Tükenmişlik sendromu

Prof.Dr. M.Kerem Doksat
 

Bâzı çok temel bilgileri paylaşalım öncelikle (bu giriş, hocalığın getirdiği bir déformation professionnelle, affedin):

Denge durumu deyince, akla pek çok tercih gelir:

Bir terazinin iki kefesine değişik taşlar koyun, mutlaka bir taraf ağır basacaktır; eğer uygun ufak taşlar ekleyip çıkarırsanız, terazi tam ortada dengelenecektir. İşte buna statik denge durumu veya equilibrium denir. Bu mekanik, termodinamik veya kimyasal şekilde olabilir.

Ne kadar sofistike olursa olsun (malûm, sofistike kelimesi hem “çok gelişmiş ve karmaşık” hem de “işin içine hile ve desise katılmış olan” demektir), bütün buzdolaplarının çalışma ilkesi ise daha dinamik bir denge durumunu bize gösterir: İçerisindeki ısı ölçer -1 C° dereceye ayarlıdır ve buzdolabının iç harareti -1 C°’nin üzerine çıkınca soğutma motoru çalışmaya başlar, -1 C°’nin azıcık altına inince ise durur. Yâni buzdolabının ısısı sürekli olarak -1 C°’nin biraz altıyla biraz üstü arasında sürekli olarak değişir. İnsan vücudunda da kan şekeri 70 ilâ 110 arasında, nabız 60 ilâ 110 arasında… sürekli olarak değişir… Buradaki denge durumu statik olana göre daha karmaşık ve kırılgandır (bunlardan daha tafsilâtlı olarak bahsedeceğiz).

Zâten, kural olarak, bir sistemin sağlıklı (amaca uygun) çalışmasını sağlayan mekanizmalar ne kadar basitse o sistem o kadar sağlamdır ama bir bozuldu mu da, tam bozulur, iflâs eder. Aksine, bir sistemin sağlıklı (amaca uygun) çalışmasını sağlayan mekanizmalar ne kadar karmaşıksa o sistem o kadar kırılgandır (frajildir) ama sistemi korumaya yönelik ek alt-sistemler de iflâsa o kadar çok engel olur.

Bütün sistemlerde yapıcı ve yıkıcı eğilimler gerek hâriçten, gerekse sistemin kendi içerisinden sürekli olarak işleyişe müdahale eder. Meselâ terazinin bir tarafına konacak bir tüy dahi dengeyi bozabilir yahut buzdolabının motorunun soğutmaya yetersiz kalacağı kadar aşırı ısınma ârızaya yol açabilir…

Bir de insan vücudunun neredeyse sonsuz sayıdaki sistemlerinin iç içe, âhenk (harmony) ve uyum (accomodation) içerisinde ve hayatta kalmayı da, sıhhatli olmayı da sağlayacak şekilde birbirleriyle etkileşerek sürekli olarak çalıştıklarını düşünün…

İşte bu hâle (state) ultrastabilite de denmiştir.

STRES ve HOMEOSTAZİS

Buradan doğan bir terim de bilim dünyasına girivermiştir: Stres (zorlanma).

Stres, bir sistemin denge durumunu veya dengeler üstü denge durumunu değiştirmeye çalışan her türlü etkinin yarattığı hâle verilen isimdir. Bu zorlayıcılara da stresör denir.

Stres illâki kötü ve yıkıcı değildir.

Meselâ bir insanın kendisini geliştirmek için çalışması, kariyer yapması gibi zorlanmalar iyi ve geliştiricidir ve bu hâle eustress (östres: iyi zorlanma) denir.

Aksine, o sistemin başa çıkamayacağı derecede şiddetli olan zorlayıcıların (bunlar sistemin zaafından veya stresörlerin aşırı güçlü olmasından veya her ikisinden kaynaklanabilir) yarattığı hâle distress (kötü zorlanma) denir.

Ünlü fizyolog Walter Bradford Cannon, meslekdaşı Claude Bernard’dan ilhamla bu duruma (situation) homeostazis (Yunanca: ὅμοιος, hómoios, “tıpkı”ve στάσις, stásis, “sâbit duran” adını verir.

