Temel Mesele İnsanlık
Bilal Atış
 
 

Giriş

Sömürünün, geri kalmışlığın, bazı halkların ezilmesinin, sırf Allah’a inanıyor diye toplumların katliama maruz kalmasının, içimizde yaşayıp da bizim gibi düşünmediği için öteki diye isimlendirilenlerin, coğrafyanın kan kokulu topraklara dönüştüğü yirmi birinci asırda tek başına insanlıktan söz etmek nasıl bir mana içerir?

Günümüz insanlık adına çok şeyler söylenip de, çok az şeylerin gerçekleştiği bir devir. Ülkemizde olsun, içinde yaşadığımız coğrafyada olsun, kaynağını vahyin şekillendirdiği berrak bir anlayıştan alan düşünceler insanlık adına sadece Allah rızası için bir şeylerin gayretindedirler. Namaz kılıp, oruç tutup işinde gücünde rahat içinde yaşamak varken Allah ve Resulü bana yeter diyerek, dünyanın bir ucunda derdi olan kardeşinin derdine merhem olan bir avuç insan var bugün.

Haktan ve halktan kopuk sistemler

Kapitalizmin ve faşizmin tüm liderleri, tüm söylemleri hep daha yaşanabilir bir dünya sloganlarıyla çıktı karşımıza. Bir filin bir fareyi ezmesi gibi ezdiler kitleleri. Bir ülkede belli bir süre için faşizmin egemen olmasından o ülkenin halkını sorumlu tutmak doğru değildir. Faşizm bazı belirli tarihsel koşulların yarattığı bir olgudur. Bu koşullar hangi ülke içinde uygun bir ortam bulursa o ülkenin başına faşizm belası gelebilir. Ve o zaman bu ülkenin mücadeleci halk iradesi dışında faşizmin dilediği gibi at oynatabileceğini tarih bize göstermiştir. Ülkelere uluslara kara günler yaşatan sistemlerle mücadele hakka ve halka dayanmalıdır. Bir karabasanla mücadele sonunda onun boşalttığı yeri başka batıl sistemler doldurursa halk yine çile çekmeye mahkûmdur demektir.

Cezayir’de Fransız işgal gücü çekilse de Fransız sömürgesi menfaatlerini terk etmemiştir. Düşman Anadolu’dan kovulsa da, emperyalist devletleri Anadolu’dan defeden direniş ruhu devrim kanunlarıyla, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubatlarla faşizan bir tarzda sindirilmeye devam etmektedir. Tarihin buyruğu diyebileceğimiz bu olaylardan ötürü o koşulların içinde bir kurşun asker durumuna indirgenen insanlar suçlanamaz elbette.

Bu durumda kitlelere gel denir gelirler, git denir giderler. Daha adil bir dünya ütopyasıyla tarih sahnesine çıkan komünist liderler din toplumların afyonudur düsturuyla hareket ettiler. Bugün de komünist düşüncedeki aydınlar din ile hep mesafeli olmuşlar ve dinin emirleri kendi ideolojilerine uysa bile bunu sırf din emretti diye benimsememişlerdir. Hıristiyan kilisesinin istediği dünya için bu yaklaşım belki yerinde olur diye düşensek de, İslamiyet gibi mükemmel bir inanç sisteminde bu yaklaşım doğru olmamaktadır. Bu sebeple insanlık adına insanlara zulmü reva görenler daima müslüman kanaat önderlerini kendilerine hedef seçmişlerdir.

Toplumun afyonu, medya

Bugün medya denilen silah toplumların afyonu oldu. Faşist ve kapitalist sistemler medya vasıtasıyla kitleleri uyutmakta ve kendi emellerine göre yönlendirmektedirler. Binleri, milyonları olmayacak vaatlerle, sözlerle alanlara sürüklerler ve felakete götürürler. Bir belgeselde Adolf Hitler’i izlemiştim. Yüz binlerce genç Alman karşısında el kol hareketleriyle ve mimikleriyle attığı nutuklar onları adeta büyülüyordu. Hitler nutuk atarken takındığı abartılı pozlar, sesinin tonunu ustaca kullanması alanları dolduran, Almanları nasılda büyülemişti. Hitleri Alman halkı için bir kurtuluş olarak sunan medya bugünde her memlekette benzer faaliyetlerle batıl sistemlerin hizmetindedir. Alman milleti için umut olarak sunulan bu adamın Avrupa’yı ne hale getirdiğine tarih şahittir.

