| 
						Bâzı 
						çok temel bilgileri paylaşalım öncelikle (bu giriş, 
						hocalığın getirdiği bir déformation professionnelle, 
						affedin): 
						
						Denge durumu 
						deyince, akla pek çok tercih gelir: 
						Bir 
						terazinin iki kefesine değişik taşlar koyun, mutlaka bir 
						taraf ağır basacaktır; eğer uygun ufak taşlar ekleyip 
						çıkarırsanız, terazi tam ortada dengelenecektir. İşte 
						buna statik denge durumu veya equilibrium 
						denir. Bu mekanik, termodinamik veya kimyasal şekilde 
						olabilir. 
						Ne 
						kadar sofistike olursa olsun (malûm, sofistike 
						kelimesi hem “çok gelişmiş ve karmaşık” hem de “işin 
						içine hile ve desise katılmış olan” demektir), bütün 
						buzdolaplarının çalışma ilkesi ise daha dinamik bir 
						denge durumunu bize gösterir: İçerisindeki ısı ölçer 
						-1 C° dereceye ayarlıdır ve buzdolabının iç harareti -1 
						C°’nin üzerine çıkınca soğutma motoru çalışmaya başlar, 
						-1 C°’nin azıcık altına inince ise durur. Yâni 
						buzdolabının ısısı sürekli olarak -1 C°’nin biraz 
						altıyla biraz üstü arasında sürekli olarak değişir. 
						İnsan vücudunda da kan şekeri 70 ilâ 110 arasında, nabız 
						60 ilâ 110 arasında… sürekli olarak değişir… Buradaki 
						denge durumu statik olana göre daha karmaşık ve 
						kırılgandır (bunlardan daha tafsilâtlı olarak 
						bahsedeceğiz). 
						
						Zâten, kural olarak, bir sistemin sağlıklı (amaca uygun) 
						çalışmasını sağlayan mekanizmalar ne kadar basitse o 
						sistem o kadar sağlamdır ama bir bozuldu mu da, tam 
						bozulur, iflâs eder. Aksine, bir sistemin sağlıklı 
						(amaca uygun) çalışmasını sağlayan mekanizmalar ne kadar 
						karmaşıksa o sistem o kadar kırılgandır (frajildir) ama 
						sistemi korumaya yönelik ek alt-sistemler de iflâsa o 
						kadar çok engel olur. 
						
						Bütün sistemlerde yapıcı ve yıkıcı eğilimler gerek 
						hâriçten, gerekse sistemin kendi içerisinden sürekli 
						olarak işleyişe müdahale eder. Meselâ terazinin bir 
						tarafına konacak bir tüy dahi dengeyi bozabilir yahut 
						buzdolabının motorunun soğutmaya yetersiz kalacağı kadar 
						aşırı ısınma ârızaya yol açabilir… 
						Bir 
						de insan vücudunun neredeyse sonsuz sayıdaki 
						sistemlerinin iç içe, âhenk (harmony) ve uyum 
						(accomodation) içerisinde ve hayatta kalmayı da, 
						sıhhatli olmayı da sağlayacak şekilde birbirleriyle 
						etkileşerek sürekli olarak çalıştıklarını düşünün… 
						İşte 
						bu hâle (state) ultrastabilite de denmiştir. 
						
						STRES ve HOMEOSTAZİS 
						
						Buradan doğan bir terim de bilim dünyasına 
						girivermiştir: Stres (zorlanma). 
						
						Stres, bir sistemin denge durumunu veya dengeler üstü 
						denge durumunu değiştirmeye çalışan her türlü etkinin 
						yarattığı hâle verilen isimdir. Bu zorlayıcılara da
						stresör denir. 
						
						Stres illâki kötü ve yıkıcı değildir. 
						
						Meselâ bir insanın kendisini geliştirmek için 
						çalışması, kariyer yapması gibi zorlanmalar iyi ve 
						geliştiricidir ve bu hâle eustress (östres: iyi 
						zorlanma) denir. 
						
