20
Mayıs 2009
Bıçakları
bileyip, elime tutuşturdu:
-Haydi,
görelim, iddianda samimi misin, doğru sözlülerden misin,
değil misin?
-Ne
yapacağım ben bu bıçaklarla?
-Sürmeliyi
keseceksin!
Tabiî, ya..
Bütün hevesleri, arzuları ona vermemiş miydim? Madem
öyle, O da “Kes” diyor. Emrediyor... İspat istiyor...
İçim
acıyor! İçim acıyor! İçim acıyor!
Çok acıyor!
Ah!
Ne kolay
anlatıyor kitaplar tasavvufu...
Şu ahadiyet,
bu vahidiyet...
Pek âlâ!
Bilenmiş
bıçaklardan bahseden yok! Can yangınını hangi satır
söndürüyor? Acıyı hangi bilgi dindirebilir? Bakın! Görün
işte! Esma sıfat demekle geçmiyor ellerimin titremesi.
Benim halim ibreti âlem olsun! Daha bıçak tutamıyorum.
Herşeyi biliyorum. Ama yapamıyorum. Vuramıyorum bıçağı
boynuna. Kıyamıyorum Sürmeli’ye. İçim kıyılıyor.
Şafaklar atıyor.
Ne
yandasın sürmeli palazım, ne yanda. Ellerim
şaz çalar gözüm ihvanda.
Bir yandan
“Al beni ne yaparsan yap” diyorum. Öbür yandan “Ama
Sürmeli’ye dokunma, o benimle kalsın!”
Evet.
Kalsın BENimle!
O ise,
ölüm talim ettiriyor. “Hayali bile öldür” diyor...
Pazarlıksız!
“Bu işin
aması, torpili, istisnası olmaz...”
“Onlar
aynanın tozudur.”
“Hepsini
sil!”
Canımın
cânı: “Senin problemin yok. Böyle derviş olunmaz.
Sabretmeden derviş olunmaz” dedi.
Benim mi
problemim yok?! Dertsiz miymişim ben?! Nasıl yani? Ah
Sultanım! Daha ne olsun? Dermansız derde düşmüşüm.
Dermansız dert bana düşmüş. Kamışlıktan kopmuşum.
Aykırı. Ayrık. Beni bulmuş ayrılık. Kederli değilim.
Keder olmuşum! Malûmunuz... Gamlı değilim. Gamım! Yaslı
değilim. Yasım! Acılı değilim. Acıyım ben!
Gözyaşından
başka suyum yok!
Yetmedi mi?
Yetmemiş!
Olmamış.
“Candan
ümidin kes canana erem dersen” (N. Mısrî)
Küçücük bir
ümit yüzünden mi olmuyor? Ümit mi perdemiz?
Evet. Peki.
Ben, şimdi bu bıçakla Sürmeli’yi keseceğim. Razı olmasam
da, en azından, emre itaat edeceğim.
Sevda,
kurbiyete vesile değilse, ne içindir ya?
Sevda,
kurbanlık koyundur.
“Sürmeli”dir. Ve derhal kalpten sürmelidir. Acele kurban
edilmelidir. Yoksa telef olacak güzelim koyun. Ölen
hayvân imiş. Kurban değilmiş!
Vah bana!
Nasıl da anlamadım imtihan olduğunu... İmtihan ya...
Herkesin imtihanı kendine göre. Boşuna mı süzüldü
Sürmeli içime? Boş yere mi geldi kondu dalıma? Vazgeçme
sanatını öğretiyor... Yolculuk sanatı... Daha ne
sanatlar var sevdanın içinde... Ne kurbanlar var...
Kurban ettikçe, kurbiyete bir adım, bir adım daha...
Kurban etmemek, durup kalmaktır. Yolculuk, gitmektir.
Usul usul akmaktır. Bırakmaktır. Bazen unutmaktır. Ne
demişti İbrahim Ethem’in Şeyhi: “Belh’i hâlâ unutmamış!”
Sokakta ciğer satmak, makam sevdasını satmaktır. Alan
olur mu ki kor ateşi? Bilmem. Olur, olur... Her topal
atın bir kör alıcısı vardır. Hem de davul zurnayla öyle
bir alır ki alan, verenin yüreğini sızlatır, sakalı
helaya sıvazlatır. Çünkü Aşkın pazarında canlar satılır.
Satılmıştır. O canlar sevdalara sarılır. Sarılmıştır.
Her ağacın kurdu kendinden. Ve herkesin unutamadığı
başkadır.
A benim
Sürmelim... Ateş misin, su musun, bilemedim... Bunlar,
sana son çırpınışlarım... Ve teşekkür ederim. Sen, çok
güzel bir koyunsun. Tam da kurbanlıksın. Nicedir
gönlümün yaylasında beslendin. Hazırlandın. Bayram
ettireceksin bana, sevgili kurbanım, sevdam, karam!