Hans Selye

Avustro-Macar kökenli endokrinolog Hans Selye bu terimi biyolojik bilimlere tamamen aktarır.

Homeostazis, içi içe çalışan ve hepsi de birbirleriyle doğrudan veya dolaylı ilişki içerisinde bulunan çok aktif, ultra bir dengeler üstü denge hâlidir.

Düşünün bir; kan şekerinizin makûl üst ve alt sınırlar arasında kalabilmesi için ensülin ve glukagon denen hormonlar sürekli olarak çalışır, bunları da üst beyin merkezleri dâima denetim altında tutar. En az beş altı alt sistem sürekli olarak iç içe çalışır (hipofiz, böbreküstü bezleri, karaciğer vs.).

Aynı şey vücudun imparatoru olan tiroid bezi için de geçerlidir. Kandaki serbest T3 (aktif formdaki tiroid hormonu) hipotalamustaki almaçlar (receptors) tarafından sürekli olarak algılanır ve düştüğü takdirde hipofize tirod salıverici (TRH) faktör denen maddeyi salgılar, hipofiz de harekete geçerek tiroid bezine tiroid stimülan hormonu (TSH) yollar, tiroid bezi de çalışarak tiroid hormonunu arttırır. Tersinde ise tam aksine mekanizma devreye girer.

Meslekten olmayanlar için bu kadarı dahi yeterince kafa karıştırıcı değil mi?

Hans Selye, bunlara dayanarak, bir Genel Adaptasyon Sendromundan bahseder.

Stresöre mâruz kalan kişide şu safhalar görülür:

1) Alarm safhası: Stres hormonları da dediğimiz kotizol, adrenalin ve benzeri maddelerin kanda yükselerek organizmayı “dövüş, kaç, kork veya donakal” (İngilizce 5 F: Fight, Flight, Fright or Freeze). Eğer bu tepkiler sorunu çözerse homeostazise geri dönülür…

2) Direnç safhası: Alarm tepkileri yetersiz kalırsa, bir seri adaptif tepki ortaya çıkar: Kan basıncında yükselmeler, kan şekeri yükselmeleri, midedeki koruyucu mukozada çatlaklar, bağışıklık sisteminde gelip geçici ârızalar…

3) Tükenme safhası: Eğer direnç de yetersiz kalırsa, organizma (yâni sistem) çöker ve her türlü hastalık ortaya çıkabilir…

Tükenmişlik Sendromu’nu târif etmek, sebeplerini tesbit etmek ve oluşum aşamalarını göstermek için birçok model geliştirilmiştir.

Tükenmişlik sendromunda sıklıkla yaşanılan iş veya ilişkilerden kaynaklanan duygusal tükenme durumudur. Sendromun birinci boyutu olan duygusal tükenme, bireylerin işlerinde yorulmalarını ve yıpranmalarını ifâde etmektedir. Bu durum, çalışanların yorgunluk ve duygusal yönden kendilerini aşırı yıpranmış hissetmelerindeki artış olarak târif edilmiştir. Tükenmişlik sendromunun başlangıç merkezi olan duygusal tükenme, duygusal yönden yoğun çalışma temposunda olan kişilerin kendisini zorlaması ve diğer insanların duygusal talepleri altında ezilmesi karşısında bir tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Duygusal tükenme yaşayan kişi, insanlara yardım ederken, kendisinden istenen psikolojik ve duygusal taleplerin aşırılığı yüzünden enerji eksikliği ve duygusal kaynakların bittiği duygusuna kapılmaktadır.

Başkalarına karşı olumsuz ve alaycı tutumlar gösterme, insanlara nesne gibi davranmayı içeren duyarsızlaşma, sendromun ikinci ayağıdır. Duyarsızlaşma, kişinin sorumlu olduğu kişilere karşı katı, mesafeli ve soğuk tutum ve davranışlarını ifâde eder. Çalışan, tükenme duygusu ile başa çıkmak için alaycı, katı ve mesafeli bir davranış bütününe girmektedir. Kişinin kendisiyle ilgili değerlendirmelerinin olumsuz bir nitelik kazanması sonucu, işle ilgili çeşitli olaylarda kendini yetersiz idrak ve işyerinde karşılaşılan kişilerle olan ilişkilerde de başarısızlık duygusu baş göstermektedir. Böylece harcadığı çabanın boşa gitmesi ve suçluluk duygusu çalışanın iş motivasyonunu düşürerek başarı için gerekli davranışları gerçekleştirmesini engellemektedir.

