Bâzı
çok temel bilgileri paylaşalım öncelikle (bu giriş,
hocalığın getirdiği bir déformation professionnelle,
affedin):
Denge durumu
deyince, akla pek çok tercih gelir:
Bir
terazinin iki kefesine değişik taşlar koyun, mutlaka bir
taraf ağır basacaktır; eğer uygun ufak taşlar ekleyip
çıkarırsanız, terazi tam ortada dengelenecektir. İşte
buna statik denge durumu veya equilibrium
denir. Bu mekanik, termodinamik veya kimyasal şekilde
olabilir.
Ne
kadar sofistike olursa olsun (malûm, sofistike
kelimesi hem “çok gelişmiş ve karmaşık” hem de “işin
içine hile ve desise katılmış olan” demektir), bütün
buzdolaplarının çalışma ilkesi ise daha dinamik bir
denge durumunu bize gösterir: İçerisindeki ısı ölçer
-1 C° dereceye ayarlıdır ve buzdolabının iç harareti -1
C°’nin üzerine çıkınca soğutma motoru çalışmaya başlar,
-1 C°’nin azıcık altına inince ise durur. Yâni
buzdolabının ısısı sürekli olarak -1 C°’nin biraz
altıyla biraz üstü arasında sürekli olarak değişir.
İnsan vücudunda da kan şekeri 70 ilâ 110 arasında, nabız
60 ilâ 110 arasında… sürekli olarak değişir… Buradaki
denge durumu statik olana göre daha karmaşık ve
kırılgandır (bunlardan daha tafsilâtlı olarak
bahsedeceğiz).
Zâten, kural olarak, bir sistemin sağlıklı (amaca uygun)
çalışmasını sağlayan mekanizmalar ne kadar basitse o
sistem o kadar sağlamdır ama bir bozuldu mu da, tam
bozulur, iflâs eder. Aksine, bir sistemin sağlıklı
(amaca uygun) çalışmasını sağlayan mekanizmalar ne kadar
karmaşıksa o sistem o kadar kırılgandır (frajildir) ama
sistemi korumaya yönelik ek alt-sistemler de iflâsa o
kadar çok engel olur.
Bütün sistemlerde yapıcı ve yıkıcı eğilimler gerek
hâriçten, gerekse sistemin kendi içerisinden sürekli
olarak işleyişe müdahale eder. Meselâ terazinin bir
tarafına konacak bir tüy dahi dengeyi bozabilir yahut
buzdolabının motorunun soğutmaya yetersiz kalacağı kadar
aşırı ısınma ârızaya yol açabilir…
Bir
de insan vücudunun neredeyse sonsuz sayıdaki
sistemlerinin iç içe, âhenk (harmony) ve uyum
(accomodation) içerisinde ve hayatta kalmayı da,
sıhhatli olmayı da sağlayacak şekilde birbirleriyle
etkileşerek sürekli olarak çalıştıklarını düşünün…
İşte
bu hâle (state) ultrastabilite de denmiştir.
STRES ve HOMEOSTAZİS
Buradan doğan bir terim de bilim dünyasına
girivermiştir: Stres (zorlanma).
Stres, bir sistemin denge durumunu veya dengeler üstü
denge durumunu değiştirmeye çalışan her türlü etkinin
yarattığı hâle verilen isimdir. Bu zorlayıcılara da
stresör denir.
Stres illâki kötü ve yıkıcı değildir.
Meselâ bir insanın kendisini geliştirmek için
çalışması, kariyer yapması gibi zorlanmalar iyi ve
geliştiricidir ve bu hâle eustress (östres: iyi
zorlanma) denir.
Aksine, o sistemin başa çıkamayacağı derecede
şiddetli olan zorlayıcıların (bunlar sistemin zaafından
veya stresörlerin aşırı güçlü olmasından veya her
ikisinden kaynaklanabilir) yarattığı hâle distress (kötü
zorlanma) denir.
Ünlü
fizyolog Walter Bradford Cannon,
meslekdaşı Claude Bernard’dan ilhamla bu
duruma (situation) homeostazis (Yunanca: ὅμοιος,
hómoios, “tıpkı”ve στάσις, stásis, “sâbit duran” adını
verir.
