“Ş”ubat ın ve a”Ş”kın aziz hatırası na-önce dostlarımız
Nur Cihan
 
 

Bandırmalı Tatlıcı Ali Öztaylan Efendi1331 (1913 veya 1914)
Üsküp'te doğmuş, küçük yaşta Bandırma'ya yerleşmiş gönül ehli bir insandı Ali Öztaylan, yakınlarının deyimiyle Tatlıcı Ali Ağabey. Zâhirî tahsil îtibâriyle ilkokul mezunu. Bandırma'da kurduğu tatlıcı dükkanı ile geçimini temin etmiş. Ancak gençliğinde vakit buldukça İstanbul'a gidip zamanın önde gelen ilim, sanat ve tasavvuf erbâbı ile tanışmış, sohbetlerinden istifâde edip feyz almıştır. Tâhirü'l-Mevlevî'nin Mesnevî sohbetlerine iştirâk etmiş, kendisiyle dost olmuş, hattâ Tâhirü'l-Mevlevî Divan'ının ikinci cildinden bir nüsha kendisine hediye ederken iç kapağa Ali Efendi için şu ithaf şiirini yazmıştır:

Sene 1949; bir müslüman Sütevi sahibi Ali Öztaylan:
Sana sâlık verdim ey din kardeşi,
Hakîkat Ali'nin bulunmaz eşi,
Allah ve Rasûlü'ne sâdık bir bende,
Onların aşkıyla vücûdu zinde,
Fazîlet severlik olmuştur yolu,
Hulâsa Allah'ın sâfî bir kulu,
Benim de mânevî evlâdımdır o,
Bâis-i sürûr-i fuâdımdır o,
Olsun diyerek bir tuhfe-i edeb,
Yazdırdı birinci Dîvân'ımı hep,
İstedi yazdırmak ikinciyi de,
Şu nüsha o yüzden geldi vücûde,
Allah salâhını müzdâd eylesin,
Kalbini nur ile âbâd eylesin,
Benden ona karşı şükrân-ı duâ,
Kabul eyler elbet Cenâb-ı Hüdâ,
Duâsı böyledir Tâhir Olgun'un,
Allah onu dâim eylesin memnûn.

Ali Efendi gençliğinde Nakşibendî meşâyıhından Ali Haydar Efendi'ye intisap ile mürîdi olmuş. Kendi ifâdesine göre, Ali Haydar Efendi bir defasında Ali Efendi'ye: Oğlum, Tâhiru'l-Mevlevî sizin için Divan'ında bir şiir yazmış, şiirde isminiz de geçiyor, o Divan şu raftaki kitap olsa gerek, verir misiniz? deyince Tatlıcı Ali Efendi bir taraftan raftaki kitabı alırken bir taraftan da: Acaba efendi hazretleri hem Nakşî hem Mevlevî meşreb olunur mu? diyerek beni azarlayacak mı, diye endişe etmiş. Ancak Ali Haydar Efendi kitaptaki o şiiri bulup okuduktan sonra: Tâhirü'l-Mevlevî benim hapis arkadaşımdır. (İskilipli Âtıf Efendi'nin şapka muhâkemesi döneminde aynı hücrede kalmışlar). Çok kıymetli, muhterem bir insandır. Böyle bir zâtın muhabbetini kazanmış olmanız büyük bir saadettir, diyerek iltifat etmiştir.

Ali Haydar Efendi'nin vefâtından sonra şeyhinin mânevî işâretiyle Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Efendi'ye intisap eden Tatlıcı Ali Efendi Prof. Süheyl Ünver, Sâmiha Ayverdi, Hasan Basri Çantay ve Neyzen Tevfik'in de husûsî dostu olmuştur. Neyzen Tevfik, bir gün Prof. Dr. Fuad Köprülü gibi seçkin ilim adamlarının da bulunduğu bir mecliste mûsikî ve ney hakkında uzun ve ilmî bir sohbet yapıp ney üfledikten sonra: Bu benim son ney üfleyişim, demiş, ardından Ali Efendi'ye: Benim cenâze namazımı sen kıldıracaksın, diye vasiyet etmiştir. Ali Efendi: Benim tahsilim yok, dediyse de kabul ettirememiş. Bir hafta kadar sonra da vefât etmiş ve cenazesini Ali Efendi kıldırmış.

