21Nisan 2009
“Hoşgörmek, boş görmek midir?” diye sormuştum
evvelce bir yazıda... Bir tarafta, “zulme rıza
zulümdür” buyuran Rasulullah (sav), diğer tarafta “koyundan
yavaş gerek” diyen Evliyaullah! Bazıları bu durumu “karşıtlık”
olarak algılıyor ve evliyullah’ın Rasul’den (sav) daha
hoşgörülü, daha sevgi dolu vs. gösterildiğinden
yakınıyor! Peki, nasıl çıkacağız bu işin içinden? Böyle
bir şey mümkün mü? Evliyaullah Rasulullah’ı (sav) en iyi
anlayan ve O’na en bağlı, bastığı yerin tozu toprağı
olmaya talip zümre olduğuna göre, bu yanlış anlama ve
sözde karşıtlık nedendir?
Acizane, “mertebeler”in bu konuda da göz ardı
edildiğini ve hoşgörünün tek taraflı ve tek boyutlu
anlatıldığını düşünüyorum. Karışıklığın ve karşıtlığın
bir sebebi bu olabilir: Hoşgörünün doğru anlaşılmaması
ve boşgörüye dönüştürülmesi. Bir insanın hep “evet”
lerini anlatırsanız, otomatikman bu insan hayatında hiç
“hayır” dememiş gibi bir izlenim doğuyor. Bu
doğru değil. Kaldı ki herşeye “evet” demek, “vur
ensesine, al lokmasını” olmak, toleranslı insan
olmak demek değildir!
***
İnsanoğlunun en temel ihtiyaçlarından birisidir “adalet”.
Zulüm yerinde durduğunda zıttı olan adalet tecelli
etmez. Allah Tealâ’nın zulüm manâsına ismi yoktur, ADL
ism-i şerifi ise O’nun esma-ül hüsnâsındandır. Adaletin
en önce “vicdan” ile ilgisi vardır. Her insanın
içindeki “mürşid” vicdanıdır. Vicdan insanlarda
tektir. Doğulusu, batılısı, siyahı, beyazı, Çinlisi,
Japonu aynı vicdana sahiptir. Vicdanını dinleyen yolunu
şaşırmaz, biiznillah.
Gazetelerin üçüncü sayfalarında pek çok adi suça tanık
oluyoruz her gün. Mağdur yakınlarının mahkeme sonucunu
üzerlerinde silahla, döner bıçağıyla, taşla, sopayla
beklemeleri çok manidardır. “Eğer beraat ederse, biz
vereceğiz cezasını. Çünkü o suçlu” diyen maktul
yakınları ne istiyorlar? “Adalet!”
Demek
ki bireyin de toplumun da en temel ihtiyacı zulmün
karşıtı olan “adalet”. Adalet yoksa, zulüm vardır.
Zulmün olduğu yerde kaos bitmez, dirlik olmaz, güvenlik
olmaz, bereket olmaz, sevgi olmaz, saygı olmaz, huzur
olmaz. Eğer biz zulme razı olursak bunların hiçbiri
olmaz. Çünkü o mahalde ADL ismi örtülmüştür.
Öyleyse, toplumsal düzen hukukla atbaşıdır. Çünkü
hukukun temeli adalettir. Adalete dayanmayan bir hukuk
sistemi olamaz. Hukukun olmadığı bir toplumda ise “orman
kanunlarına” dönüş başlar. Çünkü adaletin olmadığı
yerde “vicdan” rahat bulmaz!
Hoşgörü kavramını adalet kavramından soyutlayarak
düşünemeyeceğimiz gibi, rububiyet, ya da “eğitim”
olgusundan da soyutlayamayız. Küçük hatalara göz yummak
hatayı kar topu gibi büyütmekten başka bir işe yaramaz.