Hans
Selye
Avustro-Macar kökenli endokrinolog Hans Selye
bu terimi biyolojik bilimlere tamamen aktarır.
Homeostazis, içi içe çalışan ve hepsi de birbirleriyle
doğrudan veya dolaylı ilişki içerisinde bulunan çok
aktif, ultra bir dengeler üstü denge hâlidir.
Düşünün bir; kan şekerinizin makûl üst ve alt sınırlar
arasında kalabilmesi için ensülin ve glukagon denen
hormonlar sürekli olarak çalışır, bunları da üst beyin
merkezleri dâima denetim altında tutar. En az beş altı
alt sistem sürekli olarak iç içe çalışır (hipofiz,
böbreküstü bezleri, karaciğer vs.).
Aynı
şey vücudun imparatoru olan tiroid bezi için de
geçerlidir. Kandaki serbest T3 (aktif formdaki
tiroid hormonu) hipotalamustaki almaçlar (receptors)
tarafından sürekli olarak algılanır ve düştüğü takdirde
hipofize tirod salıverici (TRH) faktör denen
maddeyi salgılar, hipofiz de harekete geçerek
tiroid bezine tiroid stimülan hormonu (TSH)
yollar, tiroid bezi de çalışarak tiroid hormonunu
arttırır. Tersinde ise tam aksine mekanizma devreye
girer.
Meslekten olmayanlar için bu kadarı dahi yeterince kafa
karıştırıcı değil mi?
Hans
Selye,
bunlara dayanarak, bir Genel Adaptasyon Sendromundan
bahseder.
Stresöre mâruz kalan kişide şu safhalar görülür:
1) Alarm safhası:
Stres hormonları da dediğimiz kotizol, adrenalin ve
benzeri maddelerin kanda yükselerek organizmayı “dövüş,
kaç, kork veya donakal” (İngilizce 5 F: Fight,
Flight, Fright or Freeze). Eğer bu
tepkiler sorunu çözerse homeostazise geri dönülür…
2) Direnç safhası:
Alarm tepkileri yetersiz kalırsa, bir seri adaptif tepki
ortaya çıkar: Kan basıncında yükselmeler, kan şekeri
yükselmeleri, midedeki koruyucu mukozada çatlaklar,
bağışıklık sisteminde gelip geçici ârızalar…
3) Tükenme safhası:
Eğer direnç de yetersiz kalırsa, organizma (yâni sistem)
çöker ve her türlü hastalık ortaya çıkabilir…
Tükenmişlik Sendromu’nu
târif etmek, sebeplerini tesbit etmek ve oluşum
aşamalarını göstermek için birçok model
geliştirilmiştir.
Tükenmişlik sendromunda sıklıkla yaşanılan iş veya
ilişkilerden kaynaklanan duygusal tükenme
durumudur. Sendromun birinci boyutu olan duygusal
tükenme, bireylerin işlerinde yorulmalarını ve
yıpranmalarını ifâde etmektedir. Bu durum, çalışanların
yorgunluk ve duygusal yönden kendilerini aşırı yıpranmış
hissetmelerindeki artış olarak târif edilmiştir.
Tükenmişlik sendromunun başlangıç merkezi olan duygusal
tükenme, duygusal yönden yoğun çalışma temposunda olan
kişilerin kendisini zorlaması ve diğer insanların
duygusal talepleri altında ezilmesi karşısında bir tepki
olarak ortaya çıkmaktadır. Duygusal tükenme yaşayan
kişi, insanlara yardım ederken, kendisinden istenen
psikolojik ve duygusal taleplerin aşırılığı yüzünden
enerji eksikliği ve duygusal kaynakların bittiği
duygusuna kapılmaktadır.
Başkalarına karşı olumsuz ve alaycı tutumlar gösterme,
insanlara nesne gibi davranmayı içeren duyarsızlaşma,
sendromun ikinci ayağıdır.
Duyarsızlaşma, kişinin sorumlu olduğu kişilere
karşı katı, mesafeli ve soğuk tutum ve davranışlarını
ifâde eder. Çalışan, tükenme duygusu ile başa çıkmak
için alaycı, katı ve mesafeli bir davranış bütününe
girmektedir. Kişinin kendisiyle ilgili
değerlendirmelerinin olumsuz bir nitelik kazanması
sonucu, işle ilgili çeşitli olaylarda kendini yetersiz
idrak ve işyerinde karşılaşılan kişilerle olan
ilişkilerde de başarısızlık duygusu baş göstermektedir.
