Bandırmalı Tatlıcı Ali Öztaylan Efendi1331 (1913 veya
1914)
Üsküp'te doğmuş,
küçük yaşta Bandırma'ya yerleşmiş gönül ehli bir insandı
Ali Öztaylan, yakınlarının deyimiyle Tatlıcı Ali Ağabey.
Zâhirî tahsil îtibâriyle ilkokul mezunu. Bandırma'da
kurduğu tatlıcı dükkanı ile geçimini temin etmiş. Ancak
gençliğinde vakit buldukça İstanbul'a gidip zamanın önde
gelen ilim, sanat ve tasavvuf erbâbı ile tanışmış,
sohbetlerinden istifâde edip feyz almıştır. Tâhirü'l-Mevlevî'nin
Mesnevî sohbetlerine iştirâk etmiş, kendisiyle dost
olmuş, hattâ Tâhirü'l-Mevlevî Divan'ının ikinci
cildinden bir nüsha kendisine hediye ederken iç kapağa
Ali Efendi için şu ithaf şiirini yazmıştır:
Sene 1949; bir müslüman Sütevi sahibi Ali Öztaylan:
Sana sâlık verdim ey din kardeşi,
Hakîkat Ali'nin bulunmaz eşi,
Allah ve Rasûlü'ne sâdık bir bende,
Onların aşkıyla vücûdu zinde,
Fazîlet severlik olmuştur yolu,
Hulâsa Allah'ın sâfî bir kulu,
Benim de mânevî evlâdımdır o,
Bâis-i sürûr-i fuâdımdır o,
Olsun diyerek bir tuhfe-i edeb,
Yazdırdı birinci Dîvân'ımı hep,
İstedi yazdırmak ikinciyi de,
Şu nüsha o yüzden geldi vücûde,
Allah salâhını müzdâd eylesin,
Kalbini nur ile âbâd eylesin,
Benden ona karşı şükrân-ı duâ,
Kabul eyler elbet Cenâb-ı Hüdâ,
Duâsı böyledir Tâhir Olgun'un,
Allah onu dâim eylesin memnûn.
Ali Efendi gençliğinde Nakşibendî meşâyıhından Ali
Haydar Efendi'ye intisap ile mürîdi olmuş. Kendi
ifâdesine göre, Ali Haydar Efendi bir defasında Ali
Efendi'ye: Oğlum, Tâhiru'l-Mevlevî sizin için Divan'ında
bir şiir yazmış, şiirde isminiz de geçiyor, o Divan şu
raftaki kitap olsa gerek, verir misiniz? deyince Tatlıcı
Ali Efendi bir taraftan raftaki kitabı alırken bir
taraftan da: Acaba efendi hazretleri hem Nakşî hem
Mevlevî meşreb olunur mu? diyerek beni azarlayacak mı,
diye endişe etmiş. Ancak Ali Haydar Efendi kitaptaki o
şiiri bulup okuduktan sonra: Tâhirü'l-Mevlevî benim
hapis arkadaşımdır. (İskilipli Âtıf Efendi'nin şapka
muhâkemesi döneminde aynı hücrede kalmışlar). Çok
kıymetli, muhterem bir insandır. Böyle bir zâtın
muhabbetini kazanmış olmanız büyük bir saadettir,
diyerek iltifat etmiştir.
Ali Haydar Efendi'nin vefâtından sonra şeyhinin mânevî
işâretiyle Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Efendi'ye intisap
eden Tatlıcı Ali Efendi Prof. Süheyl Ünver, Sâmiha
Ayverdi, Hasan Basri Çantay ve Neyzen Tevfik'in de
husûsî dostu olmuştur. Neyzen Tevfik, bir gün Prof. Dr.
Fuad Köprülü gibi seçkin ilim adamlarının da bulunduğu
bir mecliste mûsikî ve ney hakkında uzun ve ilmî bir
sohbet yapıp ney üfledikten sonra: Bu benim son ney
üfleyişim, demiş, ardından Ali Efendi'ye: Benim cenâze
namazımı sen kıldıracaksın, diye vasiyet etmiştir. Ali
Efendi: Benim tahsilim yok, dediyse de kabul
ettirememiş. Bir hafta kadar sonra da vefât etmiş ve
cenazesini Ali Efendi kıldırmış.