Ali Efendi, kendi anlattığına göre, gençliğinde insanları irşâd edebilmek, onlarla diyalog kurabilmek için bâzen meyhânelere gider, orada ayran içer ve insanlarla konuşurmuş. Şöyle anlatıyor: Dükkanımızda tatlı ve pasta sattığımız için akşam geç saate kadar çalışır, sonra dükkan temizliği yapıp eve giderdik. Yolda meyhanelerin bol olduğu sokağa uğrar, o geç saatte sarhoş olup kalan var mı diye bakardık. O saate kadar meyhanede kalan kişi ya faturayı ödeyecek parası olmadığı için meyhaneciden korkan, ya da evdeki hanımından fırça yiyeceğini düşünüp korkan kişidir. Biz bunların borcunu öderdik. Ancak adam ayakta zor durduğu için bir fayton çevirir, faytoncuya onu evine götürmesini söyleyip yol parasını verirdik. Ayrıca sarhoş olan adama bizim dükkandan bir paket höşmerim tatlısı sarıp verir: "Bunu hanımına ver de sana kızmasın" derdik.

Ali Efendi'nin insanlara karşı olan bu şefkat, merhamet ve hoşgörüsü meyvelerini vermiş, onun bu olgun tavrından etkilenen bazı kimseler içkiyi zamanla bırakıp doğru yolu bulmuşlardır.

Bir defasında telefon numarasını yanlış çevirip Ali Efendi'nin tatlıcı dükkanını ticari taksi durağı zannederek bir taksi isteyen kişiye Ali Efendi'nin "yanlış numara" demek yerine "pekiyi efendim, hemen taksiniz geliyor, adresinizi alayım" dediği, bir taksi bularak adrese gönderdiği, ücretini de kendisinin ödediği anlatılır.

Ali Efendi dînî bayramlarda ve kandil gecelerinde umumhâneleri (genelevleri) ziyâret eder, oradaki kadınlara hediyeler götürürmüş. Günah işleyen kişi İslâmiyet'ten çıkmış olmaz, sadece günahkâr müslüman olur. Ali Efendi o kadınlara önce insan olarak değer verir, sonra dînî bir kandil ya da bayram vesilesiyle hediye vererek gönüllerindeki İslâm nûrunu tekrar hatırlatmaya çalışırdı. Oradaki kadınların hiç birinin hayatından memnun olmadığını ve kalplerinin mahzûn olduğunu söylerdi. Ali Efendi günahkâr müslümanlara ve hattâ müslüman olmayan insanlara hoşgörüyle bakar, onların âhir-i ömürlerinde tevbe edip sâlih bir insan olarak âhirete göçebileceklerini düşünürdü. Ancak İslâmiyete düşman olanlara karşı müsâmahası yoktu.

Tek parti döneminde büyük sıkıntılar görmüş Ali Efendi. Tatlıcı dükkanında Fâtih Sultan Mehmed'in resmi ve besmele, hilye gibi levhalar bulundurduğu için "Osmanlı muhibbi" olmakla, "harf inkılâbına muhâlefet etmekle" suçlanmış. Evi uzun süre gözetim altında tutulmuş, sabah namazına kalkıp evinde lambayı yakınca niçin lambayı yaktığı sorulmuş, kendi evinde sabah namazı kıldığı için azarlanmış, o da "çocuğum hasta idi, ona ilaç vermek için lambayı yaktım", demek zorunda kalmıştır. Evindeki dînî kitaplara, özellikle Osmanlıca eserlerin çoğuna, yapılan baskınlarda el konmuş ve bir daha iâde edilmemiştir.