Göz yummak, hoşgörmek değildir. Meşhur bir hikâye
vardır: Bir gün çocuğun biri yumurta çalar ve annesine
götürür. Annesi de yumurtayı alır, pişirir, afiyetle ana
oğul yerler. Derken çocuk işi büyütür, sonraları tavuk
çalmaya başlar. Her çaldığını annesine getirir ve annesi
de: “aman da benim oğlum neler getirmiş yine böyle”
diyerek her getirdiğini kabul eder. Çocuk büyür ve azılı
bir eşkiya olur. Nihayet dar ağacını boylar. Son
isteğini sorduklarında, “Annemi getirin” der. Gayet
makul karşılanır bu isteği, “herhalde hellalık
isteyecek” diye düşünülür ve anne getirilir. Annesini
karşısında görünce “anacığım, şu dilini bir uzatır
mısın” der. Kadının tuhafına gider, ama idam
sehpasındaki biricik evlâdının son isteği olduğu için
kıramaz, çıkarır dilini. Çıkarmasıyla da oğlu “hart”
diye ısırıveririr anasının dilini, kanlar içinde
bırakır. Kimse bir anlam veremez eşkiyanın bu son
haydutluğuna ve nedenini sorarlar. Şöyle açıklar:
“Küçüktüm, bilmiyordum, önce yumurta çaldım. Anam ses
etmedi. Sonra eve tavuk çaldım getirdim, ‘oğlum bunu
nerden aldın?’ demedi, ‘aferin’ dedi, en sonunda eşkiya
oldum ve şimdi darağacındayım. O ağzını açıp da bir gün
bana bağırsaydı, kızsaydı, ‘nerden aldın bunu’ deseydi,
hesap sorsaydı şimdi belki burda olmayacaktım!”
Öyleyse, hoşgörü kavramını akıl ve ilim dairesi olan
şeriatın dışına çıkararak doğru anlayamayız.
Ehlullah da şeriatın dışına çıkmamıştır, vesselâm. Çünkü
şeriatsız tarikat olmaz. Bu meyanda, sözgelimi,
spam mail gönderen insanları hoşgörebiliriz elbette.
Filtrelemek, istemediğimiz mailleri bloke etmek de en az
onları “hoşgörmek” kadar kolaydır. Zor olan
nedir? Bizim hoşgörümüz saygılı insan olmayı
öğretmiyorsa, kimilerinin kapı çalmayı dahi
öğrenememelerine sebebiyet veriyorsa, karşı tarafa yarar
değil, zarar getiriyor demektir. Vurdumduymazlıkla
karıştırılan “hoşgörü” hiçbir zaman nezaketli bir toplum
oluşturmaz; sadece kendimizi kaba sabalığa,
düşüncesizliğe mahkum ederiz. Demek ki hoşgörünün en
önce karşı tarafa getirisine bakmak
lâzımdır!. Tolerans göstermek karşı tarafa zarar
getiriyorsa, zulüm getiriyorsa, zaaf yaratıyorsa o
davranış hoşgörülmez, boş verilmez, es geçilmez!
Bizler yetişemedik; bir zamanlar sadaka taşları
varmış toplumumuzda! Hani, ne oldu? Nereye gitti o
taşlar? Taşların kimisi yerinde duruyor da, asıl başlar
gitti, başlar... O incelik, o nezaket, o kültür,
başlarla beraber gitti, bitti... Karşısındakini
incitmeden, utandırmadan yardım etmek için icad edilen
sadaka taşlarından ihtiyacını görenler de sadaka
bırakanlar kadar nezaket ve hem de “tok gözlülük”
abidesi imiş: İhtiyacı kadarını alıp, fazlasına diğer
ihtiyaç sahiplerini düşünerek dokunmamak! Bu, işte, bir
zamanlar bu toprakların “sadaka kültürü”dür...
Yarım kilo pirinç; al, bir “oy” falan, değil. Bizim
sadaka kültürümüzle vaktiyle atalarımızın sadaka
kültürünü varın siz karşılaştırın! “Kültür”, budur!
