Giriş
Sömürünün, geri kalmışlığın, bazı halkların
ezilmesinin, sırf Allah’a inanıyor diye toplumların
katliama maruz kalmasının, içimizde yaşayıp da bizim
gibi düşünmediği için öteki diye
isimlendirilenlerin, coğrafyanın kan kokulu
topraklara dönüştüğü yirmi birinci asırda tek başına
insanlıktan söz etmek nasıl bir mana içerir?
Günümüz insanlık adına çok şeyler söylenip de, çok
az şeylerin gerçekleştiği bir devir. Ülkemizde
olsun, içinde yaşadığımız coğrafyada olsun,
kaynağını vahyin şekillendirdiği berrak bir
anlayıştan alan düşünceler insanlık adına sadece
Allah rızası için bir şeylerin gayretindedirler.
Namaz kılıp, oruç tutup işinde gücünde rahat içinde
yaşamak varken Allah ve Resulü bana yeter diyerek,
dünyanın bir ucunda derdi olan kardeşinin derdine
merhem olan bir avuç insan var bugün.
Haktan ve halktan kopuk sistemler
Kapitalizmin ve faşizmin tüm liderleri, tüm
söylemleri hep daha yaşanabilir bir dünya
sloganlarıyla çıktı karşımıza. Bir filin bir fareyi
ezmesi gibi ezdiler kitleleri. Bir ülkede belli bir
süre için faşizmin egemen olmasından o ülkenin
halkını sorumlu tutmak doğru değildir. Faşizm bazı
belirli tarihsel koşulların yarattığı bir olgudur.
Bu koşullar hangi ülke içinde uygun bir ortam
bulursa o ülkenin başına faşizm belası gelebilir. Ve
o zaman bu ülkenin mücadeleci halk iradesi dışında
faşizmin dilediği gibi at oynatabileceğini tarih
bize göstermiştir. Ülkelere uluslara kara günler
yaşatan sistemlerle mücadele hakka ve halka
dayanmalıdır. Bir karabasanla mücadele sonunda onun
boşalttığı yeri başka batıl sistemler doldurursa
halk yine çile çekmeye mahkûmdur demektir.
Cezayir’de Fransız işgal gücü çekilse de Fransız
sömürgesi menfaatlerini terk etmemiştir. Düşman
Anadolu’dan kovulsa da, emperyalist devletleri
Anadolu’dan defeden direniş ruhu devrim
kanunlarıyla, 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubatlarla
faşizan bir tarzda sindirilmeye devam etmektedir.
Tarihin buyruğu diyebileceğimiz bu olaylardan ötürü
o koşulların içinde bir kurşun asker durumuna
indirgenen insanlar suçlanamaz elbette.
Bu durumda kitlelere gel denir gelirler, git denir
giderler. Daha adil bir dünya ütopyasıyla tarih
sahnesine çıkan komünist liderler din toplumların
afyonudur düsturuyla hareket ettiler. Bugün de
komünist düşüncedeki aydınlar din ile hep mesafeli
olmuşlar ve dinin emirleri kendi ideolojilerine uysa
bile bunu sırf din emretti diye benimsememişlerdir.
Hıristiyan kilisesinin istediği dünya için bu
yaklaşım belki yerinde olur diye düşensek de,
İslamiyet gibi mükemmel bir inanç sisteminde bu
yaklaşım doğru olmamaktadır. Bu sebeple insanlık
adına insanlara zulmü reva görenler daima müslüman
kanaat önderlerini kendilerine hedef seçmişlerdir.
Toplumun afyonu, medya
Bugün medya denilen silah toplumların afyonu oldu.
Faşist ve kapitalist sistemler medya vasıtasıyla
kitleleri uyutmakta ve kendi emellerine göre
yönlendirmektedirler. Binleri, milyonları olmayacak
vaatlerle, sözlerle alanlara sürüklerler ve felakete
götürürler. Bir belgeselde Adolf Hitler’i
izlemiştim. Yüz binlerce genç Alman karşısında el
kol hareketleriyle ve mimikleriyle attığı nutuklar
onları adeta büyülüyordu. Hitler nutuk atarken
takındığı abartılı pozlar, sesinin tonunu ustaca
kullanması alanları dolduran, Almanları nasılda
büyülemişti. Hitleri Alman halkı için bir kurtuluş
olarak sunan medya bugünde her memlekette benzer
faaliyetlerle batıl sistemlerin hizmetindedir. Alman
milleti için umut olarak sunulan bu adamın Avrupa’yı
ne hale getirdiğine tarih şahittir.