Anlattığına göre, Behçet Kemal Çağlar konferansta bir konuşma yapmak için Bandırma'ya geldiğinde Ali Efendi'nin dükkanındaki Osmanlı'ya dâir resim ve bazı hat yazılarını görünce: Buranın sâhibi Osmanlı hayrânı gâlibâ, şununla bir tanışalım, demiş. Ali efendi'nin evine telefon açılmış ve Behçet Kemal'in bir grup muallim arkadaşıyla ziyârete gelmek istediği söylenmiş. Ali Efendi bir saat sonra gelebileceklerini söylemiş. Ancak içinde bazı endişeler de varmış. Gusül abdesti alıp beklemeye başlamış. Misâfirler gelip izzet ikrâm yapılmış. Ali Efendinin endişe ettiği gibi hakâretâmîz sözler de sarfedilmemiş, sohbete saygılı bir üslup hâkimmiş. Derken Ali Efendi: Behçet Kemal Bey! Fakîr, ilk mektebi zor bitirmiş tahsili nâkıs bir insanım. Ancak zât-ı âlînizin birkaç şiiri hâfızamdadır. Onuncu yıl marşı isimli bir şiirinizde "On yılda onbeş milyon genç yarattık her yaştan" diyorsunuz. Bu ifâdeyi keşke yarattık değil de yetiştirdik deseydiniz. Yaratmak Allah'a mahsustur. Bu sözünüz gayretullaha dokunabilir, demiş. Behçet Kemal: Bu mevzûyu kapatalım, demiş, ancak bu cümleyi yaklaşık on kez tekrarlamış ve yarı cinnet hâlinde yere yuvarlanmış. Yere çarpmanın tesiriyle ağzından burnundan kanlar gelmiş. Arkadaşları onu götürmüşler. Ancak bu yarı cinnet hâli geçmemiş ve on gün kadar sonra ölmüş.

Ali Efendi, Menderes'in Demokrat Partisi'nin iktidar olduğu dönemde Ankara'ya gidip bir hafta orada kalmış, nazı geçen siyâsîlere ricâlarda bulunmuş ve Mezarlıklar Kânunu'nun çıkmasını sağlamıştır. Zîrâ bu kânun çıkmadan önce Osmanlı yâdigârı kitâbeleri olan, ilim, târih ve sanat değeri olan mezar taşları kırılıp ufalanarak mıcır yapılıyormuş. Bu kânunun çıkmasından sonra Merkez Efendi, Sümbül Efendi gibi birçok meşâyıhın rûhâniyetinin âlem-i mânâda gelerek kendisini tebrîk ettiklerini söylerdi Ali Efendi.

Ali Efendi'nin en çok sevdiği kişilerden biri Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi tasavvuf hocası merhûm Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın idi. "Selçuk vefât edince sanki vücudumun yarısı öldü" derdi. Selçuk bey İstanbul'da bir kandil akşamı vaazdan dönerken trafik kazası geçirip hayatını kaybedince aynı anda Bandırma'da evinde bulunan Ali Efendi "Selçuk şehid oldu" diye mânen bir ses duyduğunu, bundan bir saat sonra telefonla Selçuk beyin kızının arayıp babasının vefâtını haber verdiğini anlatırdı.

Ali Efendi torunu yaşındaki insanların elini öper, son yıllarında yaşlı ve ayakları rahatsız olmasına rağmen değneklere dayanarak bütün misâfirlerini kapıya kadar bizzat uğurlardı. Sohbetlerine nezâket ve tatlı bir Osmanlı üslûbu hâkimdi. Uyduruk Türkçe kelimeler kullanmazdı. Bütün hareketlerinde edeb ve kibarlık vardı. Tam bir Osmanlı efendisi idi.

Ve bu Osmanlı efendisi 4 Ağustos 2008 Pazartesi günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Özellikle Selçuk beyden bahsederken "Dostlarımın çoğu öbür âleme gitti, bedenim artık bana ağır geliyor" derdi. Şimdi Mevlâsına, dostlarına ve Selçuk beyine kavuştu. 6 Ağustos 2008 günü Bandırma'daki Tekke Câmii avlusunda bulunan hazîreye defnedildi. Mekânı Cennet olsun! Rûhu için el-Fâtiha.

LatifHakim Alioğlu

“BİZİM O’NU ÖVMEMİZ ,O’NUN EKSİK ANLATILMASINA YOL AÇAR”

Onu ilk gördüğüm günün üzerinden 4-5 yıl geçti. Tatil dönüşü, bir arkadaşımın ısrarıyla evinde ziyaretine gitmiştim. Arkadaşım, bir Osmanlı beyefendisi ile karşılaşacağımı söylemişti. Doğrusu bu tanımlama o günlerde beni pek fazla ilgilendirmiyordu. Tasavvuf’u yeni keşfetmeye başladığım günlerdi. Bütün tatil boyunca birkaç kitapla birlikte Necip Fazıl’ın Reşahat adlı kitabını okumuş ve o kitapta anlatılanlara benzer kişilerin bugün de var olup olmadığını düşünmekteydim. Doğrusu bunu pek imkân dâhilinde görmüyor, özelliğinin sadece konuşmasında Osmanlıca kelimelerin ağırlıkta olacağını düşündüğüm bir beyefendiyi sırf arkadaşımı kırmamak maksadıyla ziyaret ediyordum.

