03
Mart 2009
Aşıkanın Kabesidir bu makam
Kim ki nakıs gelse bunda olur tamam
Hafız
Aziz Mehmet Dumlu
18.
yüzyılda Buhara'dan İstanbul'a sonra da Kütahya'ya
yerleşen köklü bir aileye mensup olan Mehmet Dumlu
Hocaefendi 1929 yılında Kütahya'da doğmuştur. Sekiz ay
gibi kısa bir süre de hıfzını tamamlamıştır. Reisu'l-Kurra
Abdurrahman Gürses Hocaefendi'den meharic-i hurûf,
Kütahya Müftüsü Abdulgafur Beyden Arapça dersleri
almıştır. 1976 yılında emekliliğe ayrılana kadar Yeşil
Cami'de imamlık yapmıştır. Uzun yıllar tasavvuf
büyüklerinin irfanından istifade eden hocaefendi, halen
Kütahya'da çinicilikle iştigal etmektedir.
Kısa bir
soru ile sohbetimize başlamak istiyorum. Tasavvufun özü
nedir?
Tasavvufun özü, insanın kendi haddini bilmesidir.
İnsanın haddini bilmesi edeptir. İşte tasavvufun başı da
sonu da edeptir. İnsana yakışan da edeptir. Âdem,
edeplidir. Şeytan ise edepsiz. Şeytan ile Âdem'in farkı
budur. Hz. Âdem, haram meyveyi yediği zaman cennetten
kovuldu ama, "Ya Rabbi, ben nefsime zulmettim. Eğer sen
affetmezsen, merhamet etmezsen benim halim perişandır.
N'olur yardım et." diye niyazda bulundu. Özrünü beyan
etti. Kişinin gerek Allah'a, gerek kullara karşı özrünü
beyan etmesi ne kadar da güzeldir. İnsana saygı, Allah'a
saygıdır, insana sevgi, Allah'a sevgidir. Tasavvuf da
Allah sevgisidir. Allah bir kulunu sevince, o kulun ismi
"âşık" olur. Peki kul mu Allah'a âşıktır, Allah mı
kuluna âşıktır? Kulun, Allah'a âşık olma gücü yoktur. O
kula âşıktır ve O'nun kula olan sevgisinden dolayı kul
O'na yönelir. Allah, kulunu sevince dünya da, ahiret de
o kulun olur. Bundan daha büyük mutluluk olamaz. Bir
insanın Allah'ı sevebilmesi, Allah'ın onu sevmesinin
görüntüsüdür. İşte gerçek budur! Şöyle bir misal
vereyim: Tanyeri ağarıp güneş doğmuş, karanlık uçup
gitmiştir, ortalık aydınlanmış. Başını kaldırıp adam
güneşe der ki: "Ey güneş! Ben seni görüyorum." Güneş
adama haddini bildirir: "Sen beni neyle görüyorsun? iki
saat önce zifiri karanlık içindeydin. O zaman bu sözü
söylemiyordun." Güneşi, güneşle gördün. Güneş
çıkmasaydı, güneşi neyle görürdü? Allah, Allah'la
bulunur ve bilinir. Tasavvufî öğreti de Allah kesinlikle
dışarıda, uzaklarda aranmaz. Elle tutulan, tutulamayan,
görünen, görünmeyen, varlık adına ne varsa her nesne,
her zerre, Allah'ın tecellî ve zuhurundan ibarettir. Bu
kainatta ne görünüyorsa, "ez-Zâhir" isminin bir
görüntüsüdür. "Allah evveldir, âhirdir, zahirdir." Yani
görünendir.
Çokluk aleminde var olan her şeyin "Zahir" isminin bir
tecellîsi olduğunu söylediniz, bu hususu biraz daha izah
edebilir misiniz?
Dalgaların çokluğu denizi iki yapmaz. Zaten dalga,
denizdendir. Rakam olarak saymak doğru değildir. Onu
rüzgar o hale getirmiştir. Rüzgar olmazsa denizde dalga
olmaz. Hafif eserse, ufak dalga olur. Tayfun ve kasırga
büyük dalgalar yapıp şehirleri götürür. Anâsır-ı
erbaanın en güçlüsü havadır. Ve hava unsuriyetin
sultanıdır. Yani nefestir. Dışta da güçlü olan havadır.