Böylece harcadığı çabanın boşa gitmesi ve suçluluk
duygusu çalışanın iş motivasyonunu düşürerek başarı için
gerekli davranışları gerçekleştirmesini engellemektedir.
Konuyu Biraz Daha Açalım
ENTROPİ
Tabiatın temel kanunlarından biri entropidir.
Her türlü varlık, sürekli olarak, dağılma ve
parçalanma eğilimindedir; devamlı olarak yapısal ve
enerjetik kayba uğrar; daha fazla düzensizlik hâli içine
girmeye eğilimlidir. Meselâ bir saç spreyindeki
sıkıştırılmış durumdaki gazı düşünün. Bu gaz dış âleme
çıktığında (sprey sıkıldığında) her yöne serbestçe
giden bir hareket gösterecek ve molekülleri dört bir
yana dağılarak birbirlerinden uzaklaşacaktır; yâni,
gazın entropisi artacaktır. Sobanın etrafını ısıtması
da aynı prensibe dayanır ama gaz yerine ısı enerjisinin
dağılması söz konusudur; daha sıcak olan ortamdan
(soba), daha soğuk olan ortama (odanın içi) sürekli
olarak ısı yayılacak ve iki ortamın da ısıları
eşitleninceye kadar bu sürecektir. Aslında gerek gaz
partikülleri, gerekse ısı enerjisi belli bir yöne
akmaz çünkü partiküllerin hareketi de, enerjinin
yayılımı da rastgeledir. Teorik olarak, bir odanın
içerisindeki bütün hava moleküllerinin bir köşeye
sıkışması mümkündür ama muhtemel değildir.
Daha yüksek enerjili ortamın partiküllerinin hareketi
daha hızlı, radyasyonu daha güçlü olduğu içindir ki,
akımın yönü buradan öbür tarafa doğru olmaktadır.
En uçucusundan en katısına kadar bütün cisimler
buharlaşma ve radyasyon yoluyla enerji (özellikle de
nihâi form olan ısı enerjisi) ve dolayısıyla, kütle
kaybederler. Yâni, evrende sürekli olarak bir
dağılma, bozulma, yıkılma eğilimi sürmektedir.
Bu durumda, teorik olarak, tahmin edilmesi çok güç bir
zaman sonrasında, bütün cisimlerin enerjetik düzeyi
eşitlenecektir. İşte o zaman varlığın temel vasfını
teşkil eden görecelik (izâfiyet) ve farklılık
kalmayacağı için, evren de ortadan kalkacaktır.
İşte, evrendeki her şeyin daha fazla düzensizliğe gitme,
dağılma eğilimine entropi (entropy) denir.
Gene her şeyin daha düşük enerji düzeyine doğru gerileme
eğilimine de entalpi (enthalpy) adı
verilir. Evrendeki bütün sistemler ve hâtta
evrenin kendisi de entropi kanununa uyar. Yâni,
bütün sistemler eninde sonunda yapısal bütünlüklerini
kaybederek yıkılırlar ve sâhip oldukları enerji evrene
dağılarak yayılır. Evrendeki entropi sürekli
artmaktadır. Genel Sistemler Teorisi’ne göre düşünürsek,
entropinin sürekli arttığı evren içerisinde, adacıklar
hâlinde kümelenmiş ve entropiye karşı koyan (negentropi
yapan) açık sistemler oluşur; tıpkı ilk Büyük
Patlama’dan (Big Bang) sonra uzayda yıldız
kümelerinin ve galâksilerin teşekkülü gibi. Bu açık
sistemler kendi içlerindeki entropiyi azaltırken,
çevrelerindeki entropiyi arttırırlar. Fakat eninde
sonunda, açık sistemler de entropiye mağlûp olurlar:
İlginçtir ki, bütün varlıklar için geçerli bu temel doğa
kanununa karşı çıkabilen ve her şeye rağmen var oluşunu
nispeten değişmeden sürdüren varlıkların başında
canlı organizmalar gelir ve açık sistemlerin en
iyi örneklerini teşkil ederler. Hepimizin vücudunda her
an milyonlarca hücre ölmekte, bir o kadarı da
yenilenmektedir. Katabolizmamızı dengeleyen
anabolizmamız (genel olarak metabolizmamız)
sâyesinde bedensel bütünlüğümüzü ve sağlığımızı
korumaktayız. İşte, bu noktada, stres ve
homeostazis kavramlarını açıklamakta fayda var.