						Aksine, o sistemin başa çıkamayacağı derecede 
						şiddetli olan zorlayıcıların (bunlar sistemin zaafından 
						veya stresörlerin aşırı güçlü olmasından veya her 
						ikisinden kaynaklanabilir) yarattığı hâle distress (kötü 
						zorlanma) denir. 
						Ünlü 
						fizyolog Walter Bradford Cannon, 
						meslekdaşı Claude Bernard’dan ilhamla bu 
						duruma (situation) homeostazis (Yunanca: ὅμοιος, 
						hómoios, “tıpkı”ve στάσις, stásis, “sâbit duran” adını 
						verir. 
						
						Hans 
						Selye 
						
						Avustro-Macar kökenli endokrinolog Hans Selye 
						bu terimi biyolojik bilimlere tamamen aktarır. 
						
						Homeostazis, içi içe çalışan ve hepsi de birbirleriyle 
						doğrudan veya dolaylı ilişki içerisinde bulunan çok 
						aktif, ultra bir dengeler üstü denge hâlidir. 
						
						Düşünün bir; kan şekerinizin makûl üst ve alt sınırlar 
						arasında kalabilmesi için ensülin ve glukagon denen 
						hormonlar sürekli olarak çalışır, bunları da üst beyin 
						merkezleri dâima denetim altında tutar. En az beş altı 
						alt sistem sürekli olarak iç içe çalışır (hipofiz, 
						böbreküstü bezleri, karaciğer vs.). 
						Aynı 
						şey vücudun imparatoru olan tiroid bezi için de 
						geçerlidir. Kandaki serbest T3 (aktif formdaki 
						tiroid hormonu) hipotalamustaki almaçlar (receptors) 
						tarafından sürekli olarak algılanır ve düştüğü takdirde
						hipofize tirod salıverici (TRH) faktör denen 
						maddeyi salgılar, hipofiz de harekete geçerek 
						tiroid bezine tiroid stimülan hormonu (TSH) 
						yollar, tiroid bezi de çalışarak tiroid hormonunu 
						arttırır. Tersinde ise tam aksine mekanizma devreye 
						girer. 
						
						Meslekten olmayanlar için bu kadarı dahi yeterince kafa 
						karıştırıcı değil mi? 
						
						Hans 
						Selye, 
						bunlara dayanarak, bir Genel Adaptasyon Sendromundan 
						bahseder. 
						
						Stresöre mâruz kalan kişide şu safhalar görülür: 
						
						1) Alarm safhası: 
						Stres hormonları da dediğimiz kotizol, adrenalin ve 
						benzeri maddelerin kanda yükselerek organizmayı “dövüş, 
						kaç, kork veya donakal” (İngilizce 5 F: Fight,
						Flight, Fright or Freeze). Eğer bu 
						tepkiler sorunu çözerse homeostazise geri dönülür… 
						
						2) Direnç safhası: 
						Alarm tepkileri yetersiz kalırsa, bir seri adaptif tepki 
						ortaya çıkar: Kan basıncında yükselmeler, kan şekeri 
						yükselmeleri, midedeki koruyucu mukozada çatlaklar, 
						bağışıklık sisteminde gelip geçici ârızalar… 
						
						3) Tükenme safhası: 
						Eğer direnç de yetersiz kalırsa, organizma (yâni sistem) 
						çöker ve her türlü hastalık ortaya çıkabilir… 
						
						Tükenmişlik Sendromu’nu 
						târif etmek, sebeplerini tesbit etmek ve oluşum 
						aşamalarını göstermek için birçok model 
						geliştirilmiştir. 
						
						Tükenmişlik sendromunda sıklıkla yaşanılan iş veya 
						ilişkilerden kaynaklanan duygusal tükenme 
						durumudur. Sendromun birinci boyutu olan duygusal 
						tükenme, bireylerin işlerinde yorulmalarını ve 
						yıpranmalarını ifâde etmektedir. Bu durum, çalışanların 
						yorgunluk ve duygusal yönden kendilerini aşırı yıpranmış 
						hissetmelerindeki artış olarak târif edilmiştir. 
						Tükenmişlik sendromunun başlangıç merkezi olan duygusal 
						tükenme, duygusal yönden yoğun çalışma temposunda olan 
						kişilerin kendisini zorlaması ve diğer insanların 
						duygusal talepleri altında ezilmesi karşısında bir tepki 
						olarak ortaya çıkmaktadır. Duygusal tükenme yaşayan 
						kişi, insanlara yardım ederken, kendisinden istenen 
						psikolojik ve duygusal taleplerin aşırılığı yüzünden 
						enerji eksikliği ve duygusal kaynakların bittiği 
						duygusuna kapılmaktadır. 
						
