halkların beğenisine sunmak yerine, kendi karşımıza alıp seyretmeyi daha akıllıca buldum. Elbette ki her eser, kemal güzellik olduğundan karşısına geçip müşahede ederek takdir ve tenkit edici yorumlayıcılar ister. Ama o resim bizim tüm yapıp ettiklerimizle kendi hayatımız olsun. Kendi hayatımızı genel anlamda bir tablomuz gibi karşımıza alıp seyredelim. Bütün olarak verdiğimiz o resmin hangi köşesindeki hangi renkler ve geçişler, şekiller ve tonlamalar hoşumuza gitmediğini kendimize soralım. Elbette beğenmediğimiz, üzüldüğümüz, “Şurasını niye şöyle yaptım da böyle yapmadım?” diye esef duyduğumuz pek çok manzara çıkacaktır karşımıza. İşte kırmızı kalemi kendi elimize alıp işaretleyelim beğenmediğimiz yerleri. “Şuradaki şu davranışım, buradaki bu sözüm hiç hoşuma gitmedi” dediğimiz ne varsa işaretleyelim.

Ama üzerine çarpı koyup iptal etmek ve “Bu resim hiç güzel değil ve hattâ berbat” gibi bir “kendine küsme ve ümitsizliğe düşme” tavrına asla düşmeyelim. Sadece tespit açısından çarpı işareti değil, ama küçük bir işaret noktası koyalım. Ve sonra elimize renklerle dolu paleti alıp resmin karşısına geçerek düzeltmeye çalışalım. Bize ters gelen, vicdanımızın kabul etmediği, her görüşte içimizi acıtan ne varsa düzeltmeye çalışalım. “Kötü huylarımı ıslah et ve iyileriyle değiştir!” duası eşliğinde, bu duayı fiiliyata dökme gayretinde olarak, sürekli kendimize yönelik iyileştirme ve düzeltme gayretinde olalım. Ve bunu yaparken de, o resmi başkalarının beğenip beğenmemesinden daha önemli olan şeyin, Renklerin Gerçek Ustası olan Rabbimizin beğenmesinin asıl gayemiz olacağını unutmayalım.

Neyi alkışlayacağını, neyi eleştireceğini hepten karıştırmış kafası karışık insanlardan yüreğimizi koruyarak, hem onların bütün olarak hayat resmimize kör, sadece bir iki karesine bakarak eksik anlamlar çıkaracağını düşünmekle onları da mazur görerek, niyetimizi, bakışımızı, hedefimizi Allah’a yönelterek büyük bir yükten ve dertten kendimizi kurtaralım. Buradan ahirete güzel ve Rabbimizin beğeneceği bir resim götürebilmenin kaygısı ve sancısıyla yaşamak gibi önemli bir hedef eşliğinde yaşayabilirsek, Allah resmi güzelleştirmemiz için bizi yardımsız bırakmayacaktır. Ve zaten resim güzelleştirmemiz için bize her zaman fırsatlar ve bahaneler sunuyor değil midir?

Mesela bu yazıyı Berat Gecesi yazıyorum ve siz okurken belki Ramazan çoktan girmiş olacak. Rabbimiz hayat resmimizi güzelleştirmemiz için bize her zaman özel olarak yardım etmiyor mu? Madem bu yazı Ramazan’a denk düşüyor, kendime bakan yönüyle önemli bir yönünü tekrar hatırlatmak isterim. Hani yılbaşında çocukluktan zihnimize kazılmış bir benzetme vardır. Eski yıl yaşlı bir ihtiyar olup sırtındaki dolu çuvalla giderken, yeni bebek yıl elinde boş çuvalla gülücükler dağıtarak gelmiştir. Bu anlamlı benzetme yeni yıl için geçerli gibi görünse de bence on bir ayın sultanı Ramazan için daha uygun bir benzetme olacak. Zira her Ramazan bizim için gerçek bir yıldönümüdür.

Meselâ bu Berat Gecesinde senelik kaderî işlerin listesi arza indirildiğine göre bu bile bir dönüm değil midir? Ve biz Ramazan’dan önce iyi-kötü ne varsa çuvalını doldurmuş bir senelik ihtiyarı uğurlarken, Ramazan’da boş çuvalla işe yeniden başlarız. Bir büyük pazar ve ticaretgâh açılmıştır senelik ihtiyaçlarımızı karşılayacağımız. O senelik gidişatımız, Ramazan’daki manevî pozisyonumuz ve dolum oranımızla yakından ilgilidir. Oruçla, hatimlerle nefsani terbiyeye tâbi oluşumuz ölçüsünde meleke kazanır, günahlara karşı zırhlar kuşanırız. Bir nevi “özel tim” gibi, özel talim, terbiye ve tatbikattan geçmeye gideriz. Meselâ hiç hatim indirememiş olanlar “Hayatımda bir kez olsun Ramazan’da hatim indirmeliyim’ diyerek bu ayı kendileri için “Kur’ân ayı” ilân etmeliler. Bu, o hayat resminde çok önemli bir düzeltme ve güzelleştirme olacaktır.

Herkese hayırlı Ramazan’lar dileyip Kadir Gecenizi de şimdiden tebrik ederken, elimizde boya ve fırçalarla hayat resmimizin karşısına geçip güzelleştirme ve Rabbimizin beğenisine sunma gayretinden uzak olmamayı da ayrıca temenni ediyorum.

 
 

 

 
 

Tabip Dr. Mevlüt Katırcı
Başakşehir
11.08.2009
hursidnasiri@gmail.com
http://sufizmveinsan.com