Enfüste de güçlü olan havadır. Nefes varsa insan var,
nefes yok ise hiçbir şey yok. Nedir bu nefes? Allah'ın
nefesidir bu. Eğitilirse mükemmel bir nefes olur,
harfler kalıba girer. Soyut olan, harflere döner, hece
oluşturur. Heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri
yapar. Ondan sonra eserler, kitaplar olur. İlim olur,
medeniyet olur. "Biz yeryüzüne halife gönderdik."
denilmekte Kur'ân'da. Erkeği ile kadını ile bizler
"halifetullah"ız. Allah'ın vekiliyiz. Çünkü
özelliklerimiz, O'nun özelliğidir. Sıfatlarımız, O'nun
sıfatıdır. İnsanın "benim" diyebileceği hiç bir şeyi
yoktur. Her şey Allah'a aittir. Canın, kanın, malın,
mülkün, evin, eşyan, çocuğun, eşin her şey. Her şeyin
sahibi O'dur. O, her şeyden müstağnidir. Bütün mülk
O'nundur. Kullarına da kendi mülkünden verir. Kul da
onunla zengin olur. Bütün mesele, bir tek şeyde
noktalanır:
Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrı ben gayrıyem
Benden görüp işiteni bildim ki ol canan imiş
Sahip olduğumuz şu fizikî yapıyı, bedenimizi düşünelim.
Büyük bir nimet olan bedenimize bizim katkımız nedir?
Bir binayı yaparken "Bir tuğla koydum, harcını kardım."
diyebiliyoruz, mamafih şu fiziki yapımıza katkımız ne?
İşte ne gelişimizden haberimiz var, ne gidişimizden. Bir
de "ben, ben" diyoruz, "sen" diyen de O'dur, "ben" diyen
de O'dur. Sen çık aradan, kalsın seni Yaratan.
Fizikî yönümüzü bile idrâkten yoksun olduğumuza göre
batınımıza yönelmemiz de imkansız gibi gözüküyor.
Zor
fakat imkansız değil. Bir bilene sormak lazım. Eşyanın
iç ve dış olmak üzere iki boyutu vardır. Eşyanın dışı
suret, içi sîrettir. Binanın bir içi, bir de dışı
vardır. Topkapı Sarayı'nı dışarıdan gören bir kimse
sarayı tam olarak görmüş müdür? Harem, selamlık,
mukaddes emanetler odası görülmeden Topkapı Sarayı
görülmüş olur mu hiç? Sadece kapısını görmekle Topkapı
Sarayı görülmüş olmaz. Hazret-i Mevlânâ Mesnevi'de
körlerin fili tarifinde bu durumu çok güzel ifade
buyurmuştur.
Mürşid-i kâmil olmadan insan ne kendini bilebilir ne de
Allah'ı kamilen bilebilir. Bedenî hastalığın devası
hekimden, manevî derdin devası habibten derler. Hasta,
kendi kendini tedavi edebilir mi? Kendi kendine ilaç
kullanırsan daha da kötü olur. İnsanın kendi kendini
irşadında yani manevî hastalıklarını tedavisinde de bu
tür sorunlara rastlanabilir. İnsan kendi kendine birçok
bilgi toplayabilir. Fakat peşi sıra Şems-i Tebrizî
hazretleri gibi bir mürşid-i kamil gelir, Mevlânâ'daki,
o bilgi yığınlarının hepsini havuza attırır ve "O
bilgilerle bir yere varamazsın!" der. Bu anlamda da
tasavvuf, ruhî bir ihtilaldir. Eskiyi yıkmak, yeniyi
yapmaktır. Neleri yıkacaksın? Kuru bilgiyi. Kafanda ne
varsa at çöpe onları. Kazmayı kendin vur, kendi hakikat
pınarından, hakikat tulû etsin. Yoksa elin taşıdığı
sudan, bilgiden ne çıkar?