						Başkalarına karşı olumsuz ve alaycı tutumlar gösterme, 
						insanlara nesne gibi davranmayı içeren duyarsızlaşma, 
						sendromun ikinci ayağıdır.
						Duyarsızlaşma, kişinin sorumlu olduğu kişilere 
						karşı katı, mesafeli ve soğuk tutum ve davranışlarını 
						ifâde eder. Çalışan, tükenme duygusu ile başa çıkmak 
						için alaycı, katı ve mesafeli bir davranış bütününe 
						girmektedir. Kişinin kendisiyle ilgili 
						değerlendirmelerinin olumsuz bir nitelik kazanması 
						sonucu, işle ilgili çeşitli olaylarda kendini yetersiz 
						idrak ve işyerinde karşılaşılan kişilerle olan 
						ilişkilerde de başarısızlık duygusu baş göstermektedir. 
						Böylece harcadığı çabanın boşa gitmesi ve suçluluk 
						duygusu çalışanın iş motivasyonunu düşürerek başarı için 
						gerekli davranışları gerçekleştirmesini engellemektedir. 
						
						
						Konuyu Biraz Daha Açalım 
						
						ENTROPİ 
						
						Tabiatın temel kanunlarından biri entropidir. 
						Her türlü varlık, sürekli olarak, dağılma ve 
						parçalanma eğilimindedir; devamlı olarak yapısal ve 
						enerjetik kayba uğrar; daha fazla düzensizlik hâli içine 
						girmeye eğilimlidir. Meselâ bir saç spreyindeki 
						sıkıştırılmış durumdaki gazı düşünün. Bu gaz dış âleme 
						çıktığında (sprey sıkıldığında) her yöne serbestçe 
						giden bir hareket gösterecek ve molekülleri dört bir 
						yana dağılarak birbirlerinden uzaklaşacaktır; yâni, 
						gazın entropisi artacaktır. Sobanın etrafını ısıtması 
						da aynı prensibe dayanır ama gaz yerine ısı enerjisinin 
						dağılması söz konusudur; daha sıcak olan ortamdan 
						(soba), daha soğuk olan ortama (odanın içi) sürekli 
						olarak ısı yayılacak ve iki ortamın da ısıları 
						eşitleninceye kadar bu sürecektir. Aslında gerek gaz 
						partikülleri, gerekse ısı enerjisi belli bir yöne 
						akmaz çünkü partiküllerin hareketi de, enerjinin 
						yayılımı da rastgeledir. Teorik olarak, bir odanın 
						içerisindeki bütün hava moleküllerinin bir köşeye 
						sıkışması mümkündür ama muhtemel değildir. 
						Daha yüksek enerjili ortamın partiküllerinin hareketi 
						daha hızlı, radyasyonu daha güçlü olduğu içindir ki, 
						akımın yönü buradan öbür tarafa doğru olmaktadır. 
						
						En uçucusundan en katısına kadar bütün cisimler 
						buharlaşma ve radyasyon yoluyla enerji (özellikle de 
						nihâi form olan ısı enerjisi) ve dolayısıyla, kütle 
						kaybederler. Yâni, evrende sürekli olarak bir 
						dağılma, bozulma, yıkılma eğilimi sürmektedir. 
						Bu durumda, teorik olarak, tahmin edilmesi çok güç bir 
						zaman sonrasında, bütün cisimlerin enerjetik düzeyi 
						eşitlenecektir. İşte o zaman varlığın temel vasfını 
						teşkil eden görecelik (izâfiyet) ve farklılık 
						kalmayacağı için, evren de ortadan kalkacaktır. 
						