Kendi iç denge durumlarını belli sınırlar içerisinde
sâbit tutabilen sistemlerde, bu sistemin işlemeye,
varlığını sürdürmeye devam etmesini sağlayacak
geri-bildirim (feed-back) bağlantıları vardır.
Geri-bildirim iki türlü olabilir:
Pozitif veya negatif. Biyosibernetik bir
yaklaşımla, canlıyı veya onu oluşturan sisteminin
herhangi bir birimini bir kara kutu gibi
düşünebiliriz; kara kutuya giren bilgiler (input:
girdi) gerekli işlemler ve değerlendirmelerden
sonra bir cevaba yol açarlar (output: çıktı).
Organizmanın çıktısı geri dönerek girdisini
etkileyebiliyorsa, burada bir geri-bildirim söz
konusudur.
Meselâ, yazının başında da bahsettiğim gibi, uygun
şekilde ayarı yapılmış bir buzdolabının iç ısısı -1°C
ilâ +1 °C arasında sâbit tutulur. Aslında buzdolabının
ısısı asla tam olarak belli bir derecede kalmaz. Isı +1°
C’ye çıktığında, içerideki termometreye bağlı olan
termostattaki devre kapanır ve akım geçer hâle geldiği
için soğutucu motor çalışmaya başlar; ısı -1° C’ye
düşünce de devre açılır, akım durur ve soğutma iptâl
edilmiş olur. Kısacası, belli maksimum ve minimum
değerler arasında devamlı oynayan ama bunları artı veya
eksi yönde geçmeyen dinamik bir denge durumu söz
konusudur.
Vücudumuzun işlemesi de böyledir. Birkaç örnek vermek
gerekirse, kan şekerimiz asla sâbit bir değerde kalmaz,
70 ilâ 110 arası sürekli oynar ama bu sınırlar iki
antagonist hormon tarafından sıkı sıkıya kontrol altında
tutulur: Ensülin ve glukagon.
Kan
pH’ımız düştüğü zaman gelişen asidozu yenmek için
solunumumuz hızlanır ve organizmamız aktive olur;
aksine, ortam kalevî (bazik) oldukça, pH’ı yükseltici
metabolik mekanizmalar devreye girer ve pH’ımız makûl
sınırlar içerisinde sâbit tutulur.
Tiroid hormonu (TH) düzeyi düştüğü
zaman thyrotrophine releasing hormone (TRH) ve
thyroid stimulating hormone (TSH) yükselmeleri ile
kandaki triiyodotironin (T3) ve tetraiyodotironin (T4)
normâl sınırlarda tutulur. Aynı fenomen, ağrı
modülasyonunda da söz konusudur.
Görüldüğü gibi, mikrodan makroya, muazzam sayıda sistem
vücudumuzda varlığını sürdürmektedir. Bu örneklerin
hepsi tek parametrelidir. Bir de, insan vücudunda
milyarlarca parametrenin hem kendi içlerinde hem de
birbirleriyle âhenk içerisinde çalışmalarını düşününüz!
Müthiş bir dengeler üstü denge durumu söz konusudur.
İşte, statik değil, dinamik dengelerin ve dengeler
arası dengelerin (ultrastability) söz konusu olduğu bu
duruma homeostazis denir. Organizmanın dengesini
korumanın yanı sıra büyüme, üreme, çoğalma eğilimlerine
ise hetereostazis ismi verilir. Diyebiliriz ki,
homeostazis ve hetereostazis, bütün ve bilhassa da
canlı sistemlerin var oluşlarının Çin kozmogonisindeki
Yin ve Yang gibi iki zıt ama tamamlayıcı, olmazsa olmaz
cephesini teşkil eder.