Sadaka taşıdır! Pirincin taşı değil! Bir toplum ki
sadaka alan da, veren de işte bu kadar düşünceli,
nezaketli, arlı, namuslu! Bir toplumun sadaka taşı
yaptıran en güçlüleri ile o sadakaya muhtaç en zayıfları
arasındaki kültür homojenitesine bakın! Bize gelince;
çantalarımızı çapraz takıp, kapkaççı zulmünden, yollarda
saçımızdan sürüklenip, kaldırımda başımızın taşla
ezilmesinden kendimizi korumaya çalışıyoruz! İşte, bu da
bizim taş kültürümüz!
Taşlar ya, taşlar... Sadaka taşları, pirincin taşları ve
masumların başını ezen kapkaççı taşları! Taşlar hep aynı
taşlar da, mesele başlar galiba, başlar!!!
Onu
hoşgör, buna boş ver, şuna ses etme...
Sebep?!
Peki,
sonuç?
“Boşvere boşvere ne hale geldik.
Her
yüze güleni biz dost bildik
Geçti
yıllar bir su gibi
Neredeydik, nerelere geldik
!”
Diyordu bir çocukluk şarkısı...
Evet
ya, neredeydik nerelere geldik! Sadaka taşlarından,
kapkaççı taşlarına geçiş, bir gecede olmadı haliyle...
Olumlu veya olumsuz önemsenmeyen detaylar kuşaklar
arasında köklü kültür değişimlerine ve yozlaşmaya zemin
hazırladı. Ton değişe değişe, bambaşka bir renk oldu da
fark etmedik. Beyazdık, grileştik, siyah olduk. Onu
hoşgör, buna boşver. Sonuç: Sokakta yürüyemiyoruz. Suç,
belki insanlık tarihiyle yaşıttır, ama bugünkü kadar
hayatın “doğal parçası” olmuş muydu, bilinmez!
Niye
hoşgördüğümüzü bilmeden hoşgörürsek belki de boş vermiş,
böylece kendimize de, karşımızdakine de sadece zulmetmiş
oluruz. Acaba hoş mu görüyorum, yoksa boş mu veriyorum,
diye kendimize sormalıyız ki nefsimiz bizi
kandırmasın. Boş vermenin sonucu toplumsal kaos ve
anarşidir. O toplumda hiçbir kural dikiş tutmaz.
Kuralsızlık, kanunsuzluk, âdetsizlik, nezaketsizlik
niçin hoşgörmek olsun ve hoşgörülsün? Cevizi
koruyan, kabuğudur.
Hiçbir doktor hastasının bacağını kesmek istemez. Ama
gerektiğinde acımaz, keser. Bacağı kesilen hasta ise,
başına gelen bu belâya “koyundan
yavaş olur”, sabreder, isyan etmez ise,
umulur ki Rabbi katında kazançlı çıkar. Bacağını
kaybetmesine bir sokak çetesinden dayak yemesi sebep
olduysa, gider, mahkemede hakkını arar, o kişilerden
sonuna kadar davacı olur. Cezalandırılmalarını ister. O
kimselerin gerçekten pişmanlık duyup af dilemeleri
müstesnâ, böyle davranmayıp hakkını aramamak,
susmak, korkmak azgınlığın ve yol kesiciliğin artmasına
hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
Korkmak, nefstendir!
Allah’ın her işi yerli yerince yapması ve kadere
teslimiyet ise başka bir konudur. İllâ bu konuyla
ilişkilendireceksek evvelâ şunu belirtmeli ki kadere
hakkıyla teslim olan hiç kimseden korkmaz, sadece
Allah’tan korkar. Hiçbir beşerin Allah’ın kaza ve
kaderini değiştiremeyeceğini bilir. O halde, korkmak
imandan değil, nefstendir. Şüphesiz, bir insanın
kemâlâtı arttıkça korkusu azalır, buna mukabil hoşgörüsü
artar. Bu hoşgörüyü “boşgörü” ile değil, ilim
ve hikmet ile birlikte değerlendirmelidir. Evliyanın
hoşgörüsü beşeri bir merhametten ibaret olamaz!
Böylesi ancak avamın hoşgörüsüdür. Bizler ilim ve hikmet
verilenlerden olmadığımız için evliyanın hoşgörüsünü
anlayamaz, anlatamaz ve övmeye de kalkamayız!