Ziyaretlerine gitmek için, ilçenin merkezindeki pastaneden beni alıp refakat eden kişi seksen yaşlarındaydı. Sonradan en yakın dostu olduğunu öğrenecektim. O da tam bir Osmanlı beyefendisiydi. Kendisini yormuş olmanın verdiği bir sıkıntı içindeydim. Eve gittiğimizde, karşımda, doksan yaşlarında tam tahmin ettiğim gibi birini bulduğumu düşündüm. Fakat, yaşlılara olan hürmetin gereği olarak elini öpmek istediğimde, karşımdaki kişinin bildiğim diğer tüm kişilerden farklı olduğunu görmeye başladım. Ben eğilmiş onun elini öperken o da ayakta zor durmasına rağmen eğilmiş benim elimi öpmeye çalışıyordu. Bir an ne yapacağımı şaşırdım. Bir anda bunun benzerini daha önce yaşayıp yaşamadığımı hatırlamaya çalıştım. Evet, görmüştüm. Yalancı bir tevazuuyla birbirilerinin eline eğilen insanlar vardı. Karşıdaki de aynı yalancı tevazuuyla “Aman efendim estağfurullah.” diyerek elini çekiyordu. Ben de bulabildiğim bu tek davranış şekline sarılıp “Estağfurullah” diyerek elimi çekmek ve bu durumdan kurtulmak istedim. Ama onun hareketlerinde hiçbir yapmacıklık yoktu. O gerçekten de benim elimi öpmek istiyordu. Ben kimdim? Ben neydim de elimi öpmek istiyordu? Birden farklı bir atmosfere girdiğimi anladım. O şoku bir türlü atlatamıyordum. Tavan yere doğru yaklaşmıştı, her şey üstüme geliyordu ve ben ondan gözlerimi ayıramıyordum. Ağzından kısık sesiyle inci tanesi gibi dökülen kelimeleri boğuk bir şekilde duyuyor, zar zor anlayabiliyordum. Genç bir delikanlının hayran olduğu çok güzel bir kadının karşısında yaşayacağı kalp çarpıntılarını yaşıyor, bu durumdan hem bir an önce sıyrılmak hem de bu böyle hiç bitmesin istiyordum.

Ben hiçbir şey sormadım, o anlattı. O anlattıkça hayretim daha da arttı. Karşımda, Reşahat kitabından fırlamış olduğuna bugün bile yemin edebileceğim bir insan bulunuyordu. Günümüzde de var mıdır dediğim kişi işte tam karşımdaydı. O anlattı ben dinledim, sadece dinledim. Bir şeyler sormak, onun o zarif, o edepli, hakikatin hakikati sözlerinin yanında o kadar kulak tırmalayıcı kalırdı ki ağzımı bile açamadım. Ama yalancı bir tevazudan değil; aradaki farkı o kadar net bir biçimde hissediyordum ki bu farkı neredeyse elimle bile tutabilirdim.

Anlattığı şeylerde insanların keramet olarak adlandırdığı birçok hadise vardı. Ama asıl keramet davranışlarında, tavırlarındaydı. Aslında onun kendisi tamamen bir kerametti. İnsanların hatalarını, eksikliklerini; onu görerek anlamaları için sanki özel olarak yaratılmıştı. Karşımdayken de anlattığı olaylarda da onun yapacağı davranışı asla tahmin edemiyordum. Bir sonraki olayı anlatırken onu artık biraz da olsa tanımış olmanın verdiği görüşle yine deniyordum ama nafile. Aramızdaki fark gerçekti. Aslında tanıdığım herkesle onun arasında da bu fark olmalıydı. Çünkü bu anlatılanların benzerlerini bile, ne duymuş ne de görmüştüm.