Bir
sistemin homeostazisini bozucu yöndeki her türlü etkiye
karşı o sistemde meydana gelen değişikliklerin tamamına
stres ismi verilir. Başka bir ifâdeyle, bir
sistemdeki zorlanmaya stres denmektedir. Çeşitli yerli
ve yabancı eserlerde sistemi tehdit eden etkilere de
stres ismi verildiğini görüyoruz; aslında strese sebep
olan her türlü etkiye stresör (stressor) denmesi,
sonuçta ortaya çıkan adaptasyon iyi ve hayırlı ise
östresten (eustress), kötü ve bozucu ise
distresten (distress) bahsedilmesi en doğrusudur.
Homeostazis sınırını aşmadıkça ve fizyolojik hudutları
da çok zorlamadıkça, organizmanın dengesini belli
değerler içerisinde tutmak için göstereceği
dalgalanmalar normâl savunma tepkileridir.
Çevre şartları hayatı tehdit edecek şiddetteyse vücudun
bütün imkânları yardıma çağrılır ve sür’atli, kütlesel
bir cevap ortaya çıkar ki, sempatik sinir sistemi aktive
olmuştur; bol miktarda adrenalin deşarjı sonucunda iç
organlardaki ve ciltteki damarlarda kasılma, kâlb ve
iskelet adalelerinde kanlanma artışı, kâlbin hızlı
atması, kan basıncında yükselme, tüylerin diken diken
olması, kan şekerinde yükselme, göz bebeklerinde büyüme
gibi değişiklikler olur… Bu fizyolojik değişikliklerin
hepsinin organizmayı savaş veya kaç veya kork veya
donakal prensibine göre hazırladığını fark edersiniz:
İster dövüşecek ister kaçacak olunuz, iç organlarınızın
yaralanması durumunda fazla kan kaybetmemeleri,
adalelerin bol kanla beslenmesi için rezervlerin bunlara
yöneltilmesi, etrafta olan bitenlerin âzamî derecede
görülebilmesi için göz bebeklerinizin büyümesi, artan
enerji ihtiyacını karşılamak için gereken yakıtın
(glükoz) temini…
GENEL ADAPTASYON SENDROMU (GAS)
Selye’nin
tanımladığı GenelAdaptasyon Sendromu’na göre, organizma
yeterince kuvvetli bir uyarana (stimulusa veya
stimuluslara) ve onun meydana getirdiği strese mâruz
kaldığında, spesifik ve nonspesifik tepkiler
diyebileceğimiz iki tür tepki ortaya çıkar. Meselâ, bir
yerimize iğne battığında o bölgedeki yaralanma ve lokal
enflamatuar cevabın yanı sıra (spesifik cevap veya
spesifik adaptasyon sendromu), genel uyarılma, hâtta
şok tablosu gelişir (nonspesifik cevap).
Nonspesifik cevabın gelişmesinde spesifik reaksiyonun da
tetik çekici rolü vardır. Selye bu
nonspesifik tepkiler bütününe GAS ismini vermiştir.
GAS üç dönemden oluşur:
1) Alârm reaksiyonu
2) Direnç (resistance) dönemi
3) Tükenme (exhaustion) dönemi
1) İlk çığlık veya akut faz
da diyebileceğimiz alârm döneminde genellikle sempatik
sinir sisteminin aktivasyonu sonucunda kan basıncında
yükselme, nabızda artma, kan kortizol ve şeker
düzeylerinde yükselme gibi belirtilerle karakterize
genel bir anksiyete sendromu görülür. Eğer bu tepkiler
stresörle başa çıkmaya ve homeostazisi yeniden kurmaya
yetmezse, direnç safhasına geçilir.
Bu
değişiklikler aşağıdaki şekilde özetlenmiştir:
Yukarıdaki şekilde de görüldüğü gibi, strese karşı
nöroendokrin cevap sâdece
hipotalamik-pituiter-adrenokortikal eksende görülmekle
kalmaz, sempatik-adrenomedullar sistemde de
değişiklikler olarak, adrenal medulladan katekolaminler
salıverilir. Keza, büyüme hormonu, prolaktin, ensülin ve
testosteron gibi diğer hormonların salgılanmasında ve
opioid sentezinde de artış olur (opioid artışı, sempatik
hiperaktiviteye bağlı katekolamin salgılanmasını
sınırlayıcı etkide bulunabilir).