Konuyu Biraz Daha Açalım

ENTROPİ

Tabiatın temel kanunlarından biri entropidir. Her türlü var­lık, sürekli olarak, da­ğılma ve parça­lanma eğilimindedir; devamlı ola­rak yapısal ve enerjetik kayba uğrar; daha fazla düzensizlik hâli içine girmeye eğilim­lidir. Meselâ bir saç spreyindeki sıkıştırılmış durumdaki gazı düşünün. Bu gaz dış âleme çıktığında (sprey sıkıldı­ğında) her yö­ne serbestçe giden bir hareket gösterecek ve mo­lekülleri dört bir yana dağılarak birbirlerinden uzaklaşacaktır; yâni, gazın en­tro­pisi ar­tacaktır. Sobanın etrafını ısıtması da aynı prensibe dayanır ama gaz yerine ısı enerjisi­nin da­ğıl­ma­sı söz konusudur; daha sıcak olan ortamdan (soba), daha soğuk olan ortama (oda­nın içi) sü­rekli o­larak ısı yayılacak ve iki ortamın da ısıları eşitleninceye kadar bu süre­cektir. Aslında gerek gaz parti­kül­leri, gerekse ısı enerjisi belli bir yöne akmaz çün­kü partiküllerin hareketi de, enerjinin ya­yı­lımı da rastgeledir. Teorik olarak, bir odanın içerisindeki bütün hava mole­külle­rinin bir kö­şeye sıkışması mümkündür ama muhtemel değildir. Daha yüksek enerjili ortamın partiküllerinin hareketi daha hızlı, radyasyonu daha güçlü ol­duğu için­dir ki, akımın yö­nü bu­radan öbür tarafa doğru ol­maktadır.

En uçucusundan en katısına kadar bütün cisimler buharlaşma ve radyasyon yo­luyla enerji (özellikle de nihâi form olan ısı enerjisi) ve dolayısıyla, kütle kaybeder­ler. Yâni, ev­ren­de sürekli olarak bir dağılma, bozulma, yıkılma eğilimi sürmektedir. Bu du­rumda, teorik olarak, tah­min edilmesi çok güç bir zaman sonrasında, bütün cisimlerin enerjetik düzeyi eşitlenecektir. İşte o zaman varlığın temel vasfını teşkil eden göre­celik (izâfiyet) ve farklılık kalma­ya­cağı için, evren de ortadan kalkacaktır.

İşte, evrendeki her şeyin daha fazla düzensizliğe gitme, dağılma eğilimine en­tropi (en­t­ropy) de­nir. Gene her şeyin daha düşük enerji düzeyine doğru gerileme eğilimi­ne de entalpi (enthal­py) adı ve­rilir. Ev­ren­deki bütün sistemler ve hâtta evrenin kendisi de entropi kanununa uyar. Yâni, bütün sis­temler eninde sonunda yapısal bütünlüklerini kaybederek yıkılırlar ve sâhip ol­dukları enerji evrene da­ğı­larak yayı­lır. Evrendeki entropi sürekli artmaktadır. Genel Sistemler Teorisi’ne göre düşünürsek, entropinin sürekli arttığı evren içerisinde, adacıklar hâlinde kümelenmiş ve entropiye karşı koyan (negentropi yapan) açık sistemler o­luşur; tıpkı ilk Büyük Patlama’dan (Big Bang) sonra uzayda yıldız kümelerinin ve galâksilerin teşek­külü gibi. Bu açık sistemler kendi içlerindeki entropiyi azaltırken, çevrelerindeki entropiyi arttırırlar. Fakat eninde so­nunda, açık sistemler de entropiye mağ­lûp olurlar:

İlginçtir ki, bütün varlıklar için geçerli bu temel doğa kanununa karşı çıka­bilen ve her şeye rağmen var oluşunu nispeten değişmeden sürdüren varlıkların başında canlı orga­nizma­lar gelir ve açık sistemlerin en iyi örneklerini teşkil ederler. Hepimizin vücu­dunda her an milyonlarca hücre ölmekte, bir o kadarı da yenilenmekte­dir. Katabo­liz­ma­mızı dengeleyen ana­bo­lizmamız (genel olarak metabo­lizmamız) sâyesinde be­den­sel bütün­lü­ğümüzü ve sağlığımızı korumaktayız. İşte, bu noktada, stres ve ho­meos­ta­zis kavramlarını açıklamakta fay­da var.