Beni onun yanına getiren dostundan bahsetti. Nasıl elli yıldır dost olduklarını, dostun ne demek olduğunu, insanın hatalarını nasıl gece gibi örttüğünü, evinin olduğu tarafa doğru bir kere bile ayaklarını uzatmadığını, birbirlerini bir kere bile kırmadıklarını, incitici bir söz etmediklerini…

Eskiden kendisinin bir pastanesi olduğunu, her sabah gusül abdesti alıp, sabah namazına gittiklerini, sonra süt ürünlerini üretip her sabah nasıl başlarında Kur’an okuduğunu, Allah’a, kendisine rızkını vermek için gönderdiği müşterilerini harama düşürmemesi için nasıl dua ettiğini, nasıl bir iki hareketinin bile herkesin nasıl biri olduğunu gösterdiğini, insanlara ve müşterilerine nasıl davrandığını…

Yaşlılardan bahsetti. “Yaşlılar çocuk gibidir onların kusuruna bakmayın. Ben de yaşlıyım benim de kusurlarımı affedin.” dedi. “Yaşlandıkça insan daha hassas oluyor, artık gelinimden bir bardak su dahi isteyemiyorum.” dedi. Gelini surat yapıyor herhalde diye düşündüm. O devam etti. “İçinden bile olsa bir “öf “der de günaha girer diye bir bardak su bile isteyemiyor insan.” dedi. O bir bardak su, kaynar olarak başımdan aşağı döküldü. Ne kadar ben merkezli olduğumu hiçbir şey bu kadar etkili anlatamazdı. Aramızdaki fark daha da büyüdü.

Tanınmış insanlardan bahsetti. Tahir’ül Mevlevi’den, Menderes’ten, Mehmet Akif Ersoy’dan, Neyzen Tevfik’den, Behçet Kemal’den ve daha başkalarından. Bazı anılarını anlattı. Anadolu’nun bir ilçesinde yaşayan bir kişinin nasıl olup da bu kişilerle anıları olduğunu merak ettim ama soramadım. Bu konu benim için hâlâ bir sır.

Neyzen Tevfik’i, Mehmet Akif Ersoy’un arkadaşı olduğunu bildiği için ziyaret etmiş. Neyzen Tevfik, son zamanlarını Bakırköy’de hastane müdürünün kendisine tahsis ettiği küçük bir odada geçiriyormuş. Kendisi Mehmet Akif’ten bahsedince Neyzen Tevfik “Lütfen efendim gidiniz, biz emanete ihanet ettik. O’nun dostuna bile bakacak yüzümüz yok.” demiş. Ama bırakıp gitmemiş. Bir süre daha konuşmuşlar. Sonra birkaç kez daha ziyaretine gitmiş. Şehzadebaşı’nda bir kıraathane varmış, orada zamanın uleması bir araya gelir, musikişinaslar da musiki icra ederlermiş. En son orada görüşmüşler. Neyzen Tevfik, kendisinden ulaşabileceği bir telefon numarası istemiş. Bir telefon numarası bırakmış, eve dönmüş. Aradan birkaç gün geçince bir haber gelmiş. “Acele İstanbul’a geliniz, Neyzen Tevfik Hakka yürüdü. Cenazesini de sizin yıkamanızı, namazını kıldırmanızı ve kabre indirmenizi vasiyet etti.” demişler. Hemen İstanbul’a gitmiş, birkaç gün önce ney nefes edişini dinlediği Neyzen Tevfik’in vasiyetini yerine getirmiş. Neyzen Tevfik her gün içip, akşam olunca da tövbe edip kadehini kırarmış. Sonra da ertesi gün yeniden içmeye başlarmış. “İnsanın kadehini Allah kırsın.” dermiş. “Kimin ne olduğunu bilemezsin.” dedi.

Eski zamanlardan bahsetti. Ailesinin o küçükken Balkanlar’dan zulümden kaçarak Anadolu’ya göç ettiğinden, Yunan işgalinden, Cumhuriyet’in ilk yıllarından, Tek Parti Dönemi'nden…

Konuların hafiflediği bir sırada aklıma eşimin, kızımızla birlikte beni pastanede beklediği geldi. Beş dakikalık bir ziyaret olarak düşünüp geldiğim bu evden çıkmak istemiyordum. Bir buçuk saat sonra gönlüm arkada kalarak, utana sıkıla izin isteyerek ayrıldım. Eşim kızgındı “Biliyorum çok beklettim ama inan buna değerdi.” dedim. Biraz anlattım, bir dahaki sefer kendisini de götürmemi istedi.