Ali Efendi, kendi anlattığına göre, gençliğinde
insanları irşâd edebilmek, onlarla diyalog kurabilmek
için bâzen meyhânelere gider, orada ayran içer ve
insanlarla konuşurmuş. Şöyle anlatıyor: Dükkanımızda
tatlı ve pasta sattığımız için akşam geç saate kadar
çalışır, sonra dükkan temizliği yapıp eve giderdik.
Yolda meyhanelerin bol olduğu sokağa uğrar, o geç saatte
sarhoş olup kalan var mı diye bakardık. O saate kadar
meyhanede kalan kişi ya faturayı ödeyecek parası
olmadığı için meyhaneciden korkan, ya da evdeki
hanımından fırça yiyeceğini düşünüp korkan kişidir. Biz
bunların borcunu öderdik. Ancak adam ayakta zor durduğu
için bir fayton çevirir, faytoncuya onu evine
götürmesini söyleyip yol parasını verirdik. Ayrıca
sarhoş olan adama bizim dükkandan bir paket höşmerim
tatlısı sarıp verir: "Bunu hanımına ver de sana
kızmasın" derdik.
Ali Efendi'nin insanlara karşı olan bu şefkat, merhamet
ve hoşgörüsü meyvelerini vermiş, onun bu olgun tavrından
etkilenen bazı kimseler içkiyi zamanla bırakıp doğru
yolu bulmuşlardır.
Bir defasında telefon numarasını yanlış çevirip Ali
Efendi'nin tatlıcı dükkanını ticari taksi durağı
zannederek bir taksi isteyen kişiye Ali Efendi'nin
"yanlış numara" demek yerine "pekiyi efendim, hemen
taksiniz geliyor, adresinizi alayım" dediği, bir taksi
bularak adrese gönderdiği, ücretini de kendisinin
ödediği anlatılır.
Ali Efendi dînî bayramlarda ve kandil gecelerinde
umumhâneleri (genelevleri) ziyâret eder, oradaki
kadınlara hediyeler götürürmüş. Günah işleyen kişi
İslâmiyet'ten çıkmış olmaz, sadece günahkâr müslüman
olur. Ali Efendi o kadınlara önce insan olarak değer
verir, sonra dînî bir kandil ya da bayram vesilesiyle
hediye vererek gönüllerindeki İslâm nûrunu tekrar
hatırlatmaya çalışırdı. Oradaki kadınların hiç birinin
hayatından memnun olmadığını ve kalplerinin mahzûn
olduğunu söylerdi. Ali Efendi günahkâr müslümanlara ve
hattâ müslüman olmayan insanlara hoşgörüyle bakar,
onların âhir-i ömürlerinde tevbe edip sâlih bir insan
olarak âhirete göçebileceklerini düşünürdü. Ancak
İslâmiyete düşman olanlara karşı müsâmahası yoktu.
Tek parti döneminde büyük sıkıntılar görmüş Ali Efendi.
Tatlıcı dükkanında Fâtih Sultan Mehmed'in resmi ve
besmele, hilye gibi levhalar bulundurduğu için "Osmanlı
muhibbi" olmakla, "harf inkılâbına muhâlefet etmekle"
suçlanmış. Evi uzun süre gözetim altında tutulmuş, sabah
namazına kalkıp evinde lambayı yakınca niçin lambayı
yaktığı sorulmuş, kendi evinde sabah namazı kıldığı için
azarlanmış, o da "çocuğum hasta idi, ona ilaç vermek
için lambayı yaktım", demek zorunda kalmıştır. Evindeki
dînî kitaplara, özellikle Osmanlıca eserlerin çoğuna,
yapılan baskınlarda el konmuş ve bir daha iâde
edilmemiştir.
Anlattığına göre, Behçet Kemal Çağlar konferansta bir
konuşma yapmak için Bandırma'ya geldiğinde Ali
Efendi'nin dükkanındaki Osmanlı'ya dâir resim ve bazı
hat yazılarını görünce: Buranın sâhibi Osmanlı hayrânı
gâlibâ, şununla bir tanışalım, demiş. Ali efendi'nin
evine telefon açılmış ve Behçet Kemal'in bir grup
muallim arkadaşıyla ziyârete gelmek istediği söylenmiş.
Ali Efendi bir saat sonra gelebileceklerini söylemiş.
