| 
						 
						Az önce 
						uyandım ama hala yatakta yatıyorum ve gözlerimi henüz 
						açmadım.Zamanın büründüğü tanımlamalardan  gecede miyim  
						hala yoksa uzun süre uyudum ve bir sonraki  günün 
						sabahı oldu da haberim mi yok... 
						
						Uyandığım 
						andan itibaren kendimi içinde buldugum bu algı yığınının 
						ötesine geçebilmem için bu halimi bir fırsat olarak 
						değerlendirmeliyim çünkü algıların suretsizliği 
						kendilerindeki manalara esir etmek gibi edepsizce, 
						futursuzca tavırları söz konusu...  
						
						Tüm 
						çabalarıma rağmen duyu organlarım tam da fıtratlarında 
						olanı, hiç durmaksızın, bıkıp usanmaksızın topladıkları 
						verilerle, yeni uyanmış olan bana, uyanıklığın temel 
						prensibi olan algısal farkındalığı fısıldayıp 
						duruyorlar... Bu fısıldayışlardan biri yatağın 
						üzerinde yastığımı iki elimle kucaklayıp sağ yanağımıda 
						üzerine yaslamış bir halde yatıyor olduğumun resmini 
						öyle güzel çiziyor ki aklımın duvarı gözlerime, gece 
						yatakta farkında olmadan çokça hareket ettiğim için 
						üstümdeki örtüye dolma gibi sarılıp ayaklarımı açıkta 
						bıraktığımı ayak parmaklarımın ürpermesinden 
						anlayabiliyorum ancak... 
						
						Odanın 
						kokusu bana oda arkadaşım Mehmet’in dün gece yine birkaç 
						tane bira ile eve gelip “içince rahat uyuyorum 
						“düşüncesi ile tüm kutuları bitirdikten sonra yatağında 
						sızmış olabileceğini düşündürüyor. Her sabah uyanıp 
						yataktan kalkarken karşılaştığım birbirinin kopyası olan 
						manzaralardaki haliyle, gözleri yarı açık uyurken 
						yüzünde beliren o huzursuz,yorgun ifadenin onu çepeçevre 
						sardığını bilerek, bir önce ki akşam yapığımız uzun 
						sohbetin ardından beraberce tuvalete döktüğümüz şaraplar 
						gibi daha kaç tanesinde kendini aramaya devam edeceği 
						düşüyor aklıma... Yorumsuz kalmaya çalışan zihnime eşlik 
						etmek için öylece duran yüz kaslarımın gerginliğinde 
						kocaman bir boşluk düşlüyorum, 
						anlamsız,manasız,suretsiz,yargısız bir boşluk... 
						
						"Uyku 
						ölümün kardeşidir !"diyor ya Rasulallah... uyanışta 
						ba's’in kardeşi olsa gerek... 
						
						Her yeni 
						sabahta yeni bir ba's... 
						
						Neredeyse 
						bir haftadır okula gitmiyor olduğumu düşününce gözümün 
						önünde beliri veren analiz dersi   hocasının 
						silueti, o tuhaf tutumu ve konu anlatımındaki tüme varım 
						yaklaşımına bürünüverince matematikten büsbütün soğumaya 
						başladığımı anlatıyor bana ve ben matematikten soğumak 
						istemedikçe bu daha da içinden çıkılmaz bir hal 
						alıyor... .Neyse ki kimyagerler için fizik dersine giren 
						Suphi Bey'in "Kütle nedir?" sorusu imdadıma yetişiyor 
						.Derin bir ohh çekerek kendimi hala bu okula 
						bağlayabilecek nedenler bulabildiğime şükrediyorum.  
						 
						
						Kalkmalıyım 
						yataktan artık... Dün gece yağan yağmur hala devam 
						ediyordur sanırım. 
						
						Antalya'da 
						yağmur başladı mı bir sefer, günlerce aynı hızda sürer. 
						Bugün bisikletime atlayıp Düden Şelalesinin denize 
						döküldüğü yerdeki parka gideyim diye geçiriyorum 
						içimden, sonrasını orada düşünürüm.  
						
						 Hızlıca 
						kalkıveriyorum yataktan, Mehmet tam da tahmin etiğim 
						gibi gözleri yarı açık ve yüzünde hayat onu çok 
						yıpratıyormuş gibi bir ifade ile hala uyuyor. Banyoya 
						doğru yürüyüp yüzümü yıkamak için lavabonun önüne 
						geçtiğimde sakallı halime bi türlü alışamamama rağmen 
						neden sakallarımı kesmediğimi düşünürken aklıma Amak-ı 
						Hayal'deki aynalı baba geliyor birden... Aynalı babanın 
						elbisesindeki aynalarda yansıyan ayrı ayrı an’lar gibi 
						bir sürü ayna ve onlarda yansıyanları kolaylıkla 
						bulabileceğim bir yer düşlüyorum ikş elimi de 
						sakallarımın üzerinde tuhaf bir şaşkınlıkla gezdirirken 
						ve “İşte !”diyorum.  
						