Aşağıdaki yukarıdakini bilemez ve övemez! Enbiya ve
evliyanın hoşgörüsü en başta “hikmet”tendir; ne
karşısındakine acımaktan, ne de boşvermektendir!
Hakkını aramanın kadere iman etmeye bir engeli de
yoktur!
Her işi yerinde görerek hoşgörmek bir “ilim” ve
“tecrübe” meselesidir.
Her işin yerinde olduğunu tecrübe etmeye şu
hikâye çok manidardır: Balık, Hz. Yunus’u pelte
halinde karaya kusar. Hz. Yunus yattığı yerden biraz
uzakta neşe içinde oynamakta olan çocuklar görür. Yalnız
bir tanesi kördür ve bir ağacın altında tek başına
oturmaktadır. İçinden: Ey Allah’ım, ne olurdu şu çocuğun
da gözleri göreydi, arkadaşlarıyla oynasaydı, diye
çocuğa acır ve görmesi için Allah’a dua eder. Hikmet-i
ilâhi çocuğun gözleri açılır, görmeye başlar. Gözü
açılır açılmaz pelte halinde karaya vurmuş olan Yunus
Aleyhisselâmı fark eder ve o ana kadar uslu uslu
oynamakta olan arkadaşlarına: Hey! Bakın şurda yatan
birşey gördüm, hadi gidelim onu taşlayalım, der. Bunun
üzerine çocuklar toplanır ve Yunus Aleyhisselâmı
taşlamaya başlarlar. İçinden şöyle tevbe eder Hz. Yunus:
Yarabbi affet! Bir daha senin işine karışmayacağım!
Taşlar ya, taşlar, işte... Taşlar ve başlar!
Zulüm, nefstendir!
Hoşgörü, etrafa hoş gözükmek için, puan toplayıp,
prestij kazanmak için değil,
nefsin tuzağına düşmemek
içindir. Etrafa hoş görünmek için hoşgören zaten
nefsine zebun olmuştur! Şeriatta helal olduğu halde ehli
tarikin kısas uygulamayıp “affetmesi” nefse
muhalefete mi yoksa beşer merhametine
mi örnektir?! Zulme razı olmamak, hem de Allah’ın işine
karışmamak, hem de hoşgörmek... Buradaki dengeyi
bendeniz için en iyi anlatan örnek, imam, mücahid, şah-ı
merdan, şah-ı velâyet Hz. Ali el-Mürtezâ’nın (k.v, r.a)
yüzüne tüküren adama “nefsim devreye girdi” deyip
kılıcını indirmesi hadisesidir. Dikkât edersek bunu
savaş meydanında söylemektedir. Hoşgörülü insan olması,
gerektiğinde, cihad etmesine engel değildir. Cihad
etmesi ise “nefsiyle cihad etmesine” engel
değildir. Her durumda, her eylemde, her duyguda, her
işte ve niyette esas olan büyük cihattır.
Ameller, daima ve daima niyetlere göredir! Onun için:
“Yarab! Bizi hiçbir amelimizde nefsimize bırakma.
Bizi hiçbir niyetimizde de nefsimize bırakma!
Bizi bir an olsun nefsimize bırakma!”
Amin.
***
Okuma: Hoşgören ne gördü?
http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/hosgorennegordu.html
“Zalimleri
affetmek, mazlumlara zulmetmektir!
Hırsızlara ve her türlü kötü insanlara acımak; zayıf
insanları dövmek, onlara merhamet etmemektir!
Aklını başına al; merhamete kapılıp da kötü bir kişiden
intikam almaktan, canını yakmaktan çekinme! Onun
uğrayacağı zahmete, eziyete pek bakma; suçsuz halkın,
başkalarının düşeceği zahmeti, eziyeti düşün!
Bütün
vücudun zehirlenmesini önlemek için yılanın ısırdığı
parmağı kes, at! Sen kesilen tek parmağı değil, bütün
bedenin helak olacağını gör, düşün!”
Hz. Mevlâna |