Kendi iç denge durumlarını belli sınırlar içerisinde sâbit tutabilen sistemlerde, bu sistemin işlemeye, varlığını sürdürmeye devam etmesini sağlayacak geri-bildirim (feed-back) bağlantıları vardır.

Geri-bildirim iki türlü olabilir: Pozitif veya negatif. Biyosibernetik bir yaklaşımla, canlıyı veya onu oluşturan sisteminin herhangi bir birimini bir kara kutu gibi düşünebiliriz; kara kutuya giren bilgiler (input: girdi) gerekli işlemler ve değerlendirmelerden sonra bir cevaba yol açarlar (output: çıktı). Organizmanın çıktısı geri dönerek girdisini etkileyebiliyorsa, burada bir geri-bildirim söz konusudur.

Meselâ, yazının başında da bahsettiğim gibi, uygun şekilde ayarı yapılmış bir buzdolabının iç ısısı -1°C ilâ +1 °C arasında sâbit tutulur. Aslında buzdolabının ısısı asla tam olarak belli bir derecede kalmaz. Isı +1° C’ye çıktığında, içerideki termometreye bağlı olan termostattaki devre kapanır ve akım geçer hâle geldiği için soğutucu motor çalışmaya başlar; ısı -1° C’ye düşünce de devre açılır, akım durur ve soğutma iptâl edilmiş olur. Kısacası, belli maksimum ve minimum değerler arasında devamlı oynayan ama bunları artı veya eksi yönde geçmeyen dinamik bir denge durumu söz konusudur.

Vücudumuzun işlemesi de böyledir. Birkaç örnek vermek gerekirse, kan şekerimiz asla sâbit bir değerde kalmaz, 70 ilâ 110 arası sürekli oynar ama bu sınırlar iki antagonist hormon tarafından sıkı sıkıya kontrol altında tutulur: Ensülin ve glukagon.

Kan pH’ımız düştüğü zaman gelişen asidozu yenmek için solunumumuz hızlanır ve organizmamız aktive olur; aksine, ortam kalevî (bazik) oldukça, pH’ı yükseltici metabolik mekanizmalar devreye girer ve pH’ımız makûl sınırlar içerisinde sâbit tutulur.

Tiroid hormonu (TH) düzeyi düştüğü zaman thyrotrophine releasing hormone (TRH) ve thyroid stimulating hormone (TSH) yükselmeleri ile kandaki triiyodotironin (T3) ve tetraiyodotironin (T4) normâl sınırlarda tutulur. Aynı fenomen, ağrı modülasyonunda da söz konusudur.

Görüldüğü gibi, mikrodan makroya, muazzam sayıda sistem vücudumuzda varlığını sürdürmektedir. Bu örneklerin hepsi tek parametrelidir. Bir de, insan vücudunda milyarlarca parametrenin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle âhenk içerisinde çalışmalarını düşününüz! Müthiş bir dengeler üstü denge durumu söz konusudur. İşte, statik değil, dinamik dengelerin ve dengeler arası dengelerin (ultrastability) söz konusu olduğu bu duruma homeostazis denir. Organizmanın dengesini korumanın yanı sıra büyüme, üreme, çoğalma eğilimlerine ise hetereostazis ismi verilir. Diyebiliriz ki, homeostazis ve hetereostazis, bütün ve bilhassa da canlı sistemlerin var oluşlarının Çin kozmogonisindeki Yin ve Yang gibi iki zıt ama tamamlayıcı, olmazsa olmaz cephesini teşkil eder.