Ancak içinde bazı endişeler de varmış. Gusül abdesti
alıp beklemeye başlamış. Misâfirler gelip izzet ikrâm
yapılmış. Ali Efendinin endişe ettiği gibi hakâretâmîz
sözler de sarfedilmemiş, sohbete saygılı bir üslup
hâkimmiş. Derken Ali Efendi: Behçet Kemal Bey! Fakîr,
ilk mektebi zor bitirmiş tahsili nâkıs bir insanım.
Ancak zât-ı âlînizin birkaç şiiri hâfızamdadır. Onuncu
yıl marşı isimli bir şiirinizde "On yılda onbeş milyon
genç yarattık her yaştan" diyorsunuz. Bu ifâdeyi keşke
yarattık değil de yetiştirdik deseydiniz. Yaratmak
Allah'a mahsustur. Bu sözünüz gayretullaha dokunabilir,
demiş. Behçet Kemal: Bu mevzûyu kapatalım, demiş, ancak
bu cümleyi yaklaşık on kez tekrarlamış ve yarı cinnet
hâlinde yere yuvarlanmış. Yere çarpmanın tesiriyle
ağzından burnundan kanlar gelmiş. Arkadaşları onu
götürmüşler. Ancak bu yarı cinnet hâli geçmemiş ve on
gün kadar sonra ölmüş.
Ali Efendi, Menderes'in Demokrat Partisi'nin iktidar
olduğu dönemde Ankara'ya gidip bir hafta orada kalmış,
nazı geçen siyâsîlere ricâlarda bulunmuş ve Mezarlıklar
Kânunu'nun çıkmasını sağlamıştır. Zîrâ bu kânun çıkmadan
önce Osmanlı yâdigârı kitâbeleri olan, ilim, târih ve
sanat değeri olan mezar taşları kırılıp ufalanarak mıcır
yapılıyormuş. Bu kânunun çıkmasından sonra Merkez
Efendi, Sümbül Efendi gibi birçok meşâyıhın
rûhâniyetinin âlem-i mânâda gelerek kendisini tebrîk
ettiklerini söylerdi Ali Efendi.
Ali Efendi'nin en çok sevdiği kişilerden biri Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi tasavvuf hocası merhûm
Yrd. Doç. Dr. Selçuk Eraydın idi. "Selçuk vefât edince
sanki vücudumun yarısı öldü" derdi. Selçuk bey
İstanbul'da bir kandil akşamı vaazdan dönerken trafik
kazası geçirip hayatını kaybedince aynı anda Bandırma'da
evinde bulunan Ali Efendi "Selçuk şehid oldu" diye mânen
bir ses duyduğunu, bundan bir saat sonra telefonla
Selçuk beyin kızının arayıp babasının vefâtını haber
verdiğini anlatırdı.
Ali Efendi torunu yaşındaki insanların elini öper, son
yıllarında yaşlı ve ayakları rahatsız olmasına rağmen
değneklere dayanarak bütün misâfirlerini kapıya kadar
bizzat uğurlardı. Sohbetlerine nezâket ve tatlı bir
Osmanlı üslûbu hâkimdi. Uyduruk Türkçe kelimeler
kullanmazdı. Bütün hareketlerinde edeb ve kibarlık
vardı. Tam bir Osmanlı efendisi idi.
Ve bu Osmanlı efendisi 4 Ağustos 2008 Pazartesi günü
Hakk'ın rahmetine kavuştu. Özellikle Selçuk beyden
bahsederken "Dostlarımın çoğu öbür âleme gitti, bedenim
artık bana ağır geliyor" derdi. Şimdi Mevlâsına,
dostlarına ve Selçuk beyine kavuştu. 6 Ağustos 2008 günü
Bandırma'daki Tekke Câmii avlusunda bulunan hazîreye
defnedildi. Mekânı Cennet olsun! Rûhu için el-Fâtiha.
LatifHakim Alioğlu
“BİZİM O’NU ÖVMEMİZ ,O’NUN
EKSİK ANLATILMASINA YOL AÇAR”
Onu ilk
gördüğüm günün üzerinden 4-5 yıl geçti. Tatil dönüşü,
bir arkadaşımın ısrarıyla evinde ziyaretine gitmiştim.