						İşte, evrendeki her şeyin daha fazla düzensizliğe gitme, 
						dağılma eğilimine entropi (entropy) denir. 
						Gene her şeyin daha düşük enerji düzeyine doğru gerileme 
						eğilimine de entalpi (enthalpy) adı 
						verilir. Evrendeki bütün sistemler ve hâtta 
						evrenin kendisi de entropi kanununa uyar. Yâni, 
						bütün sistemler eninde sonunda yapısal bütünlüklerini 
						kaybederek yıkılırlar ve sâhip oldukları enerji evrene 
						dağılarak yayılır. Evrendeki entropi sürekli 
						artmaktadır. Genel Sistemler Teorisi’ne göre düşünürsek, 
						entropinin sürekli arttığı evren içerisinde, adacıklar 
						hâlinde kümelenmiş ve entropiye karşı koyan (negentropi 
						yapan) açık sistemler oluşur; tıpkı ilk Büyük 
						Patlama’dan (Big Bang) sonra uzayda yıldız 
						kümelerinin ve galâksilerin teşekkülü gibi. Bu açık 
						sistemler kendi içlerindeki entropiyi azaltırken, 
						çevrelerindeki entropiyi arttırırlar. Fakat eninde 
						sonunda, açık sistemler de entropiye mağlûp olurlar: 
						
						İlginçtir ki, bütün varlıklar için geçerli bu temel doğa 
						kanununa karşı çıkabilen ve her şeye rağmen var oluşunu 
						nispeten değişmeden sürdüren varlıkların başında 
						canlı organizmalar gelir ve açık sistemlerin en 
						iyi örneklerini teşkil ederler. Hepimizin vücudunda her 
						an milyonlarca hücre ölmekte, bir o kadarı da 
						yenilenmektedir. Katabolizmamızı dengeleyen
						anabolizmamız (genel olarak metabolizmamız) 
						sâyesinde bedensel bütünlüğümüzü ve sağlığımızı 
						korumaktayız. İşte, bu noktada, stres ve 
						homeostazis kavramlarını açıklamakta fayda var. 
						
						Kendi iç denge durumlarını belli sınırlar içerisinde 
						sâbit tutabilen sistemlerde, bu sistemin işlemeye, 
						varlığını sürdürmeye devam etmesini sağlayacak 
						geri-bildirim (feed-back) bağlantıları vardır. 
						
						Geri-bildirim iki türlü olabilir:
						Pozitif veya negatif. Biyosibernetik bir 
						yaklaşımla, canlıyı veya onu oluşturan sisteminin 
						herhangi bir birimini bir kara kutu gibi 
						düşünebiliriz; kara kutuya giren bilgiler (input:
						girdi) gerekli işlemler ve değerlendirmelerden 
						sonra bir cevaba yol açarlar (output: çıktı).
						Organizmanın çıktısı geri dönerek girdisini 
						etkileyebiliyorsa, burada bir geri-bildirim söz 
						konusudur. 
						
						Meselâ, yazının başında da bahsettiğim gibi, uygun 
						şekilde ayarı yapılmış bir buzdolabının iç ısısı -1°C 
						ilâ +1 °C arasında sâbit tutulur. Aslında buzdolabının 
						ısısı asla tam olarak belli bir derecede kalmaz. Isı +1° 
						C’ye çıktığında, içerideki termometreye bağlı olan 
						termostattaki devre kapanır ve akım geçer hâle geldiği 
						için soğutucu motor çalışmaya başlar; ısı -1° C’ye 
						düşünce de devre açılır, akım durur ve soğutma iptâl 
						edilmiş olur. Kısacası, belli maksimum ve minimum 
						değerler arasında devamlı oynayan ama bunları artı veya 
						eksi yönde geçmeyen dinamik bir denge durumu söz 
						konusudur. 
						