Akılla fikirle gidilmez bu yola
Meğer ki aıkıl da fikir de hep Hak ola
Sûfiler aklı (düşünceyi) bir kenara mı bırakıyorlar
yoksa zahirî bilgi ile irfânî bilgi arasında bir ayrıma
mı gidiyorlar?
Tabi
ki sûfiler nezdinde zahirî bilgi ayrı, irfanî bilgi
ayrıdır. Sûfiler aklı bir kenara da bırakıyor değiller.
Ama akla bir sınır çiziyorlar. Arif, Allah'ı gerçekten
kâmil olarak tanıyandır. Kişi hem arif olmalı, hem âlim.
İşte o zaman şaşı bakmaz. Öteki türlü tek kanatlı kalır,
uçamaz. Bu anlamda tasavvuf, hikmetleşmektir,
hikmetleşmek ise hayırlarla donanmaktır. Kur'an'ın
ifadesiyle, "Her kime hikmet verilmişse, onda çok
hayırlar vardır." "Hayır" kelimesinin içinde
"kemâlat" ve "insanî edepler" vardır. Ek olarak haya,
ilim, irfan, edep, tevazu, tefekkür, tezekkür, teşekkül,
teamül, teenni, temkin gibi "âlî sıfatlar" var. İşte
mutasavvıf, hayırlarla donanmış, kemâlat-ı insaniyeyi
ikmal etmiş, hakikat-i muhammediyeye vâkıf olmuş,
ademiyet esrarını kendinde keşfetmiş kâmil insandır.
Peki, insandaki bu kemali görünür kılan şey nedir?
İmandır. Oturduğumuz şu binanın temeli olmasa, sokaktaki
şu ağaçların kökü olmasa, şiddetli bir rüzgar, binayı
da, ağacı da hâk ile yeksan eder. İnsan da böyledir.
İnsanın görünmeyen güzel bir dayanağı vardır. Nedir o?
Allah'tır. Nasıl ki rüzgar estiğinde, bazı ağaçların
yapraklan dayanamaz ve dökülür, ama ağaçların içinde
bazıları da vardır ki rüzgara "Hey defol!" der. Mesela
çam, zeytin, şimşir gibi ağaçlar yeşilliğini,
hayatiyetini kaybetmeyen ağaçlardır. İman, dilin ucunda
kalırsa, ufak bir rüzgarın yaprakları yere indirdiği
gibi, olaylar karşısında tutunamazsın ve yıkılırsın.
Allah'a güvenmek ve O'na teslim olmak büyük bir fırsat
ve çok değerli bir dayanaktır.
Ya imanı görünür kılan nedir?
İmanı görünür kılansa takvadır. Takva ise insanlarla
uyum içinde yaşamaktır. İyimser olmak ve kötümserlikten
uzaklaşmaktır. Bütün peygamberler bize bunu
göstermişlerdir. Güzel olmak, sıcak, sevecen olmak,
hoşgörülü, itaatli, ibadetli olmaktır takva. Saygılı,
sevgili, merhametli olmaktır. İnancı yakaladın, bütün
hücrelerine kadar sindi. Sonra takva geldi, Allah'ı
severek, sayarak yaşamaya başladın.
Sonrasında...
Allah'a kavuşmaya vesile lazım. 'Vebteğû
ileyhi'l-vesile'. Onu yakalamak lazım. Bütün ulema,
evliya-ı kiram o vesilenin, mürşid-i kâmil olduğunda
ittifak etmişlerdir. Başka türlü olmaz. El ele, el
Hakk'adır. "Rab" kelimesi, eğitimci sıfatına işaret
eder. Mürşid, Allah'ın eğitimci sıfatına mazhardır.
Mürşidler insanı eğitirler.
Aslında insanın, insan olması kâfidir. Şöyle yaygın bir
söz vardır "Efendim, büyük insan olacağız?" Ne demek bu?
İnsan zaten büyük bir varlıktır. Bu yolda mürşidlerin
yegane derdi insana, kendisinin büyük olduğunu telkin
etmektir: "Her şey sende daha ne arıyorsun, sendekini
bul ve seni bil!"
Üç
şey yalan söylemez: 1.Toprak, 2. Ayna, 3. Mürşid-i
kâmil.