“Gece” koymalı senin adını. Vakit geldi, gözlerini
bağlamalı. Bir de ellerim titremese.
A Sürmeli,
topal koyundan kurban olur mu? Olmaz! Kurban için en
iyisi seçilir koyunun... Sen, en iyisin Sürmeli.. Hem,
her şeyden kurban olmaz ki... Sevilen, güzel olan, diri
olan kurban edilir. Ölüden ya da sivrisinekten kurban
olur mu? Bana senden iyi kurban bulunmaz, Sürmeli!
Ama zordur
sütten kesilmesi. Ben kocaman kızken, 2,5 yaşındayken,
halâ annemi emiyormuşum... Göğsüne koyduğu elbise
fırçalarına aldırış etmeden... Tutturdum mu tutturuyorum
ben. Fakat meyve için, sütten kesilmeli. Biliyorum.
Ah bre ot!
Ah bre tazecik! Gezip dolaşmak mı istersin yeryüzünde?
Öyleyse, gir koyunun midesine! Uzun etme! Gezmek
istiyorsan, hayvan elbisesini bul. Koyuna munzam ol ki
gezebilesin... Yoksa ot gelir, ot gidersin! Hayvan
mülküne varmanın en kısa yolu budur. Yenmezsen, ot
kalırsın. Fakat, ölen ot imiş. Aşıklar ölmez.
Derviş Yunus der hoca /
istersen var bin hacca
Hepisinden
iyice / bir gönüle girmektir
Her bir
şeyi anlıyorum... Öyleyse, neden bıçaklara öcü gibi
bakıyorum? Neden içten içe istemiyorum? Görüyorum ki
teslim olmamışım. Nedeni basit: BEN onu seviyorum. Peki.
“Ben” de bakalım...
“Yusuf gibi
mahbûp ol Kenan’a erem dersen”
Tamam.
Topladım cesaretimi... Hazırım yolculuğa. İstikamet:
Kenan. Anlıyorum ki rıza bir uzak ülke. İtaat, yakın
ülke... İtaatten gidiliyor rızaya... Bu sözü sakın
unutma... Önce itaat, sonra rıza. İster eşekle git,
ister uçakla git. Avrupa’dan geçeceksin, varmak için
Yeni Dünya’ya... Ağlaya sızlaya, keseceğim
Sürmeli’yi... Çaresi yok. Figandır bundan böyle benim
işim. Ağlar gezerim. İsyan etmem. Razı da değilim. Ağlar
gezerim. İtaat ederim.
Kimi
Beydir, Kimi Geda
Cümlesine Yaren Hüda
Yusuf’umdan Düştüm Cüda
Yakub’um Ağlar Gezerim (Aşık Seyrani)
Bıçaklarım
bilendi. Sözümde duracağım. İnleye inleye duracağım. Ama
sonra asker gibi olacağım. Değil mi? Çakı gibi! Emrine
amadeyim, Sultanım! Yumuşak uçlu Kalemim! Hû! Emret!
Emret! Lebbeyk!
Hem, bu
kadar baş eğersem, belki Cebrail bana da bir koç
indirir!... Yani, Sürmeli’yi bana....
“Candan ümidin kes canana erem
dersen”
“Senin
perde dediğin, küçücük ümit dediğin, koca bir koç!”
“Sürmeli’yi
vermemek için!”
“Koç
bekleyenin kurbanı kabul olmaz.”
“Kurban
kesmeyen ise kurbiyete kavuşmaz.”
“Önce
Cebrail’in koçunu kurban et.”
“Bekleme
hiç!”.
“Unut!
Umma!”
“Yoksa,
Sürmeli’nin sadece katili olursun.”
“Kabil
olursun!”
“İstiyorum
ki Habil olasın!”
“Candan
ümidin kes canana erem dersen”
“Bunu
kafana iyi sok!”
Anlaşıldı.
Dersimiz budur. Candan ümit kesme.
Ellerim
titriyor... Oysa, aynı bıçak, ne İbrahim’i (a.s) ne de
İsmail’i (a.s) titretebilmişti! Titremek ne kelime.
Yanıyorum. “Kes” dendikçe alev sarıyor her yanımı.
Tuhaf. Ateş yakıyor! Oysa, İbrahim (a.s) yanmamıştı.
Ateş emirle yakar. Ateş ona gülistandı. Ateş gülistan
değil bana. Ben cenneti bulamadım. O yüzden yanıyorum.
İbrahim’in (a.s) gülü beni yakıyor. O’nun neden
gözlerinin içi gülüyor? Ben, böyle gülen göz görmedim!
Sanki yutacaktı gözleri beni. Sünger gibi, içine
çekecekti. Kendimi Kenan’da bulacaktım.