Akut
stres ve anksiyete durumlarında frontal lobda (beynin ön
kısmı) kanlanma artışının yanı sıra, lokus seruleustan
bol miktarda noradrenalin deşarjı, dopamin ve serotonin
miktarlarında artma görülür. Gerek uyku gerekse ağrının
önemli bir nöromediyatörü olan serotonindeki bu
değişiklikler sonucu uyku ve ağrı idrakinde bozulmalar
ortaya çıkar.
2) Direnç döneminde
alârm safhasındaki bedensel değişiklikler daha kalıcı ve
zarar verici nöroendokrin ve motor-viseral (iç
organlarda) değişikliklere yol açar. Stres hormonları da
denen adrenalinin (epinefrinin), kortizolün ve
prolaktinin sürekli yüksek kalması, serbest yağ
asidlerinin artması sonucunda kardiyovasküler,
gastrointestinal, genitoüriner sistemlerde çeşitli
hastalıkların oluşması için zemin teşekkül eder. Meselâ
mide asiditesi artarken, mukoza seddinde de çatlaklar
meydana gelir ve ilerdeki ülserasyona vasat hazırlanır.
Atherosklerotik süreç hızlanır. Zaman zaman ortaya çıkan
kan basıncı yükselmelerinin süre ve şiddeti artar.
Bağışıklık sistemi bozulur, T lenfositi işlevi zayıflar.
Akut dönemde endojen opiatların yükselmesiyle, hâttâ
doğrudan kortikal inhibisyon sonucunda ortaya çıkan
genel analjezi ve enerjinin yerini, kronik dönemde
bunların azalmasına bağlı bir hiperaljezi (aşırı ağrı
yaşama) ve anerji (enerji kaybı) hâli almaya başlar.
Çünkü bir yandan, serotonin düzeyinde azalma ortaya
çıkmıştır ve Merkezî Sinir Sistemi’nde serotonin
azalmasının saldırganlığı arttırıcı tesiri olduğu artık
bilinmektedir. Kronik stres altındaki kişilerin öfkeli,
kolay sinirlenir ve parlamaya hazır hâllerinin altında,
en azından kısmen, bu mekanizma yatmaktadır. Uykuya
dalamama, sık sık uyanma, sabaha karşı erken uyanma,
kâbuslar görme gibi uyku bozukluklarının görülmesinde
serotonerjik düzensizliğin yanı sıra asetilkolin
düzeyindeki yükselme de rol oynamaktadır.
3) Tükenme döneminde,
araya giren bozucu etkiler sonucu konsantrasyon
yetersizliği, genel bir ilgi azalması, ufak şeylere
aşırı tepki verme ve depresyon gibi belirtilerin ortaya
çıkmasıyla birlikte bir iflâs ve mağlûbiyet tablosu
gelişir. Depresyon, anksiyete ve diğer psikiyatrik
bozuklukların yanı sıra, psikosomatik hastalıklar ortaya
çıkar. Bağışıklığın iyice bozulmasıyla kişide enfeksiyon
hastalıklarına, kanser gibi habasetlere karşı eğilim
belirir. Mide mukozasındaki çatlaklar artar ve aşırı
asidin daha da şiddetlenmesiyle birlikte, ülsere
dönüşür, kan basıncı yüksekliği kalıcı hâle geçer,
atherosklerotik (damar sertliğiyle ilgili) süreç
şiddetlenir, miyokardda ve beyinde enfarktlar gelişir.
Direnç döneminde ortaya çıkan ve demin bahsettiğimiz MSS
biyokimyası değişiklikleri bu dönemde iyice yerleşir ve
bilhassa noradrenalin ve/veya serotonin miktarlarının
sinapslarda aşırı tüketilmeye bağlı olarak azalması ve
asetilkolin artması sonucu depresyon gelişmesi
kolaylaşır.