Aynaya baktığın zaman kendini görürsün. Sende olanı,
sana yansıtır. Sende olmayanı yansıtmaz. Kaşında,
gözünde, ne varsa, onu gösterir ayna.
Toprak da yalan söylemez. Ektiğini biçersin. Arpa
ekersen arpa, buğday ekersen buğday biçersin. Toprak da
tohumun özelliğini bilir. Tohumun talebini aşamaz,
talebinde olmayan şeyi veremez.
Mürşid-i kâmil de böyledir. Kişinin talep etmediğini,
ona veremez. Kenan Rıf'âi hazretlerinin şöyle bir sözü
vardır: Halin ne ise talipsin sen o hâle. Kişi talebi
kadardır. Yüksek talebin var ise yüksek istidadın var
demektir.
Manevî Eğitim (Seyr ü Sülük) için gerekli olan
istidattan biraz söz edebilir misiniz?
Tasavvufî istidat kişiye âlem-i ervahta lütfedilen fıtrî
bir yetenektir. Sonradan edinilmiş değildir. Kişinin
kendisinde varsa ortaya çıkar. Molla Camî kişideki bu
tasavvuf istidadını gugukçuk kuşunun boynundaki siyah
halkaya benzetmek suretiyle izah eder: Gugukçuk kuşunun
boynundaki siyah halka, yumurtadan çıktığı ânda vardı.
Yoksa o siyah halka, o gugukçuk kuşunun boynuna sonradan
yapıştırılmış değildir. Hani Niyâzî-i Mısrî
hazretlerinin buyurduğu gibi, "Bir hazinedir tasavvuf,
mâlik olmaz her hasis. "Herkese nasip olmaz, illâ
istidat lazım. Bu doğrultuda söyleyecek olursak nübüvvet
ve velayet de kesbî değil, vehbîdir. Ne peygamber
dünyada peygamber olmuştur, ne de evliya dünyada evliya
olmuştur. Bir örnek verelim: Bir tohum toprağa,
gömüldüğü zaman, tohumdaki özellik ne istiyor topraktan?
Toprak annedir. Tohum, 'Anne bana şunu ver, ben domates
olmak istiyorum, patlıcan, kavun olmak istiyorum' der.
Toprak da bu talebe cevap verir. Ama tohumda talep
yoksa, yani Allah vermemişse ne tarla verir, ne
peygamber ne de mürşid verir. İllâ o istidadla, o fıtri
yetenekle dünyaya gelmiş olması şarttır. Onun için
şeriatta davet umumadır, tasavvufta ise hususadır.
Mürşid-i kamiller seyr ü sülük için özel bir istidad
ararlar.
Manevî Eğitim (Seyr ü Sülük) yapmak isteyen kimse
kendindeki bu istidadın farkına nasıl varabilir?
Meşhur hikayedir: Bedevi Arap, problemini arz etmek
üzere emirin huzuruna çıkacak. Fakat Sultana eli boş
gitmek uygun olmadığı için bir de hediye götürmesi
gerekiyor. Ne yapsın bedevi, ne götürsün? Çölde
vahalarda birikmiş, üzerinde sineklerin dolaştığı suları
toplayıp kırbasına doldurur. Bedevî aradığını bulmuştur.
Hediye olarak çölde 70 derece sıcakta çok az bulunan
sudan daha güzel ne olabilir?
Kırbasını doldurur, mutlu bir şekilde emirin kapısına
varır. Ne götürüyor? Su. En güzel şey. Daha ne olsun!
Sonra sarayın önüne varınca bir de ne görsün? Emirin
kapısının önünden Dicle akıyor. Dibinde rengarenk
balıklar, üzerinde ötüşen kuşlar. Bedevi, bir akan
Dicle'ye bakar, bir kırbasındaki derleme-toplama suya,
'Yok' der kendi kendine, 'Benim kırbamdaki su, emire
hediye olamaz. Çünkü emirin kapısından Dicle akıyor.'
Bedevî kırbasını ters çevirip suyu boşaltır ve kırbayı
boş götürür. Bedevî kırbayı boş götürdü ki dolu
getirsin. Şimdi bu sembolik hikayenin bazı kelimeleri
üzerinde duralım:
"Bedevî Arap"
derviş olmak isteyen kişidir.