Sonraki zamanlarda fırsat doğdukça ziyaret etmeye çalıştım. Fırsatlar daha çok bizimle değil onunla ilgiliydi. Her gün Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen ziyaretçiler onu doğal olarak yoruyordu. Evin içinde bile zor yürümesine karşın tüm misafirleri kapıya kadar uğurlamaya devam ediyordu. Nitekim bir gün yine bir ziyaretçisini uğurlarken düşüp bir kemiğini kırdığını haber aldık. İstanbul’da bir süre hastanede yatmak zorunda kaldı. Hastaneye girerken kendisini sedyeye alan hastabakıcılardan “Kusura bakmayın evladım, size de zahmet verdik.” diye özür diliyordu.

Ziyaretine her gidişimizde yeni bir eksikliğimizi öğrendik. O ne kadar anlattı, ben ne kadarını anladım bilemiyorum ama her seferinde hiçbir yerde duymadığımız bir şeyler duyduk. Bir seferinde eşim “Neden insan onu görünce içinden ağlamak geliyor?” diye sordu. “Herhalde...” dedim, “İnsan kendi eksikliklerini bir aynada görünce, kendi haline üzülüp ağlıyor.”

Bir ziyaretimiz bir arkadaşımın bir dergide hazırlamakta olduğu Mehmet Akif Ersoy dosyası için onun anılarını dinlememizi istemesi vesilesiyle gerçekleşti. Biz gittiğimizde demir tutamaklarla gittiği banyoda abdest almaktaydı. Salonda misafirler olduğunu öğrenince yanımıza gelmedi. Hanımı “Utanıyor.” dedi. “Üzerinde ceketi yok ya ondan.” Misafirlerinin yanına üzerinde ceketi ve ayağındaki terliklerin içinde çorapları olmadığı için çıkmaya utanıyordu. Hala tokat yiyordum. Ceketini götürdüm. Elini öptüm, elimi öpmek istedi. Ceketini yardımımla giydi. Çoraplarını yardımla giydi. Demir dayanağın yardımıyla salona geldi. Ve gelenlerin beklediği gibi yine anlatmaya başladı. Hafızası belki biraz zayıflamıştı ama aynı belagat, aynı edep, aynı zarafet olduğu gibi devam ediyordu.

Anlattıklarına ara verdikçe Mehmet Akif Ersoy hakkındaki anılarını sordum. “Ben...” dedi, “onun son dönemini yakalayabildim. Epeyce rahatsızdı.”, “Hanesi yurt içi ve yurt dışından gelen ziyaretçilerle sürekli dolu oluyordu.” dedi. “Damadı Ömer Rıza’yı iyi tanırdım, mektupları da vardı ama nasılsa kayboldu.” dedi. Daha detaylı bir şeyler öğrenmek için edepsizlik edip ısrar ettim. “Mehmet Akif Ersoy’un meşrebi nasıldı?” diye sordum. “O çok büyük bir insandı.” dedi. “Biz onu ne anlayabiliriz ne de anlatabiliriz. Bizim onu övmemiz, onun eksik anlatılmasına yol açar.” dedi. Artık sustum. O, Mehmet Akif Ersoy’u o kadar çok seviyordu ki onu eksik anlatırım diye övmekten bile kaçınıyordu. Bense onun anlattıklarından anladıklarımı bir yazı halinde derleyip Mehmet Akif Ersoy’un hatırasına hizmet edeceğimi düşünüyordum. Yine ne kadar farklı kalmıştık. O, o haliyle tarif etmekten edep ederken, ben bu halimle yazı yazmaya kalkıyordum.

O’nu anlattığım bu yazı da bir edepsizlik alameti. Eksikler, hatalar ve kusurlarla dolu. Beni affetsin. Şu kadarını söyleyeyim: İnsan-ı Kamil tanımından herkes farklı bir şey anlayabilir ama ben O’nu On’da gördüm.

İbrahim Muhsin

 

 
 
Nur Cihan
04.02.2009
nuralem7@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com