İnsan
bedeni, bin yıllar boyunca, doğada doğal haliyle
bulduğu besinleri gene doğal haliyle tüketerek
beynine ve vücuduna gerekli enerjiyi sağlamıştır.
Enerji (besin) ihtiyacını karşılayabilmek için uzun
yollar kat etmiş, göçebe halde yaşamış, şavaşlara
girmiştir.
Günümüze
gelindikçe besin maddelerine ulaşmak kolaylaştıkça
besinlerin doğallığının da kaybolduğunu görüyoruz.
Örneğin 600 yıl önce şeker kamışından elde edilen
ilk sofra şekeri, zenginlerin mönülerini süslerken
200 yıl öncesinde bulunan rafine yöntemleriyle
doğallığı tamamen kaybolan şeker, her kesimden
insanın ulaşabileceği bir besin maddesi olurken
insan sağlığını tehdit eden önemli unsurlardan biri
haline gelmiştir. İnsan bünyesi doğal halde bulunan
besinlerin sindirimine programlanmıştır. Bu nedenle
insan bünyesi şeker ihtiyacını, dışarıdan alınan
doğal besinlerin karaciğerde şekere dönüştürülerek
sağlanmasını uygun görür. Dışarıdan alınan rafine
şekerin sindirimi ağızdan başlayarak karaciğeri
bypass eder. Bunun sonucu olarak kandaki şeker
düzeyini ayarlamak için vücudun alarm sistemi
devreye girer (Allostaz). Çocukluktan itibaren
başlayan rafine şeker alınımı erişkin dönemde de
sürmesi sonucu hastalıkların oluşması için gerekli
ortam sağlanmış olur (Allostatik overload)
Günlük
alışveriş yaptığınız marketin yiyecek bölümlerini
incelediğinizde doğal olmayan ürünlerin çokluğunu
görürsünüz. Damak tadı ve ekonomik çıkarların
yarattığı bu pazar sistemi sağlığımızın düşmanı
olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Şekerden
sonra diğer bir temel besin maddesi olarak
gördüğümüz pastörize ve homojenize sütlerin
doğallığından söz etmek mümkün değildir. Uzakdoğu ve
Afrika beslenme geleneğinde midenin temizlenmesi ve
laksatif (müshil) amaçlı kullanılan süt, batıda
temel besin maddesi haline dönüşmüştür. Ülkemiz de
bu iki farklı geleneğin tam ortasında tercihini
batıdan yana yapmış, sütün ekonomik çıkarların bir
aracı olmasına seyirci kalmıştır.
Paratifo B,
büyük ve küçük baş hayvanlarda %40 oranında bulunan
bir mikrop (basil). Hayvanlar bu mikrobu taşıyor ve
insanlara bulaştırıyor. Önemli olan konu, pastörize
olan sütlerde bu mikrobun bulunması. ABD'nde her 100
süt kutusunun 3'ünde bu mikroba rastlanmış. Bu oran
ülke gelişme düzeyi azaldıkça artıyor. ABD tarım
bakanlığı verilerinde, bu mikrop ile hayvanlarda
%22-40 oranında bir çeşit barsak iltihabı geliştiği,
aynı tür iltihabın insanlarda görülen Kron (Chron)
hastalığına eşdeğer olduğunu belirtiliyor. Diğer bir
yayın paratifo B enfeksiyonun chron hastalığı ile
yakın ilgisi olduğunu belirtiyor.
Sütün
sindirilmesi için gerekli olan laktaz enzimi insanda
ergenlik sonrası düzeyi azalarak kayboluyor. Bu
yaştan sonra alınan sütün sindirimi sorunlar
yaratıyor. Çünkü süt midede kesilir ve diğer
yiyecekleri kaplayarak sindirimi geçiktirir,
çürümelerine yol açar. Üstelik pastörizasyon ve
homojenasyon süt proteinlerin ve yağların yapısını
bozar.
1930'larda
Dr. Francis M. Pottenger, pastörize ve çiğ sütle
beslenmenin 900 kedi üzerindeki etkilerine ilişkin
10 yıllık bir çalışma yürüttü. Bir grup yalnızca çiğ
süt alırken, diğer grup aynı kaynaktan alınan
pastörize sütle beslendi.
Çiğ süt içen
grup kuvvet bularak büyüdü, hayatı boyunca sağlıklı,
aktif ve canlı kaldı ama pastörize sütle beslenen
grup kısa süre sonra durgun, sersem ve normalde
insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek
yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum
rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı,
karaciğer iltihabı gibi kronik yozlaştırıcı
rahatsızlıklara karşı savunmasız hâle geldi.
Ama Dr.
Pottenger'in en çok dikkatini çeken ikinci ve üçüncü
nesillere olanlardı.
Pastörize
sütle beslenen grubun yavrularının hepsi pastörize
sütten kalsiyum emiliminin olmadığını gösteren zayıf
ve küçük dişler, kalsiyum eksikliğinin açık ifadesi
olan güçsüz kemiklerle doğdular.
Çiğ sütle beslenen grubun yavruları ebeveynleri gibi
sağlıklı kaldı.
Pastörize sütle beslenen grubun üçüncü kuşak
yavrularının birçoğu ölü doğarken,
kurtulanlar ise kısırdılar ve üreyemiyorlardı. Çiğ
sütle beslenen grup soyunu
sürdürürken, pastörize sütle beslenen grupta
dördüncü nesil olmadığı için deney bitmek durumunda
kaldı.
Eğer bunlar
pastörize sütün zararlı etkilerinin yeterli kanıtı
değilse, ticârî süt endüstrisinin kabul etmekten
tiksindiği, kendi annelerinden alınan pastörize
sütle beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde
öldüğü gerçeğini dikkate alın.
Dr.
Pottenger'in pastörize sütle beslenmiş kedilerinin
kısırlaşması ve gücünü yitirmesi için yalnızca üç
kuşak geçmesi yeterli olmuştur. Amerikalıların ve
Avrupalıların neredeyse aynı sayıdaki kuşağı
pastörize sütle beslenmiştir. Bugün, kısırlık
Amerikan çiftleri için başta gelen sorunlardan
biriyken; kalsiyum eksikliği de öyle yayılmıştır ki,
Amerikalı çocukların yüzde doksanı kronik diş
çürümesi sorunuyla karşı karşıyadır.
İşin daha
kötüsü, şimdilerde kaymağının ayrılmasını önlemek
için süt 'homojenize' ediliyor. Bu, yağ
moleküllerinin sütün geri kalanından ayrılmayacağı
noktaya kadar mayalanmasını ve öğütülmesini
gerektiriyor. Ama aynı zamanda bu durum, süt yağının
küçük parçacıklarının ince bağırsağın duvarından
kolayca geçmesine izin vererek, doğal niteliğini
kaybetmiş yağ ve kolestrolün vücut tarafından emilme
miktarını büyük oranda arttırıyor.
Şeker ve
süt. Ne kadar sık tüketiyoruz değil mi? Hastalıklar
son 30 yılda ne kadar çok arttı değil mi?
Biraz
düşünelim bakalım…
Kaynaklar
1.www.beyindoktoru.com
2.www.notmilk.com |