"Kırba"
gönüldür.
"Kırbaya toplanılan su"
ise
kişinin daha önce edindiği çöpe atılması gerekli olan
zahirî bilgileridir. Ehlullah'ın nazarında kuru-zâhirî
bilgiler asla geçerli değildir. Önce bil, sonra bul,
sonra da bildiğinle ol. Bilmek, şeriattır. Bulmak,
tarikattir. Bilip bulduğunla olmak da hakikattir.
Niyâzî ne buyurur:
Unutup bildiğin nâdân olmak gerek
Bezm-ü vahdette ne ilim ne alim isterler
Halim isterler, kalb-i selim isterler
Bildiklerini terk eyle, irfana erebilesin
Hak yolu belâlıdır, her kân cefalıdır
Candan ümit kes, canana erebilesin.
Canana erebilmek için illâ candan ümit mi kesmek
gerekir. Yani sûfîlere özgü var oluşun (beka) yolu yok
oluştan (fena) mı geçmektedir?
Evet. Çünkü hayat, ölümün içinde saklıdır. Mülk
suresinin başındaki ayette "önce ölümü, sonra hayatı
yarattık." der. Amentü'nün içinde de bu vardır: "Vel-ba'sü
bade'l-mevt." Toprak tohumu parçalar, dağıtır ve
öldürür. Sonra öldürdüğünden yeni bir hayat fışkırır.
Bir yeşil dal çıkar. Zahiren ölüm gibi algılama da
gerçekte o bir varoluştur. Ölüş, oluşa gebedir.
Gerçek imanı küfrün içinde,
gerçek hayatı da ölümde bulmak lazım. Her
şey, bir zıddına hamiledir. Var olmak için yokluğumuzun
farkında olmamız gerekir.
Tasavvufî eğitimin enstrümanlarından birisi olan tekke
hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Tekke, ruhî eğitimin yapıldığı okuldur. Fakat tekke bu
eğitimin olmazsa olmaz unsuru değildir. Tekkesiz de
tarikat olur. Mesela Kuşadalı ibrahim Aziz'in tekkesi
yanmış.Tekrar yapmak istemişler mani olmuş: "Tekke
büyüdü, artık bütün kainat tekke" demiş. Mürşid
neredeyse orası dergahtır; çadırdaysa çadır dergahtır,
saraydaysa saray dergahtır. Asıl da bunu gerektiriyor. O
geçmişte kalan kılık kıyafetler de mukaddes
emanetlerdir, böyle düşünmek lazım. Baş, baş olmayınca
taç ne işe yarar: "Taç marifet tacıdır, sanma gayrı taç
ola"
Tasavvufî eğitimin en çok eleştirilen kavramlarından
birisi de Halvet. Bu uygulamanın insanları sosyal
yaşamdan kopartarak âtıl hale getirdiği, pasifleştirdiği
yönünde bir takım düşünceler var. Arifler, sizce,
halveti niçin eğitimlerinde bir metod olarak tercih
etmişlerdir?
Çünkü halvet sayesinde nefis tezkiye ve ruh tasfiye
olunur. Aslında ibadetlerin hepsinin maksadı nefsi
tezkiye edip, ruhu cilalamaktır. Bu amaç doğrultusunda
sâliklerin bir odada yalnız kalarak yapmış oldukları
hücre halvetine "Bidayet Halveti", "Başlangıç halveti"
denilir. Kastamonu'da Hz. Pir'in külliyesinde
görürsünüz, tek kişilik hücreler, halvethâneler vardır.
İçinde bir seccade, bir rahle, rahlenin üzerinde de bir
Kur'an vardır. Bu çeşit hücre halvetine üç türlü
girilir: 10 gün, 20 gün, 40 gün. 10 günlük olanına
"uruk", 20 günlük olanına "nısf", 40 günlük olanına da
"erbain" denir. 40 günlük halvete girenin mürşid-i
kâmilden izin alması, destur alması gerekir. Ya da
mürşid bizatihi kendisi, sâlikin halvete girmesini
ister.