Arkadaşım, bir Osmanlı beyefendisi ile karşılaşacağımı
söylemişti. Doğrusu bu tanımlama o günlerde beni pek
fazla ilgilendirmiyordu. Tasavvuf’u yeni keşfetmeye
başladığım günlerdi. Bütün tatil boyunca birkaç kitapla
birlikte Necip Fazıl’ın Reşahat adlı kitabını okumuş ve
o kitapta anlatılanlara benzer kişilerin bugün de var
olup olmadığını düşünmekteydim. Doğrusu bunu pek imkân
dâhilinde görmüyor, özelliğinin sadece konuşmasında
Osmanlıca kelimelerin ağırlıkta olacağını düşündüğüm bir
beyefendiyi sırf arkadaşımı kırmamak maksadıyla ziyaret
ediyordum.
Ziyaretlerine gitmek için, ilçenin merkezindeki
pastaneden beni alıp refakat eden kişi seksen
yaşlarındaydı. Sonradan en yakın dostu olduğunu
öğrenecektim. O da tam bir Osmanlı beyefendisiydi.
Kendisini yormuş olmanın verdiği bir sıkıntı içindeydim.
Eve gittiğimizde, karşımda, doksan yaşlarında tam tahmin
ettiğim gibi birini bulduğumu düşündüm. Fakat, yaşlılara
olan hürmetin gereği olarak elini öpmek istediğimde,
karşımdaki kişinin bildiğim diğer tüm kişilerden farklı
olduğunu görmeye başladım. Ben eğilmiş onun elini
öperken o da ayakta zor durmasına rağmen eğilmiş benim
elimi öpmeye çalışıyordu. Bir an ne yapacağımı şaşırdım.
Bir anda bunun benzerini daha önce yaşayıp yaşamadığımı
hatırlamaya çalıştım. Evet, görmüştüm. Yalancı bir
tevazuuyla birbirilerinin eline eğilen insanlar vardı.
Karşıdaki de aynı yalancı tevazuuyla “Aman efendim
estağfurullah.” diyerek elini çekiyordu. Ben de
bulabildiğim bu tek davranış şekline sarılıp
“Estağfurullah” diyerek elimi çekmek ve bu durumdan
kurtulmak istedim. Ama onun hareketlerinde hiçbir
yapmacıklık yoktu. O gerçekten de benim elimi öpmek
istiyordu. Ben kimdim? Ben neydim de elimi öpmek
istiyordu? Birden farklı bir atmosfere girdiğimi
anladım. O şoku bir türlü atlatamıyordum. Tavan yere
doğru yaklaşmıştı, her şey üstüme geliyordu ve ben ondan
gözlerimi ayıramıyordum. Ağzından kısık sesiyle inci
tanesi gibi dökülen kelimeleri boğuk bir şekilde
duyuyor, zar zor anlayabiliyordum. Genç bir delikanlının
hayran olduğu çok güzel bir kadının karşısında
yaşayacağı kalp çarpıntılarını yaşıyor, bu durumdan hem
bir an önce sıyrılmak hem de bu böyle hiç bitmesin
istiyordum.
Ben
hiçbir şey sormadım, o anlattı. O anlattıkça hayretim
daha da arttı. Karşımda, Reşahat kitabından fırlamış
olduğuna bugün bile yemin edebileceğim bir insan
bulunuyordu. Günümüzde de var mıdır dediğim kişi işte
tam karşımdaydı. O anlattı ben dinledim, sadece
dinledim. Bir şeyler sormak, onun o zarif, o edepli,
hakikatin hakikati sözlerinin yanında o kadar kulak
tırmalayıcı kalırdı ki ağzımı bile açamadım. Ama yalancı
bir tevazudan değil; aradaki farkı o kadar net bir
biçimde hissediyordum ki bu farkı neredeyse elimle bile
tutabilirdim.
Anlattığı şeylerde insanların keramet olarak
adlandırdığı birçok hadise vardı. Ama asıl keramet
davranışlarında, tavırlarındaydı. Aslında onun kendisi
tamamen bir kerametti. İnsanların hatalarını,
eksikliklerini; onu görerek anlamaları için sanki özel
olarak yaratılmıştı. Karşımdayken de anlattığı olaylarda
da onun yapacağı davranışı asla tahmin edemiyordum. Bir
sonraki olayı anlatırken onu artık biraz da olsa tanımış
olmanın verdiği görüşle yine deniyordum ama nafile.
Aramızdaki fark gerçekti. Aslında tanıdığım herkesle
onun arasında da bu fark olmalıydı. Çünkü bu
anlatılanların benzerlerini bile, ne duymuş ne de
görmüştüm.