Bir sistemin homeostazisini bozucu yöndeki her türlü etkiye karşı o sistemde meydana gelen değişikliklerin tamamına stres ismi verilir. Başka bir ifâdeyle, bir sistemdeki zorlanmaya stres denmektedir. Çeşitli yerli ve yabancı eserlerde sistemi tehdit eden etkilere de stres ismi verildiğini görüyoruz; aslında strese sebep olan her türlü etkiye stresör (stressor) denmesi, sonuçta ortaya çıkan adaptasyon iyi ve hayırlı ise östresten (eustress), kötü ve bozucu ise distresten (distress) bahsedilmesi en doğrusudur.

Homeostazis sınırını aşmadıkça ve fizyolojik hudutları da çok zorlamadıkça, organizmanın dengesini belli değerler içerisinde tutmak için göstereceği dalgalanmalar normâl savunma tepkileridir.

Çevre şartları hayatı tehdit edecek şiddetteyse vücudun bütün imkânları yardıma çağrılır ve sür’atli, kütlesel bir cevap ortaya çıkar ki, sempatik sinir sistemi aktive olmuştur; bol miktarda adrenalin deşarjı sonucunda iç organlardaki ve ciltteki damarlarda kasılma, kâlb ve iskelet adalelerinde kanlanma artışı, kâlbin hızlı atması, kan basıncında yükselme, tüylerin diken diken olması, kan şekerinde yükselme, göz bebeklerinde büyüme gibi değişiklikler olur… Bu fizyolojik değişikliklerin hepsinin organizmayı savaş veya kaç veya kork veya donakal prensibine göre hazırladığını fark edersiniz: İster dövüşecek ister kaçacak olunuz, iç organlarınızın yaralanması durumunda fazla kan kaybetmemeleri, adalelerin bol kanla beslenmesi için rezervlerin bunlara yöneltilmesi, etrafta olan bitenlerin âzamî derecede görülebilmesi için göz bebeklerinizin büyümesi, artan enerji ihtiyacını karşılamak için gereken yakıtın (glükoz) temini…

GENEL ADAPTASYON SENDROMU (GAS)

Selye’nin tanımladığı GenelAdaptasyon Sendromu’na göre, organizma yeterince kuvvetli bir uyarana (stimulusa veya stimuluslara) ve onun meydana getirdiği strese mâruz kaldığında, spesifik ve nonspesifik tepkiler diyebileceğimiz iki tür tepki ortaya çıkar. Meselâ, bir yerimize iğne battığında o bölgedeki yaralanma ve lokal enflamatuar cevabın yanı sıra (spesifik cevap veya spesifik adaptasyon sendromu), genel uyarılma, hâtta şok tablosu gelişir (nonspesifik cevap).

Nonspesifik cevabın gelişmesinde spesifik reaksiyonun da tetik çekici rolü vardır. Selye bu nonspesifik tepkiler bütününe GAS ismini vermiştir.

GAS üç dönemden oluşur:

1) Alârm reaksiyonu

2) Direnç (resistance) dönemi

3) Tükenme (exhaustion) dönemi

1) İlk çığlık veya akut faz da diyebileceğimiz alârm döneminde genellikle sempatik sinir sisteminin aktivasyonu sonucunda kan basıncında yükselme, nabızda artma, kan kortizol ve şeker düzeylerinde yükselme gibi belirtilerle karakterize genel bir anksiyete sendromu görülür. Eğer bu tepkiler stresörle başa çıkmaya ve homeostazisi yeniden kurmaya yetmezse, direnç safhasına geçilir.

Bu değişiklikler aşağıdaki şekilde özetlenmiştir:

Yukarıdaki şekilde de görüldüğü gibi, strese karşı nöroendokrin cevap sâdece hipotalamik-pituiter-adrenokortikal eksende görülmekle kalmaz, sempatik-adrenomedullar sistemde de değişiklikler olarak, adrenal medulladan katekolaminler salıverilir. Keza, büyüme hormonu, prolaktin, ensülin ve testosteron gibi diğer hormonların salgılanmasında ve opioid sentezinde de artış olur (opioid artışı, sempatik hiperaktiviteye bağlı katekolamin salgılanmasını sınırlayıcı etkide bulunabilir).