İnsanlığın dramını tarihsel koşullar belirler. Medya
faktörü sürekli olarak statüko ile işbirliği içinde
olarak toplumu mevcut durumun faydasına
şekillendirmek için çalışmakta, insan kitlelerini
uyutmaktadır. Medya gücünü insanların hayrına
kullanmak isteyenlerin sesleri de kısılmak
istenmekte, karanbole düşürülmektedir. Ama
insanoğlu tarih boyunca bu koşulların kendi lehine
değişmesi için mücadeleden geri kalmamıştır. Öyle
olmasaydı bir Kerbela gerçekleşmez, bir Çanakkale
destanı yazılmazdı. İnsanlar kaderine razı olur ve
tez zamanda tarihin tozlu raflarında yerlerini
alırdı. Tarih ve toplumsal şartlar zorlasa da her
zaman için Ammar b. Yasir, Ebuzer Gifari gibileri
tarihin seyrine direnmişlerdir. Seyyid Onbaşılar her
zaman olmaz denileni oldurmuşlardır. Yeter ki,
mücadelemizin kaynağı şifalı pınarlardan beslensin.
Modern kölelik
Çağlar ilerlese de tarih aynı sistemi sürekli
karşımıza getirmiştir. Elbette her tarihi dönemin
sınırlılığı vardır. Köleci toplum biçiminin de
tarihsel sınırları vardı ve bu sınırlar aşıldı.
Bugün sömürü modern kölelerini kırbaç altında
ezmiyor ama yinede halka, emekçiye, nefes alma
fırsatı, düşünüp üretme fırsatı vermiyor. Dönemler
değişse de insanlık aynı süreçlerden geçiyor. Köleci
toplum dönemlerinde yaşayan kölelerin o düzene boyun
eğmelerini kınayamayız. Ellerinden ne gelirdi? İsyan
da etmişler ama sonuç değişmemiştir. Spartkus
isyanını düşünün, tarihin en büyük katliamlarından
biriyle sonuçlanan bu hareket beş yüz bin insanın
hayatına mal olmuştur. Bu kölelerin ihtilali
sistemin sonunu getirememiştir. 15. asırda
Anadolu’da şeyh Bedrettin önderliğindeki başkaldırı
da egemen feodal güçlerin çıkar düzeninin yıkmaya
yetmemiştir.
Tarihin karanlık dönemlerinde insancıl değerlerin
korunabilmesi ve ezilen kitlelerin insan olarak
yalnızca yaratıcısına kulluk bilinciyle yaşayabilmek
için 6. asırda Mekke’de başlayan vahiy temelli Hz.
Muhammed inkılâbı her türlü köleliğe ve zulme karşı
sağlam temelli yegâne timsaldir. Bugün İslam adına
yapılan derebeylikler, ağalıklar, şeyhlikler bu
inkılâbın temellerinden uzaklaşmanın neticesidir.
Allah’a kul olan asla kula kul olmayacaktır.
Muhammedi İslam çizgisinden kıl kadar sapma
sergilenince sonuçları bugün bile kan ve gözyaşı
olarak karşımızda durmaktadır. Şam’ın yeşil
sarayında kavmiyetçi, saltanatçı İslam anlayışı
toplumları hep felakete götürdü. Dünyaları mamur
olsa da yeşil sarayın peşinden gidenlerin ahiretleri
tarumar oldu.
Tek dünya anlayışına sahip sistemler ne kadar
mükemmel olsalar da insanlığa huzur getiremediler.
Dünün Roma’sında, kırbaç altında inleyen halk
yığınları modern zamanlarda ilahi buyruklardan uzak
sistemlerin boyunduruğu altında inlemektedir,
izimlere gönüllü kölelik etmektedirler. Ahiret
bilincinden yoksun, hesap verme kaygılarından
arınmış sistemler devamlı felaketlerin görüntüsü
olmuşlardır. Kişinin kalbinde hesap verme bilinci
olmayınca dünyayı da insanlığı da tarumar etmekten
geri kalmayacaktır.