						Vücudumuzun işlemesi de böyledir. Birkaç örnek vermek 
						gerekirse, kan şekerimiz asla sâbit bir değerde kalmaz, 
						70 ilâ 110 arası sürekli oynar ama bu sınırlar iki 
						antagonist hormon tarafından sıkı sıkıya kontrol altında 
						tutulur: Ensülin ve glukagon. 
						Kan 
						pH’ımız düştüğü zaman gelişen asidozu yenmek için 
						solunumumuz hızlanır ve organizmamız aktive olur; 
						aksine, ortam kalevî (bazik) oldukça, pH’ı yükseltici 
						metabolik mekanizmalar devreye girer ve pH’ımız makûl 
						sınırlar içerisinde sâbit tutulur. 
						
						Tiroid hormonu (TH) düzeyi düştüğü
						zaman thyrotrophine releasing hormone (TRH) ve 
						thyroid stimulating hormone (TSH) yükselmeleri ile 
						kandaki triiyodotironin (T3) ve tetraiyodotironin (T4) 
						normâl sınırlarda tutulur. Aynı fenomen, ağrı 
						modülasyonunda da söz konusudur. 
						
						Görüldüğü gibi, mikrodan makroya, muazzam sayıda sistem 
						vücudumuzda varlığını sürdürmektedir. Bu örneklerin 
						hepsi tek parametrelidir. Bir de, insan vücudunda 
						milyarlarca parametrenin hem kendi içlerinde hem de 
						birbirleriyle âhenk içerisinde çalışmalarını düşününüz! 
						Müthiş bir dengeler üstü denge durumu söz konusudur. 
						İşte, statik değil, dinamik dengelerin ve dengeler 
						arası dengelerin (ultrastability) söz konusu olduğu bu 
						duruma homeostazis denir. Organizmanın dengesini 
						korumanın yanı sıra büyüme, üreme, çoğalma eğilimlerine 
						ise hetereostazis ismi verilir. Diyebiliriz ki,
						homeostazis ve hetereostazis, bütün ve bilhassa da 
						canlı sistemlerin var oluşlarının Çin kozmogonisindeki 
						Yin ve Yang gibi iki zıt ama tamamlayıcı, olmazsa olmaz 
						cephesini teşkil eder. 
						Bir 
						sistemin homeostazisini bozucu yöndeki her türlü etkiye 
						karşı o sistemde meydana gelen değişikliklerin tamamına
						stres ismi verilir. Başka bir ifâdeyle, bir 
						sistemdeki zorlanmaya stres denmektedir. Çeşitli yerli 
						ve yabancı eserlerde sistemi tehdit eden etkilere de 
						stres ismi verildiğini görüyoruz; aslında strese sebep 
						olan her türlü etkiye stresör (stressor) denmesi, 
						sonuçta ortaya çıkan adaptasyon iyi ve hayırlı ise 
						östresten (eustress), kötü ve bozucu ise 
						distresten (distress) bahsedilmesi en doğrusudur. 
						
						Homeostazis sınırını aşmadıkça ve fizyolojik hudutları 
						da çok zorlamadıkça, organizmanın dengesini belli 
						değerler içerisinde tutmak için göstereceği 
						dalgalanmalar normâl savunma tepkileridir. 
						
						Çevre şartları hayatı tehdit edecek şiddetteyse vücudun 
						bütün imkânları yardıma çağrılır ve sür’atli, kütlesel 
						bir cevap ortaya çıkar ki, sempatik sinir sistemi aktive 
						olmuştur; bol miktarda adrenalin deşarjı sonucunda iç 
						organlardaki ve ciltteki damarlarda kasılma, kâlb ve 
						iskelet adalelerinde kanlanma artışı, kâlbin hızlı 
						atması, kan basıncında yükselme, tüylerin diken diken 
						olması, kan şekerinde yükselme, göz bebeklerinde büyüme 
						gibi değişiklikler olur… Bu fizyolojik değişikliklerin 
						hepsinin organizmayı savaş veya kaç veya kork veya 
						donakal prensibine göre hazırladığını fark edersiniz: 
						İster dövüşecek ister kaçacak olunuz, iç organlarınızın 
						yaralanması durumunda fazla kan kaybetmemeleri, 
						adalelerin bol kanla beslenmesi için rezervlerin bunlara 
						yöneltilmesi, etrafta olan bitenlerin âzamî derecede 
						görülebilmesi için göz bebeklerinizin büyümesi, artan 
						enerji ihtiyacını karşılamak için gereken yakıtın 
						(glükoz) temini… 
						