İnsanlığın dramını tarihsel koşullar belirler. Medya faktörü sürekli olarak statüko ile işbirliği içinde olarak toplumu mevcut durumun faydasına şekillendirmek için çalışmakta, insan kitlelerini uyutmaktadır. Medya gücünü insanların hayrına kullanmak isteyenlerin sesleri de kısılmak istenmekte, karanbole düşürülmektedir.  Ama insanoğlu tarih boyunca bu koşulların kendi lehine değişmesi için mücadeleden geri kalmamıştır. Öyle olmasaydı bir Kerbela gerçekleşmez, bir Çanakkale destanı yazılmazdı. İnsanlar kaderine razı olur ve tez zamanda tarihin tozlu raflarında yerlerini alırdı. Tarih ve toplumsal şartlar zorlasa da her zaman için Ammar b. Yasir, Ebuzer Gifari gibileri tarihin seyrine direnmişlerdir. Seyyid Onbaşılar her zaman olmaz denileni oldurmuşlardır. Yeter ki, mücadelemizin kaynağı şifalı pınarlardan beslensin.

Modern kölelik

Çağlar ilerlese de tarih aynı sistemi sürekli karşımıza getirmiştir. Elbette her tarihi dönemin sınırlılığı vardır. Köleci toplum biçiminin de tarihsel sınırları vardı ve bu sınırlar aşıldı. Bugün sömürü modern kölelerini kırbaç altında ezmiyor ama yinede halka, emekçiye, nefes alma fırsatı, düşünüp üretme fırsatı vermiyor. Dönemler değişse de insanlık aynı süreçlerden geçiyor. Köleci toplum dönemlerinde yaşayan kölelerin o düzene boyun eğmelerini kınayamayız. Ellerinden ne gelirdi? İsyan da etmişler ama sonuç değişmemiştir. Spartkus isyanını düşünün, tarihin en büyük katliamlarından biriyle sonuçlanan bu hareket beş yüz bin insanın hayatına mal olmuştur. Bu kölelerin ihtilali sistemin sonunu getirememiştir. 15. asırda Anadolu’da şeyh Bedrettin önderliğindeki başkaldırı da egemen feodal güçlerin çıkar düzeninin yıkmaya yetmemiştir.

Tarihin karanlık dönemlerinde insancıl değerlerin korunabilmesi ve ezilen kitlelerin insan olarak yalnızca yaratıcısına kulluk bilinciyle yaşayabilmek için 6. asırda Mekke’de başlayan vahiy temelli Hz. Muhammed inkılâbı her türlü köleliğe ve zulme karşı sağlam temelli yegâne timsaldir. Bugün İslam adına yapılan derebeylikler, ağalıklar, şeyhlikler bu inkılâbın temellerinden uzaklaşmanın neticesidir.

Allah’a kul olan asla kula kul olmayacaktır. Muhammedi İslam çizgisinden kıl kadar sapma sergilenince sonuçları bugün bile kan ve gözyaşı olarak karşımızda durmaktadır.  Şam’ın yeşil sarayında kavmiyetçi, saltanatçı İslam anlayışı toplumları hep felakete götürdü. Dünyaları mamur olsa da yeşil sarayın peşinden gidenlerin ahiretleri tarumar oldu.

Tek dünya anlayışına sahip sistemler ne kadar mükemmel olsalar da insanlığa huzur getiremediler. Dünün Roma’sında, kırbaç altında inleyen halk yığınları modern zamanlarda ilahi buyruklardan uzak sistemlerin boyunduruğu altında inlemektedir, izimlere gönüllü kölelik etmektedirler. Ahiret bilincinden yoksun, hesap verme kaygılarından arınmış sistemler devamlı felaketlerin görüntüsü olmuşlardır. Kişinin kalbinde hesap verme bilinci olmayınca dünyayı da insanlığı da tarumar etmekten geri kalmayacaktır.