Beni
onun yanına getiren dostundan bahsetti. Nasıl elli
yıldır dost olduklarını, dostun ne demek olduğunu,
insanın hatalarını nasıl gece gibi örttüğünü, evinin
olduğu tarafa doğru bir kere bile ayaklarını
uzatmadığını, birbirlerini bir kere bile kırmadıklarını,
incitici bir söz etmediklerini…
Eskiden
kendisinin bir pastanesi olduğunu, her sabah gusül
abdesti alıp, sabah namazına gittiklerini, sonra süt
ürünlerini üretip her sabah nasıl başlarında Kur’an
okuduğunu, Allah’a, kendisine rızkını vermek için
gönderdiği müşterilerini harama düşürmemesi için nasıl
dua ettiğini, nasıl bir iki hareketinin bile herkesin
nasıl biri olduğunu gösterdiğini, insanlara ve
müşterilerine nasıl davrandığını…
Yaşlılardan bahsetti. “Yaşlılar çocuk gibidir onların
kusuruna bakmayın. Ben de yaşlıyım benim de kusurlarımı
affedin.” dedi. “Yaşlandıkça insan daha hassas oluyor,
artık gelinimden bir bardak su dahi isteyemiyorum.”
dedi. Gelini surat yapıyor herhalde diye düşündüm. O
devam etti. “İçinden bile olsa bir “öf “der de günaha
girer diye bir bardak su bile isteyemiyor insan.” dedi.
O bir bardak su, kaynar olarak başımdan aşağı döküldü.
Ne kadar ben merkezli olduğumu hiçbir şey bu kadar
etkili anlatamazdı. Aramızdaki fark daha da büyüdü.
Tanınmış
insanlardan bahsetti. Tahir’ül Mevlevi’den,
Menderes’ten, Mehmet Akif Ersoy’dan, Neyzen Tevfik’den,
Behçet Kemal’den ve daha başkalarından. Bazı anılarını
anlattı. Anadolu’nun bir ilçesinde yaşayan bir kişinin
nasıl olup da bu kişilerle anıları olduğunu merak ettim
ama soramadım. Bu konu benim için hâlâ bir sır.
Neyzen
Tevfik’i, Mehmet Akif Ersoy’un arkadaşı olduğunu bildiği
için ziyaret etmiş. Neyzen Tevfik, son zamanlarını
Bakırköy’de hastane müdürünün kendisine tahsis ettiği
küçük bir odada geçiriyormuş. Kendisi Mehmet Akif’ten
bahsedince Neyzen Tevfik “Lütfen efendim gidiniz, biz
emanete ihanet ettik. O’nun dostuna bile bakacak yüzümüz
yok.” demiş. Ama bırakıp gitmemiş. Bir süre daha
konuşmuşlar. Sonra birkaç kez daha ziyaretine gitmiş.
Şehzadebaşı’nda bir kıraathane varmış, orada zamanın
uleması bir araya gelir, musikişinaslar da musiki icra
ederlermiş. En son orada görüşmüşler. Neyzen Tevfik,
kendisinden ulaşabileceği bir telefon numarası istemiş.
Bir telefon numarası bırakmış, eve dönmüş. Aradan birkaç
gün geçince bir haber gelmiş. “Acele İstanbul’a geliniz,
Neyzen Tevfik Hakka yürüdü. Cenazesini de sizin
yıkamanızı, namazını kıldırmanızı ve kabre indirmenizi
vasiyet etti.” demişler. Hemen İstanbul’a gitmiş, birkaç
gün önce ney nefes edişini dinlediği Neyzen Tevfik’in
vasiyetini yerine getirmiş. Neyzen Tevfik her gün içip,
akşam olunca da tövbe edip kadehini kırarmış. Sonra da
ertesi gün yeniden içmeye başlarmış. “İnsanın kadehini
Allah kırsın.” dermiş. “Kimin ne olduğunu bilemezsin.”
dedi.
Eski
zamanlardan bahsetti. Ailesinin o küçükken Balkanlar’dan
zulümden kaçarak Anadolu’ya göç ettiğinden, Yunan
işgalinden, Cumhuriyet’in ilk yıllarından, Tek Parti
Dönemi'nden…
Konuların hafiflediği bir sırada aklıma eşimin,
kızımızla birlikte beni pastanede beklediği geldi. Beş
dakikalık bir ziyaret olarak düşünüp geldiğim bu evden
çıkmak istemiyordum. Bir buçuk saat sonra gönlüm arkada
kalarak, utana sıkıla izin isteyerek ayrıldım. Eşim
kızgındı “Biliyorum çok beklettim ama inan buna
değerdi.” dedim. Biraz anlattım, bir dahaki sefer
kendisini de götürmemi istedi.