Akut stres ve anksiyete durumlarında frontal lobda (beynin ön kısmı) kanlanma artışının yanı sıra, lokus seruleustan bol miktarda noradrenalin deşarjı, dopamin ve serotonin miktarlarında artma görülür. Gerek uyku gerekse ağrının önemli bir nöromediyatörü olan serotonindeki bu değişiklikler sonucu uyku ve ağrı idrakinde bozulmalar ortaya çıkar.

2) Direnç döneminde alârm safhasındaki bedensel değişiklikler daha kalıcı ve zarar verici nöroendokrin ve motor-viseral (iç organlarda) değişikliklere yol açar. Stres hormonları da denen adrenalinin (epinefrinin), kortizolün ve prolaktinin sürekli yüksek kalması, serbest yağ asidlerinin artması sonucunda kardiyovasküler, gastrointestinal, genitoüriner sistemlerde çeşitli hastalıkların oluşması için zemin teşekkül eder. Meselâ mide asiditesi artarken, mukoza seddinde de çatlaklar meydana gelir ve ilerdeki ülserasyona vasat hazırlanır. Atherosklerotik süreç hızlanır. Zaman zaman ortaya çıkan kan basıncı yükselmelerinin süre ve şiddeti artar. Bağışıklık sistemi bozulur, T lenfositi işlevi zayıflar. Akut dönemde endojen opiatların yükselmesiyle, hâttâ doğrudan kortikal inhibisyon sonucunda ortaya çıkan genel analjezi ve enerjinin yerini, kronik dönemde bunların azalmasına bağlı bir hiperaljezi (aşırı ağrı yaşama) ve anerji (enerji kaybı) hâli almaya başlar. Çünkü bir yandan, serotonin düzeyinde azalma ortaya çıkmıştır ve Merkezî Sinir Sistemi’nde serotonin azalmasının saldırganlığı arttırıcı tesiri olduğu artık bilinmektedir. Kronik stres altındaki kişilerin öfkeli, kolay sinirlenir ve parlamaya hazır hâllerinin altında, en azından kısmen, bu mekanizma yatmaktadır. Uykuya dalamama, sık sık uyanma, sabaha karşı erken uyanma, kâbuslar görme gibi uyku bozukluklarının görülmesinde serotonerjik düzensizliğin yanı sıra asetilkolin düzeyindeki yükselme de rol oynamaktadır.

3) Tükenme döneminde, araya giren bozucu etkiler sonucu konsantrasyon yetersizliği, genel bir ilgi azalması, ufak şeylere aşırı tepki verme ve depresyon gibi belirtilerin ortaya çıkmasıyla birlikte bir iflâs ve mağlûbiyet tablosu gelişir. Depresyon, anksiyete ve diğer psikiyatrik bozuklukların yanı sıra, psikosomatik hastalıklar ortaya çıkar. Bağışıklığın iyice bozulmasıyla kişide enfeksiyon hastalıklarına, kanser gibi habasetlere karşı eğilim belirir. Mide mukozasındaki çatlaklar artar ve aşırı asidin daha da şiddetlenmesiyle birlikte, ülsere dönüşür, kan basıncı yüksekliği kalıcı hâle geçer, atherosklerotik (damar sertliğiyle ilgili) süreç şiddetlenir, miyokardda ve beyinde enfarktlar gelişir. Direnç döneminde ortaya çıkan ve demin bahsettiğimiz MSS biyokimyası değişiklikleri bu dönemde iyice yerleşir ve bilhassa noradrenalin ve/veya serotonin miktarlarının sinapslarda aşırı tüketilmeye bağlı olarak azalması ve asetilkolin artması sonucu depresyon gelişmesi kolaylaşır.