“Bıçakların
bilendikçe aslında körleşsinler istiyorsun, değil mi?”
“Sen,
bıçağı değil, sadece kendi gözünü kör ediyorsun...”
Doğru...
Ve lâkin,
sakın bırakmayın beni. Bırakma beni. Sen gidersin diye
çok korkuyorum. Niyazî (k.s) bile dayanamamış. Mısır’dan
döndüğünde, Ümmü Sinan’ı (k.s) bulamayınca, yıkılmış.
Kabrinde ağlamış, inlemiş, bayılmış. O ki Niyazî. Umman.
Benim suyum topraklı. Toprağım da çorak. Ben küçüçük.
Katre bile değilim. Küçücüğüm. Küçükten de küçük.
Bırakıp, gitme. Ne olur, gitme. Sürmeli’yi al. Billâhi
al. Neyim varsa al. Her şeyi al. Gitme. Gidersen, canımı
da al, öyle git. Ya da gitme. Canımı almadan gitme. Beni
senden ayırma. Adımı ayrılık koyma. Sen neysin.
Kamışlıktan kopmanın acısını en iyi sen bilirsin. Gitme.
O hastalandığını öğrendiğim gün var ya. Ben yandım.
İyileştiğine sevinemedim. Ölümü hatırladım. Bir gün
ayrılacağımızı hatırladım. O gün ben ne yapacağım? Söyle
bana ne yapacağım?
perişan
hallerim aşkın elinden
gel buna bir çare bulmadan gitme
çaresiz dertlerin dermanı sende
derdime dermanı vermeden gitme
canım bağlı yar zülfünün teline
mecnun gibi gezdim aşkın çölünde
bir garibim kaldım gurbet elinde
şu garip halimi görmeden gitme
derdime
dermanı vermeden gitme
gitme...
(N.Ertaş)
“Sende”
demiştin. Gözlerin gülerken. “Sende!” Sen bende misin?
Kim bende? Nereye gidersem yanımda sadece beni
götürüyorum. Al beni. Nereye gidersen, oraya götür beni.
Ben, bende bulamadım seni. Sen, al beni. Nereye
gidersen, oraya götür beni. “Sende” deyip, beni bana
atma. Benim adım ayrılık. Beni bana bırakma. Gitme. Ya
beni de götür, ya sen de gitme.
***
Uzak ben’de
bir ülke, rıza. Yakın ben’in adı ise itaat.
Rızayı istiyorsan, önce itaati bul. Sende seni bulmak
istiyorsan, söz dinle! Zaten senden başkasında
bulamazsın seni! Göz olmaya talipsen, önce kulak ol da
işit! Duymazsan varamazsın Kenan’a. Varmazsan göremezsin
Cemali. Kulak olmak, itaattir. İkidir ve muhabbettir.
Söyleyen olmazsa, kulağın işi nedir? Kulak, söyleneni
işitir. Kulak ol ve söz anla. Göz olmaksa, tek olmaktır.
Göz, kendi başına görür. Ben de görüyorum deme
hemen! Baş olmaya kalkma hemen! Göz, rızadır. Göz odur
ki gördüğüne razıdır.
Yâ Hû!
Muhakkak ki her şeye, her şeye ve tabiî kalbime de
kâdirsin. “Al aşkını, ver beni” demem ben. “Ver aşkını,
al beni!” Al beni! Yeter ki al BENi. El-Aşk! Ey Aşk!
Sensiz su bile içmek istemiyorum. Aşksız nefes almak
zulüm değildir de nedir? Aşksız neye yarar bu dünya,
öbür dünya, öteki dünya, bütün dünyalar? Hiçbirinizi
istemiyorum. Benim suyum, benim azığım, katığım ve
nefesim aşk! Aşksız neyim ki ben? Hiç!
Vakit
geldi, tamam.
Emir,
bilmem kaçıncı felekten geçmede.
Beni bulmak
üzere.
Alıp
götürmek üzere.
Ağlamanın
zevki, gülmekte yok imiş.
Hem
giderim, hem ağlarım...
Ama
giderim!
Yolcuyum,
elim ayağım titrese de giderim...
Aman ey!
Aman ey! Aman ey!
Ey!
Dilde
sermayem bir ah kaldı!
tükendi
nakd-i ömrüm dilde bir sevda-yı ah kaldı
tevessül
dilber-i yare benim arzum nigah kaldı
benim taciz
etmediğim ne şah ne padişah kaldı
benim
perişan halime kimseden insaf olmadı
derunum
derdini lokmana gösterdim dedi eyvah
bu derdin
def’ine çare eder ancak Allah kaldı
bu rıf’at
varını yaran uğruna eğledi yağma
elinde sade
keşkül başında bir küllah kaldı
Dilde
sermayem bir ah kaldı....
Aman ey!
Ah!
Ey!
-Bitti- |