Sonraki
zamanlarda fırsat doğdukça ziyaret etmeye çalıştım.
Fırsatlar daha çok bizimle değil onunla ilgiliydi. Her
gün Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen ziyaretçiler
onu doğal olarak yoruyordu. Evin içinde bile zor
yürümesine karşın tüm misafirleri kapıya kadar
uğurlamaya devam ediyordu. Nitekim bir gün yine bir
ziyaretçisini uğurlarken düşüp bir kemiğini kırdığını
haber aldık. İstanbul’da bir süre hastanede yatmak
zorunda kaldı. Hastaneye girerken kendisini sedyeye alan
hastabakıcılardan “Kusura bakmayın evladım, size de
zahmet verdik.” diye özür diliyordu.
Ziyaretine her gidişimizde yeni bir eksikliğimizi
öğrendik. O ne kadar anlattı, ben ne kadarını anladım
bilemiyorum ama her seferinde hiçbir yerde duymadığımız
bir şeyler duyduk. Bir seferinde eşim “Neden insan onu
görünce içinden ağlamak geliyor?” diye sordu.
“Herhalde...” dedim, “İnsan kendi eksikliklerini bir
aynada görünce, kendi haline üzülüp ağlıyor.”
Bir
ziyaretimiz bir arkadaşımın bir dergide hazırlamakta
olduğu Mehmet Akif Ersoy dosyası için onun anılarını
dinlememizi istemesi vesilesiyle gerçekleşti. Biz
gittiğimizde demir tutamaklarla gittiği banyoda abdest
almaktaydı. Salonda misafirler olduğunu öğrenince
yanımıza gelmedi. Hanımı “Utanıyor.” dedi. “Üzerinde
ceketi yok ya ondan.” Misafirlerinin yanına üzerinde
ceketi ve ayağındaki terliklerin içinde çorapları
olmadığı için çıkmaya utanıyordu. Hala tokat yiyordum.
Ceketini götürdüm. Elini öptüm, elimi öpmek istedi.
Ceketini yardımımla giydi. Çoraplarını yardımla giydi.
Demir dayanağın yardımıyla salona geldi. Ve gelenlerin
beklediği gibi yine anlatmaya başladı. Hafızası belki
biraz zayıflamıştı ama aynı belagat, aynı edep, aynı
zarafet olduğu gibi devam ediyordu.
Anlattıklarına ara verdikçe Mehmet Akif Ersoy hakkındaki
anılarını sordum. “Ben...” dedi, “onun son dönemini
yakalayabildim. Epeyce rahatsızdı.”, “Hanesi yurt içi ve
yurt dışından gelen ziyaretçilerle sürekli dolu
oluyordu.” dedi. “Damadı Ömer Rıza’yı iyi tanırdım,
mektupları da vardı ama nasılsa kayboldu.” dedi. Daha
detaylı bir şeyler öğrenmek için edepsizlik edip ısrar
ettim. “Mehmet Akif Ersoy’un meşrebi nasıldı?” diye
sordum. “O çok büyük bir insandı.” dedi. “Biz onu ne
anlayabiliriz ne de anlatabiliriz. Bizim onu övmemiz,
onun eksik anlatılmasına yol açar.” dedi. Artık sustum.
O, Mehmet Akif Ersoy’u o kadar çok seviyordu ki onu
eksik anlatırım diye övmekten bile kaçınıyordu. Bense
onun anlattıklarından anladıklarımı bir yazı halinde
derleyip Mehmet Akif Ersoy’un hatırasına hizmet
edeceğimi düşünüyordum. Yine ne kadar farklı kalmıştık.
O, o haliyle tarif etmekten edep ederken, ben bu halimle
yazı yazmaya kalkıyordum.
O’nu anlattığım bu yazı da bir edepsizlik alameti.
Eksikler, hatalar ve kusurlarla dolu. Beni affetsin. Şu
kadarını söyleyeyim: İnsan-ı Kamil tanımından herkes
farklı bir şey anlayabilir ama ben O’nu On’da gördüm.
İbrahim Muhsin |