						GENEL ADAPTASYON SENDROMU (GAS) 
						
						
						Selye’nin 
						tanımladığı GenelAdaptasyon Sendromu’na göre, organizma 
						yeterince kuvvetli bir uyarana (stimulusa veya 
						stimuluslara) ve onun meydana getirdiği strese mâruz 
						kaldığında, spesifik ve nonspesifik tepkiler 
						diyebileceğimiz iki tür tepki ortaya çıkar. Meselâ, bir 
						yerimize iğne battığında o bölgedeki yaralanma ve lokal 
						enflamatuar cevabın yanı sıra (spesifik cevap veya 
						spesifik adaptasyon sendromu), genel uyarılma, hâtta 
						şok tablosu gelişir (nonspesifik cevap). 
						
						Nonspesifik cevabın gelişmesinde spesifik reaksiyonun da 
						tetik çekici rolü vardır. Selye bu 
						nonspesifik tepkiler bütününe GAS ismini vermiştir. 
						
						GAS üç dönemden oluşur: 
						
						1) Alârm reaksiyonu 
						
						2) Direnç (resistance) dönemi 
						
						3) Tükenme (exhaustion) dönemi 
						
						1) İlk çığlık veya akut faz 
						da diyebileceğimiz alârm döneminde genellikle sempatik 
						sinir sisteminin aktivasyonu sonucunda kan basıncında 
						yükselme, nabızda artma, kan kortizol ve şeker 
						düzeylerinde yükselme gibi belirtilerle karakterize 
						genel bir anksiyete sendromu görülür. Eğer bu tepkiler 
						stresörle başa çıkmaya ve homeostazisi yeniden kurmaya 
						yetmezse, direnç safhasına geçilir. 
						Bu 
						değişiklikler aşağıdaki şekilde özetlenmiştir: 
						
						Yukarıdaki şekilde de görüldüğü gibi, strese karşı 
						nöroendokrin cevap sâdece 
						hipotalamik-pituiter-adrenokortikal eksende görülmekle 
						kalmaz, sempatik-adrenomedullar sistemde de 
						değişiklikler olarak, adrenal medulladan katekolaminler 
						salıverilir. Keza, büyüme hormonu, prolaktin, ensülin ve 
						testosteron gibi diğer hormonların salgılanmasında ve 
						opioid sentezinde de artış olur (opioid artışı, sempatik 
						hiperaktiviteye bağlı katekolamin salgılanmasını 
						sınırlayıcı etkide bulunabilir). 
						Akut 
						stres ve anksiyete durumlarında frontal lobda (beynin ön 
						kısmı) kanlanma artışının yanı sıra, lokus seruleustan 
						bol miktarda noradrenalin deşarjı, dopamin ve serotonin 
						miktarlarında artma görülür. Gerek uyku gerekse ağrının 
						önemli bir nöromediyatörü olan serotonindeki bu 
						değişiklikler sonucu uyku ve ağrı idrakinde bozulmalar 
						ortaya çıkar. 
						