Kişinin kendinde gözleyebileceği stres artışı
belirtileri arasında şunlar sayılabilir:
-
Genel irritabilite, aşırı uyarılma veya depresyon
hâli
-
Çarpıntı, yüreğinin ağzına gelmesi duygusu
-
Ağzın ve boğazın kuruması
-
Fevrîce davranış, duygusal tutarsızlık
-
Ağlamak veya kaçıp saklanmak için şiddetli bir arzu
duyulması
-
Yoğunlaşamama
-
Gerçek dışı olma, zayıflık veya baş dönmesi hisleri
-
Bitkinleşme eğilimi
-
“Serbest dolaşan anksiyete” (neden olduğunu
bilmeksizin sürekli bir korku ve sıkıntı içerisinde
bulunmak
-
Duygusal gerilim ve her an tetikte olma hâli
-
Titreme, asabî tikler
-
Yüksek sesle asabî gülmeler
-
Ufak seslerde dahi kolayca irkilebilme eğilimi
-
Stresle ortaya çıkan kekeleme veya benzeri konuşma
zorlukları
-
Diş gıcırdatma, dişleri sıkma veya oynatma
-
Uykusuzluk
-
Aşırı hareketlilik (sebepsiz yere sürekli dolanma
ihtiyacı)
-
Terleme
-
Sık idrara gitme ihtiyacı
-
İshâl, hazımsızlık, midede şişkinlik, bulantı hâttâ
kusma
-
Migren ve diğer baş ağrıları
-
Âdet öncesi gerilimi veya düzensiz âdetler
-
Adale gerilimine bağlı boyun, ense ve bel ağrıları
-
İştahta azalma veya aşırı artma
-
Sigara ve pipo tütünü içiminin artması
-
Yasal ilâçların kafanıza göre kullanımında artış
-
Alkol ve diğer madde bağımlılığında şiddetlenme
-
Kâbuslar görme
-
Nörotik davranış
-
Psikozlar
-
Kazalara yatkın hâl alma…
Lokal Adaptasyon Sendromunda (LAS)
ise bilinçdışı anksiyete veya diğer psişik çatışmalar
belli bir beden bölgesine veya organa “yatırılır
(kateksis)” veya “bağlanır”, ortaya bir psikosomatik
belirti yâhut hastalık çıkar. Bu arada da anksiyete
geçici veya kalıcı olarak ortadan kalkar. Bilhassa
psikosomatik cilt hastalıklarında bu çok tipiktir;
döküntünün ortaya çıkmasıyla ruhsal gerilim düşer ama
organik hastalığın problemleri yaşanmaya başlanır.
İnsanın, tıpkı bedensel homeostazisi gibi, ruhsal bir
homeostazisi de vardır. Hepimizin başından her an pek
çok olay gelip geçmektedir: Telefonda düşmek bilmeyen
numara, trafikte sizi sıkıştıran arabanın şoförü, yeni
zamlar, patronun öfkeliliği, evlâdınızın karnesindeki
kırıklar, suların kesilmesi, çeşitli saldırganca veya
cinsel mâhiyette dürtülerinizi bastırmak zorunda
kalmanız… Bu tip uyaranların uyandırdığı tepkiler sâdece
ruhsal olmakla kalmaz, bedensel değişiklikler de ortaya
çıkar: Kan şekeri fırlar, kâlb hızlanır, kan basıncı
yükselir, terleme artar vs… Genellikle bunlar bizi pek
fazla etkilemez, etkilese bile kısa sürede aşarız ve
alevleri söner.
İşte, somatik dengenin yanı sıra psişik dengeyi de
sağlayan, kişinin bütün bu iç veya dış dünyadan gelen
ruhsal uyaranlarla başa çıkabilmek için kullandığı ego
savunma mekanizmaları, tıpkı kan şekerini ayarlayan
hormonlar gibi, belli üst ve alt sınırlar içindeki
ruhsal homeostazisi korurlar, bozulmamasını sağlarlar.
Bütün bu eylemler Merkezî Sinir Sistemi’nin,
organizmanın bütünüyle âhenk içerisinde çalışması
sâyesinde mümkün olur. Kartezyen ruh (psişe) – beden
(soma) ayrımı da esasen yapay ve indirgeyicidir.
SONUÇ
Tükenmişlik Sendromu bir teşhis değil, bir tesbittir.
Eğer
kişinin homeostatik rezervleri, sosyal ve diğer
destekleri yeterince güçlüyse, sâdece psikoterapiyle
toparlanması sağlanabilir.
Ama
bu sınırlar aşılmışsa, herhangi bir veya birden fazla
tıbbî hastalık başlamışsa, mutlaka gereken tıbbî (ve
tabii ki psikiyatrik) müdahale yapılmalıdır. |