Geri kalmış, sömürüldüğü ve bunun için geri kalmış
ülke halklarının ezildiği bir dünyada, bu yüzden
savaşların kundaklandığı, bağımsızlığı uğruna
direnen halkların soykırım şeklinde yok edildiği bir
dünyada kentsoylu demokrasinin ulusal bağımsızlık,
eşitlik, kardeşlik, hukukun üstünlüğü ilkelerinden
söz edilebilir mi? Demokrasiden söz ediliyor
bağımsızlıktan söz ediliyor ama dünya ölçülerindeki
uygulamaya bakılınca bu kavramların içi kof birer
sözcük durumuna indirgenmesine de göz yumulmaktadır.
Modern sömürü sistemleri insanın saadeti için
piyasaya sürdükleri kavramlara Ebu Cehil misali
yaklaşıyorlar. İşlerine ters düşünce bunları
afiyetle yiyebiliyorlar. Türk olsun, Arap olsun,
Güney Amerikalı olsun ya da Afrikalı olsun eğer
bundan 1400 sene önceki insanlığın huzurunu hem bu
dünyada hem de öte tarafta temin eden ilkelerden bir
kırıntıyı bile koruyamıyorsa insanlık üzerine
nutuklar çekmenin bir anlamı olur mu?
Barış için nükleer enerji
En genel çizgisiyle insanlığın kaderinin bağlı
olduğu üç temel sorun vardır. Birincisi emeğin
sermayenin boyunduruğundan kurtulması, ikincisi
emperyalizmin ve siyonizmin geri kalmış
coğrafyalardaki çok yönlü bakısının bertaraf
edilmesi ve üçüncüsü dünya sathına yayılmış
savaşların daha da şiddetlenmeden, bir dünya savaşı
boyutu almadan durdurulmasıdır.
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, özellikle siyonizmin
kendisine tehdit olarak gördüğü halkların sömürüye
karşı verdiği çetin mücadele geleceğe karşı olan
güvenimizi daha da pekiştirmektedir. Eğer modern
demokrasi, insan hakları; emeğin sermaye
boyunduruğundan kurtulması, halkların bağımsızlık
uğruna savaşı ve nükleer savaş tehlikesine karşı
durmaksa, çağımızın en büyük idealistleri
emperyalist sömürüyü ülkelerinden kovan ve de bunun
mücadelesini veren halklardır. Dünyanın her
kıtasında sayısız insanın başta emperyalizm ve her
çeşit sömürüye karşı verdiği mücadele çağımızın
insanlık adına verilen en kutsal başarılarıdır.
Bugün insanlık adına sergilenen en güçlü çaba ise
atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanılıp
genelinde petrol devlerinin elinden toplumları azat
etme gayretleridir. Nükleer enerjinin delice amaçlar
uğruna kullanılması yerine bunu halkının ekonomik
gelişimine sınırsız bir kaynak olarak sunmak, bu
imkânı tüm insanlığın hizmetine arz etmek gerçek bir
insanlık hizmetidir. Bugün insanlık yeni bir dünya
savaşından nasıl kaçılacağını, insanlığı yok edecek
modern savaş silahlarından kurtulacağını belki
milyonlarca savaş kurbanı getirecek korkunç bir
dünya savaşının nasıl önlenebileceğini
sorgulamaktadır. Bu sorunlara cevap ve çözüm
getirecek kimse ya da kimseler insanlık davasının
gerçek mücahitleridir.
Sonuç
Bütün değerlerin en değerli olanı insan hayatıdır.
Bütün değerler içinde en değerli insan hayatıysa
savaş kundakçılığı yapanlar acaba hangi görüşten
yola çıkarlar. Onların tutumu için görüş sahibi
demek de doğru değildir. İnsanlık adına diyerekten
insanlığı kan gölünde boğanlar, toplumlara demokrasi
ihraç ederek kapkara yarınlara mahkûm eden savaş
çığırtkanı Siyonistler gitsinler kendi kasabalarında
bir kasap dükkânı açsınlar.
Hem emekliliklerini geçirirler hem de kan ve vahşet
duyularını insanlığa dokunmadan tatmin ederler.
|