Halveti farklı bir boyutta düşünecek olursak, aslında
vatan-ı aslîsinden uzak olan insan ontolojik olarak
halvettedir.
Tabii ki, bu yönüyle halvet, namütenahidir. Bütün celâli
olaylar, halvettir. Bir gönül harbidir halvet ve çeşidi
de çoktur, insan olarak bu bağlamda halvetten hiç
çıkmadık, halen halvet içindeyiz.Ceza son bulmadan
hapishaneden çıkılmaz. Gece gündüze, ıstıraplar
mutluluğa, acılar tatlılığa gider. Doğum yapacak annenin
yanına bir kese altın mı koymalı, yoksa acısını
dindirecek, doğumu hızlandıracak ilaç mı vermeli? Altını
ne yapsın? Bir an önce doğum gerçekleşsin ki Allah ona,
o ıstırabın içinden bir evlat versin. Cefanın arkasında
sefa vardır. Cefayı çekmeyen âşık, sefanın kadrini
bilmez. Herkes sefaya taliptir. Ama şunu bilmezler ki
sefa, cefanın içinde saklıdır. Cemâl, celâlin içinde
gizlidir. Herkes derdine derman arar. Ama bilmezler
ki derman dediğin, derdin kendisidir.
Derman ararım derdime, derdim bana derman imiş
Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş
Sağı solu gözler idim ben dost yüzün görsem deyu
Ben taşrada arar iken ol can içinde can imiş
der
Niyâzî-i Misrî. Mevlânâ ise "Ey İnsan! İlacın
sendedir, ama sen bunu bilmiyorsun." der ve
insanlara kendilerinde olanı keşfetmek üzere bir çağrıda
bulunur: "Bizim sokağa gelin!" yani aşk
sokağına...
Aşk, Taşı Gonca Yaptırır
Sûfî büyüklerin öğretilerinde belirgin olan aşkın ana
özellikleri ve âşıkların müptela oldukları haller
nelerdir?
Farsça "ışk"tan türeyen aşkın kelime anlamı sarmaşık
bitkisidir. Aşk da sarmaşık gibidir. Vücuda girer girmez
bütün vücudu sarar, bütün hücrelere kadar aşk siner ve
âşıkı kendine benzetir. Bu bağlamda arifler aşkı
"iksir-i a'zam" olarak tavsif ederler. İksir öyle bir
maîdir ki, bakıra damlatıldığı zaman bakır altın olur.
İnsanın kalbi, bakırdan da katıdır. Aşk iksirinin bir
damlası gönle değerse o, bütün vücudu istila eder,
kapsar. Artık âşık, dert çekmeye başlar. Şevki Bey'in
bir şarkısı vardır: "Senin zulmünle şâdım. Niçin dursun
figân-ı şule-zârım." Ben senin cevrinden, senin bana
zulmünden hoşnudum, şikayet etmiyorum. Senin cevrin bana
mutluluk, şifa getiriyor. Söze Niyâzî ile devam edecek
olursak: "Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr"
Sen, dikenlerin içinden gelen gülü gördün mü? Ağlamaklar
içinden gelen nuru gördün mü?
Ağlamak, âşıkların şiarıdır ama âşıkların gözyaşı nisan
yağmuru gibidir, sessizce yağar. Bazen âşığın kendi bile
bu durumun farkında değildir.
Aşkla yaşanılan dönüşüm padişaha sarayını terk ettirir;
"Bir tuğla, bir kerpiç değil mi, alın sizin olsun. Ben
gönül sarayının sultanıyım!" dedirtir. Mecnun'a
sahraları gezdirtir, "Leylâ, Leylâ" diye. Ferhat'a
dağları deldirtir, "Şirin" diye. Tahir'e Zühre için taşı
gonca yaptırtır.
Aşk
budur işte!
Tahir, Zühre'yi sever. Anasını dünür göndermek ister,
"Ana, git Zühre'yi bana iste!" Anası, "Oğlum, biraz
dengimizi gözetelim. Onlar eşraf aile, biz garibanız. O
kızı sana vermezler." dese de söz geçiremez oğluna.