Geri kalmış, sömürüldüğü ve bunun için geri kalmış ülke halklarının ezildiği bir dünyada, bu yüzden savaşların kundaklandığı, bağımsızlığı uğruna direnen halkların soykırım şeklinde yok edildiği bir dünyada kentsoylu demokrasinin ulusal bağımsızlık, eşitlik, kardeşlik, hukukun üstünlüğü ilkelerinden söz edilebilir mi? Demokrasiden söz ediliyor bağımsızlıktan söz ediliyor ama dünya ölçülerindeki uygulamaya bakılınca bu kavramların içi kof birer sözcük durumuna indirgenmesine de göz yumulmaktadır. Modern sömürü sistemleri insanın saadeti için piyasaya sürdükleri kavramlara Ebu Cehil misali yaklaşıyorlar. İşlerine ters düşünce bunları afiyetle yiyebiliyorlar. Türk olsun, Arap olsun, Güney Amerikalı olsun ya da Afrikalı olsun eğer bundan 1400 sene önceki insanlığın huzurunu hem bu dünyada hem de öte tarafta temin eden ilkelerden bir kırıntıyı bile koruyamıyorsa insanlık üzerine nutuklar çekmenin bir anlamı olur mu?

Barış için nükleer enerji

En genel çizgisiyle insanlığın kaderinin bağlı olduğu üç temel sorun vardır. Birincisi emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulması, ikincisi emperyalizmin ve siyonizmin geri kalmış coğrafyalardaki çok yönlü bakısının bertaraf edilmesi ve üçüncüsü dünya sathına yayılmış savaşların daha da şiddetlenmeden, bir dünya savaşı boyutu almadan durdurulmasıdır.

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, özellikle siyonizmin kendisine tehdit olarak gördüğü halkların sömürüye karşı verdiği çetin mücadele geleceğe karşı olan güvenimizi daha da pekiştirmektedir. Eğer modern demokrasi, insan hakları; emeğin sermaye boyunduruğundan kurtulması, halkların bağımsızlık uğruna savaşı ve nükleer savaş tehlikesine karşı durmaksa, çağımızın en büyük idealistleri emperyalist sömürüyü ülkelerinden kovan ve de bunun mücadelesini veren halklardır. Dünyanın her kıtasında sayısız insanın başta emperyalizm ve her çeşit sömürüye karşı verdiği mücadele çağımızın insanlık adına verilen en kutsal başarılarıdır.

Bugün insanlık adına sergilenen en güçlü çaba ise atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanılıp genelinde petrol devlerinin elinden toplumları azat etme gayretleridir. Nükleer enerjinin delice amaçlar uğruna kullanılması yerine bunu halkının ekonomik gelişimine sınırsız bir kaynak olarak sunmak, bu imkânı tüm insanlığın hizmetine arz etmek gerçek bir insanlık hizmetidir. Bugün insanlık yeni bir dünya savaşından nasıl kaçılacağını, insanlığı yok edecek modern savaş silahlarından kurtulacağını belki milyonlarca savaş kurbanı getirecek korkunç bir dünya savaşının nasıl önlenebileceğini sorgulamaktadır. Bu sorunlara cevap ve çözüm getirecek kimse ya da kimseler insanlık davasının gerçek mücahitleridir.

Sonuç

Bütün değerlerin en değerli olanı insan hayatıdır. Bütün değerler içinde en değerli insan hayatıysa savaş kundakçılığı yapanlar acaba hangi görüşten yola çıkarlar. Onların tutumu için görüş sahibi demek de doğru değildir. İnsanlık adına diyerekten insanlığı kan gölünde boğanlar, toplumlara demokrasi ihraç ederek kapkara yarınlara mahkûm eden savaş çığırtkanı Siyonistler gitsinler kendi kasabalarında bir kasap dükkânı açsınlar.

Hem emekliliklerini geçirirler hem de kan ve vahşet duyularını insanlığa dokunmadan tatmin ederler.

 

 
 

Bilal Atış
İstanbul - 01.12.2009
b.atis73@gmail.com
http://sufizmveinsan.com