						2) Direnç döneminde 
						alârm safhasındaki bedensel değişiklikler daha kalıcı ve 
						zarar verici nöroendokrin ve motor-viseral (iç 
						organlarda) değişikliklere yol açar. Stres hormonları da 
						denen adrenalinin (epinefrinin), kortizolün ve 
						prolaktinin sürekli yüksek kalması, serbest yağ 
						asidlerinin artması sonucunda kardiyovasküler, 
						gastrointestinal, genitoüriner sistemlerde çeşitli 
						hastalıkların oluşması için zemin teşekkül eder. Meselâ 
						mide asiditesi artarken, mukoza seddinde de çatlaklar 
						meydana gelir ve ilerdeki ülserasyona vasat hazırlanır. 
						Atherosklerotik süreç hızlanır. Zaman zaman ortaya çıkan 
						kan basıncı yükselmelerinin süre ve şiddeti artar. 
						Bağışıklık sistemi bozulur, T lenfositi işlevi zayıflar. 
						Akut dönemde endojen opiatların yükselmesiyle, hâttâ 
						doğrudan kortikal inhibisyon sonucunda ortaya çıkan 
						genel analjezi ve enerjinin yerini, kronik dönemde 
						bunların azalmasına bağlı bir hiperaljezi (aşırı ağrı 
						yaşama) ve anerji (enerji kaybı) hâli almaya başlar. 
						Çünkü bir yandan, serotonin düzeyinde azalma ortaya 
						çıkmıştır ve Merkezî Sinir Sistemi’nde serotonin 
						azalmasının saldırganlığı arttırıcı tesiri olduğu artık 
						bilinmektedir. Kronik stres altındaki kişilerin öfkeli, 
						kolay sinirlenir ve parlamaya hazır hâllerinin altında, 
						en azından kısmen, bu mekanizma yatmaktadır. Uykuya 
						dalamama, sık sık uyanma, sabaha karşı erken uyanma, 
						kâbuslar görme gibi uyku bozukluklarının görülmesinde 
						serotonerjik düzensizliğin yanı sıra asetilkolin 
						düzeyindeki yükselme de rol oynamaktadır. 
						
						3) Tükenme döneminde, 
						araya giren bozucu etkiler sonucu konsantrasyon 
						yetersizliği, genel bir ilgi azalması, ufak şeylere 
						aşırı tepki verme ve depresyon gibi belirtilerin ortaya 
						çıkmasıyla birlikte bir iflâs ve mağlûbiyet tablosu 
						gelişir. Depresyon, anksiyete ve diğer psikiyatrik 
						bozuklukların yanı sıra, psikosomatik hastalıklar ortaya 
						çıkar. Bağışıklığın iyice bozulmasıyla kişide enfeksiyon 
						hastalıklarına, kanser gibi habasetlere karşı eğilim 
						belirir. Mide mukozasındaki çatlaklar artar ve aşırı 
						asidin daha da şiddetlenmesiyle birlikte, ülsere 
						dönüşür, kan basıncı yüksekliği kalıcı hâle geçer, 
						atherosklerotik (damar sertliğiyle ilgili) süreç 
						şiddetlenir, miyokardda ve beyinde enfarktlar gelişir. 
						Direnç döneminde ortaya çıkan ve demin bahsettiğimiz MSS 
						biyokimyası değişiklikleri bu dönemde iyice yerleşir ve 
						bilhassa noradrenalin ve/veya serotonin miktarlarının 
						sinapslarda aşırı tüketilmeye bağlı olarak azalması ve 
						asetilkolin artması sonucu depresyon gelişmesi 
						kolaylaşır. 
						
						Kişinin kendinde gözleyebileceği stres artışı 
						belirtileri arasında şunlar sayılabilir: 
							
							
							
							Genel irritabilite, aşırı uyarılma veya depresyon 
							hâli
							
							
							Çarpıntı, yüreğinin ağzına gelmesi duygusu
							
							
							Ağzın ve boğazın kuruması
							
							
							Fevrîce davranış, duygusal tutarsızlık
							
							
							Ağlamak veya kaçıp saklanmak için şiddetli bir arzu 
							duyulması
							
							
							Yoğunlaşamama
							
							
							Gerçek dışı olma, zayıflık veya baş dönmesi hisleri
							
							
							Bitkinleşme eğilimi
							
							
							“Serbest dolaşan anksiyete” (neden olduğunu 
							bilmeksizin sürekli bir korku ve sıkıntı içerisinde 
							bulunmak
							
							
							Duygusal gerilim ve her an tetikte olma hâli
							
							
							Titreme, asabî tikler
							
							
							Yüksek sesle asabî gülmeler
							
							
							Ufak seslerde dahi kolayca irkilebilme eğilimi
							
							
							Stresle ortaya çıkan kekeleme veya benzeri konuşma 
							zorlukları
							
							
							Diş gıcırdatma, dişleri sıkma veya oynatma
							
							
							Uykusuzluk
							
							
							Aşırı hareketlilik (sebepsiz yere sürekli dolanma 
							ihtiyacı)
							