Kadın ne yapsın? Ana yüreği dayanamaz, gider ağanın
kapısına. Kadın, hizmetkarlara ağayla görüşme talebini
söyler. Hizmetkarlar "Kadın ne istiyorsun? Ekmekse ekmek
verelim, suysa su." derler ve ağayla onu görüştürmek
istemezler. Kadın ağanın kendisiyle görüşmesi için
saatlerce bekler. Ağayı durumdan haberdar ederler ve ağa
en sonunda akşama kadar aç, susuz kapıda bekleyen
kadınla görüşmeyi kabul eder. Kadını ağanın huzuruna
alırlar. Ağa, kadına derdini sorar? Kadın, "Yok beyim,
benim bir derdim yok. Ben bir şey istemiyorum" der. "E
niye dikildin akşama kadar kapıda o zaman?" diye sorar
ağa. Kadın, "Benim bir oğlum var. Adı Tahir. Senin kızın
Zühre'yi sevmiş. Ben de bunun üzerine sana dünür
geldim." der. Ağa kalkar alay etmeye başlar, kadını
aşağılar. "Oğlun Tahir'in ne hüneri var?" diye sorar.
Oğlunun Hiçbir hüneri olmadığını söyleyen kadını ağa,
"Defol git! Hangi yüzle gelip kızımı istiyorsun sen!"
diye kovar. Anasını dört gözle bekleyen Tahir, onun
bitkin halini, görünce "Ne oldu sana böyle?" diye sorar.
"Ah oğlum, hiç sorma. Kovdular beni. Aşağıladılar, alay
ettiler benimle." diye cevap verir. "Peki başka hiç bir
şey demedi mi ağa?" "Dedi. Oğlunun bir hüneri var mı,
diye sordu ben de yok, dedim." der anası. "Ya! Tamam,
teşekkür ederim ana." deyip çıkar Tahir evden. Yerden
bir taş bulur, eline bir keski alır ve bütün gece
çalışıp taşı, gonca haline getirir. Sabah olunca gider
ağanın kapısına dayanır, "Hünerime bak!" der, "Benim
hünerim bu: Zühre'nin aşkı bana, yerdeki taşı gonca
yaptırdı.'
Aşk
budur işte!
Neye
yarar bu dünya aşk ve aşıklar olmasa
Kimse sevmez bu dünyayı aşk olmasa
Her
şeye doyulur, aşka asla
Her
şeyden bıkılır, sevgiden asla.
***
Semazen.net’ten alınmıştır. (http://www.semazen.net/roportaj_detay.php?id=23)
***
Okuma:
http://www.halveti.net/yeni/Tasavvuf.asp?cid=3&sid=38
“.....İşte
İslâm, her türlü mezhebi ve tarikatıyla birbirinden
farklı güzelliklerle bezenmiş bir din-i mübindir. Hepsi
müslümandır. Bunu böyle düşünmek lâzım. Yok benimki,
hayır seninki dersek bu bizi çıkmaza götürür. Yine
tekrarlıyorum. Mekke'de Beytullah'ta bunun en güzel
örneğini görürsünüz.
Onca insan, istedikleri gibi yatarlar kalkarlar.
Bakarsın bazıları, Nijerya tarafları, imam: "Allahuekber"
dediği halde kaşınır, sağına soluna, saatine bakar. Ne
zaman Fatiha okudu, ne zaman zammı sure okudu hiç belli
değildir. Ama hepsi pırıl pırıl insanlar. Âdeta çocuk
gibiler. Bu kadar masum insanlar.
Sen öyle
görmüşsün öyle yapmışsın; öteki öyle görmüş böyle
yapmış. Senin mezhebin bunu diyor; ötekinin mezhebi onu
diyor. Senin tarikatın bunu diyor; ötekinin tarikatı onu
diyor. Eğer insan, kavga edecekse ona ömrü yetmez.
Binlerce mezhep, binlerce tarikat var.”
"Kavga edeceksen içindeki ile kavga et de
cümleyi dost gör. İçindeki nefs-i emmârenin başını ez de
bütün yaratıklara yaratanın gözüyle bak. İşte o zaman
saadet ve mutluluk bulursun. Başka türlü insan mutlu
olamaz."
Aziz
Mehmet Dumlu |