Kişinin kendinde gözleyebileceği stres artışı belirtileri arasında şunlar sayılabilir:

  • Genel irritabilite, aşırı uyarılma veya depresyon hâli

  • Çarpıntı, yüreğinin ağzına gelmesi duygusu

  • Ağzın ve boğazın kuruması

  • Fevrîce davranış, duygusal tutarsızlık

  • Ağlamak veya kaçıp saklanmak için şiddetli bir arzu duyulması

  • Yoğunlaşamama

  • Gerçek dışı olma, zayıflık veya baş dönmesi hisleri

  • Bitkinleşme eğilimi

  • “Serbest dolaşan anksiyete” (neden olduğunu bilmeksizin sürekli bir korku ve sıkıntı içerisinde bulunmak

  • Duygusal gerilim ve her an tetikte olma hâli

  • Titreme, asabî tikler

  • Yüksek sesle asabî gülmeler

  • Ufak seslerde dahi kolayca irkilebilme eğilimi

  • Stresle ortaya çıkan kekeleme veya benzeri konuşma zorlukları

  • Diş gıcırdatma, dişleri sıkma veya oynatma

  • Uykusuzluk

  • Aşırı hareketlilik (sebepsiz yere sürekli dolanma ihtiyacı)

  • Terleme

  • Sık idrara gitme ihtiyacı

  • İshâl, hazımsızlık, midede şişkinlik, bulantı hâttâ kusma

  • Migren ve diğer baş ağrıları

  • Âdet öncesi gerilimi veya düzensiz âdetler

  • Adale gerilimine bağlı boyun, ense ve bel ağrıları

  • İştahta azalma veya aşırı artma

  • Sigara ve pipo tütünü içiminin artması

  • Yasal ilâçların kafanıza göre kullanımında artış

  • Alkol ve diğer madde bağımlılığında şiddetlenme

  • Kâbuslar görme

  • Nörotik davranış

  • Psikozlar

  • Kazalara yatkın hâl alma…

Lokal Adaptasyon Sendromunda (LAS) ise bilinçdışı anksiyete veya diğer psişik çatışmalar belli bir beden bölgesine veya organa “yatırılır (kateksis)” veya “bağlanır”, ortaya bir psikosomatik belirti yâhut hastalık çıkar. Bu arada da anksiyete geçici veya kalıcı olarak ortadan kalkar. Bilhassa psikosomatik cilt hastalıklarında bu çok tipiktir; döküntünün ortaya çıkmasıyla ruhsal gerilim düşer ama organik hastalığın problemleri yaşanmaya başlanır.

İnsanın, tıpkı bedensel homeostazisi gibi, ruhsal bir homeostazisi de vardır. Hepimizin başından her an pek çok olay gelip geçmektedir: Telefonda düşmek bilmeyen numara, trafikte sizi sıkıştıran arabanın şoförü, yeni zamlar, patronun öfkeliliği, evlâdınızın karnesindeki kırıklar, suların kesilmesi, çeşitli saldırganca veya cinsel mâhiyette dürtülerinizi bastırmak zorunda kalmanız… Bu tip uyaranların uyandırdığı tepkiler sâdece ruhsal olmakla kalmaz, bedensel değişiklikler de ortaya çıkar: Kan şekeri fırlar, kâlb hızlanır, kan basıncı yükselir, terleme artar vs… Genellikle bunlar bizi pek fazla etkilemez, etkilese bile kısa sürede aşarız ve alevleri söner.

İşte, somatik dengenin yanı sıra psişik dengeyi de sağlayan, kişinin bütün bu iç veya dış dünyadan gelen ruhsal uyaranlarla başa çıkabilmek için kullandığı ego savunma mekanizmaları, tıpkı kan şekerini ayarlayan hormonlar gibi, belli üst ve alt sınırlar içindeki ruhsal homeostazisi korurlar, bozulmamasını sağlarlar. Bütün bu eylemler Merkezî Sinir Sistemi’nin, organizmanın bütünüyle âhenk içerisinde çalışması sâyesinde mümkün olur. Kartezyen ruh (psişe) – beden (soma) ayrımı da esasen yapay ve indirgeyicidir.

SONUÇ

Tükenmişlik Sendromu bir teşhis değil, bir tesbittir.

Eğer kişinin homeostatik rezervleri, sosyal ve diğer destekleri yeterince güçlüyse, sâdece psikoterapiyle toparlanması sağlanabilir.

Ama bu sınırlar aşılmışsa, herhangi bir veya birden fazla tıbbî hastalık başlamışsa, mutlaka gereken tıbbî (ve tabii ki psikiyatrik) müdahale yapılmalıdır.

 
 

 

 

İstanbul - 17.05.2011
Prof.Dr. M.Kerem Doksat
http://sufizmveinsan.com
doksat@superonline.com