							
							Terleme
							
							
							Sık idrara gitme ihtiyacı
							
							
							İshâl, hazımsızlık, midede şişkinlik, bulantı hâttâ 
							kusma
							
							
							Migren ve diğer baş ağrıları
							
							
							Âdet öncesi gerilimi veya düzensiz âdetler
							
							
							Adale gerilimine bağlı boyun, ense ve bel ağrıları
							
							
							İştahta azalma veya aşırı artma
							
							
							Sigara ve pipo tütünü içiminin artması
							
							
							Yasal ilâçların kafanıza göre kullanımında artış
							
							
							Alkol ve diğer madde bağımlılığında şiddetlenme
							
							
							Kâbuslar görme
							
							
							Nörotik davranış
							
							
							Psikozlar
							
							
							Kazalara yatkın hâl alma… 
						
						Lokal Adaptasyon Sendromunda (LAS) 
						ise bilinçdışı anksiyete veya diğer psişik çatışmalar 
						belli bir beden bölgesine veya organa “yatırılır 
						(kateksis)” veya “bağlanır”, ortaya bir psikosomatik 
						belirti yâhut hastalık çıkar. Bu arada da anksiyete 
						geçici veya kalıcı olarak ortadan kalkar. Bilhassa 
						psikosomatik cilt hastalıklarında bu çok tipiktir; 
						döküntünün ortaya çıkmasıyla ruhsal gerilim düşer ama 
						organik hastalığın problemleri yaşanmaya başlanır. 
						
						İnsanın, tıpkı bedensel homeostazisi gibi, ruhsal bir 
						homeostazisi de vardır. Hepimizin başından her an pek 
						çok olay gelip geçmektedir: Telefonda düşmek bilmeyen 
						numara, trafikte sizi sıkıştıran arabanın şoförü, yeni 
						zamlar, patronun öfkeliliği, evlâdınızın karnesindeki 
						kırıklar, suların kesilmesi, çeşitli saldırganca veya 
						cinsel mâhiyette dürtülerinizi bastırmak zorunda 
						kalmanız… Bu tip uyaranların uyandırdığı tepkiler sâdece 
						ruhsal olmakla kalmaz, bedensel değişiklikler de ortaya 
						çıkar: Kan şekeri fırlar, kâlb hızlanır, kan basıncı 
						yükselir, terleme artar vs… Genellikle bunlar bizi pek 
						fazla etkilemez, etkilese bile kısa sürede aşarız ve 
						alevleri söner. 
						
						İşte, somatik dengenin yanı sıra psişik dengeyi de 
						sağlayan, kişinin bütün bu iç veya dış dünyadan gelen 
						ruhsal uyaranlarla başa çıkabilmek için kullandığı ego 
						savunma mekanizmaları, tıpkı kan şekerini ayarlayan 
						hormonlar gibi, belli üst ve alt sınırlar içindeki 
						ruhsal homeostazisi korurlar, bozulmamasını sağlarlar. 
						Bütün bu eylemler Merkezî Sinir Sistemi’nin, 
						organizmanın bütünüyle âhenk içerisinde çalışması 
						sâyesinde mümkün olur. Kartezyen ruh (psişe) – beden 
						(soma) ayrımı da esasen yapay ve indirgeyicidir. 
						
						SONUÇ 
						
						Tükenmişlik Sendromu bir teşhis değil, bir tesbittir. 
						Eğer 
						kişinin homeostatik rezervleri, sosyal ve diğer 
						destekleri yeterince güçlüyse, sâdece psikoterapiyle 
						toparlanması sağlanabilir. 
						Ama 
						bu sınırlar aşılmışsa, herhangi bir veya birden fazla 
						tıbbî hastalık başlamışsa, mutlaka gereken tıbbî (ve 
						tabii ki psikiyatrik) müdahale yapılmalıdır. |