						“ Düden'den 
						sonra hava kararırken eski otogarın arkasındaki 
						mezarlığa giderim ve bu gece orada ararım nasibimdeki 
						tefekkürü... ” 
						
						Yağmur 
						hafif çiseliyor . Emektar bisikletime atlamadan önce mp3 
						player'ımda bu aralar beni dinlerken çok keyiflendiren 
						ve aynı zamanda bol bol düşünmemi sağlayan "Requiem For 
						A Dream " filminin soundtrackini bulup repeat tusuna 
						basarak düşüyorum yollara...  
						
						Mozart'ın 
						Requiem'inin cover'ı olan bu soundtrack'i, Mozart'ın 
						Requiem’i ölümüne çok az bi süre kala "Ölümün tadını 
						dudaklarımda hissediyorum. " diyerek bestelediğini 
						düşünerek ve her bir notada bu tadı almaya çalışarak 
						dinlerken çeviriyorum pedalları... 
						
						Pedallar... 
						Varoluş gayeleri dönüp durmak kendi etraflarında... 
						Üzerlerine kuvvet uygulandığında... ancak ne gariptir ki 
						baskı ile oluşan bu dönüş ait oldukları vucudu 
						(bisikleti) bir noktadan diğerine taşıyan yegane itici 
						kuvvet bir yandan da... 
						
						Zaman zaman 
						kendi düşüncelerim etrafında dönüp duruyormusum gibi 
						düşünsemde sanırım her tefekkür beni bir noktadan 
						diğerine taşıyan bir kısayol aslında. 
						
						Evden Yat 
						Limanı'na bağlanan trafiğe kapalı yola vardım bile ... . 
						İnsanlar gündelik hayatlarını yaratmakla meşgul baktığım 
						her noktada tıpkı benim gibi, kendi telaşlarında ait 
						oldukları manayı evrene oluş olarak yansıtmanın peşinde  
						koşturup duruyorlar. Yokuş aşağı gittiğim için biraz 
						hızlanıyorum,hertaraf yaya dolu. ” Biraz yavaşlamalıyım 
						yoksa birilerine istemeden de çarpma ihtimalim oldukça 
						yüksek dememe kalmadan benim gibi bisikletli bir çocukla 
						çarpışıyoruz. Düşer gibi sendelese de toparlıyor kendini 
						hızla, bi elinde üzüm torbası, üzümlere bişey olmasın 
						diye olağanüstü bir gayret sergileyerek amacına 
						ulaşıyor...  
						
						"Abi naptın 
						!" diyor bir hışımla ...  
						
						"Yahu az 
						dikkat etsene,kaç kere zil çaldım ama kulaklarını 
						kapatmışsın duymuyosun ki !... " diyor koca bir adam 
						edasıyla.  
						
						Ben de 
						gülümseyerek, "Afedersin usta !" diyorum ...  
						
						 "Üzümlere 
						zeval gelmedi ya ?"  
						
						"... Zeval 
						de ne demek ?" dermiş gibi bakarken bana, "Usta" diye 
						seslenişimden değişik bir keyif aldığını fark 
						ediyorum ... Torbasını gösterip, ”Üzümler sağlam, artık 
						senin ellerin ve gözlerin olmak için pek de bi engelleri 
						kalmadı heralde !!” diyerek gülümsüyorum. Sonra göz 
						ucuyla bizim ustayı süzüp onda da bi sıkıntı olmadığını 
						görünce, sağ elimi kalbimin üzerine koyup boyun keserek 
						şaşkın bakışlarının durumu kendine tarif edecek 
						kelimeler bulamayışının sessizliğinde, gözlerini büyük 
						büyük bana bakarken, ”Selametle Usta !” diye bölüyorum 
						an içinde zihninin bürünüverdiği halleri ve yükleniyorum 
						pedallara... 
						
						Rüzgarı 
						hissedebilmek için ana caddeye çıkana kadar 
						sabretmeliyim. Vitesi yavaş yavaş büyüterek var gücümle 
						yükleniyorum pedallara ve işte ana caddedeyim artık ... 
						Rüzgar ve bedenimin aşkına şahit olmak,nede güzel 
						okşuyor rahmetiyle hakkın varığımı... BU histe kaybolana 
						kadar durmaksızın ceviriyorum pedalları... 
						
						Düden 
						şelalesinin denize döküldüğü bu alan ayrı bir mana 
						taşıyor benim için. Tonlarca su hızla düşüyor yüksekçe 
						bir yerden ve bu düşüşün sonunda az önce çay yada ırmak 
						yada dere  adı altında bir vucudun hali ile hallenmiş 
						olduğunu düşünürken  az sonra deniz isimli bir 
						başka vucuda, yapıya ba's oluyor... uyanıyor suyun 
						kendini arayan yüzü... . Su hala aynı su ama akış yerini 
						dinginliğe bırakıyor deniz adı ile anlatılır 
						olduğunda...  
   İbarahim a. s. 'ın yönelişi geliyor aklıma ve rasulallah'ın salata 
						yönelirken aynı cümlelerle fısıldadığı... 
						
						-İnniy 
						veccehtü vechiye lilleziy fetaresSemavati vel Arda 
						Haniyfen ve ma ene minel müşrikiyn 
						-“Muhakkak ki ben vechiymi (varlığımı), haniyf (Yani, 
						göklerde ya da yerde “tapınılacak bir tanrı olmadığı” 
						bilinci içinde!. Putları, tanrıları kabul edemeyecek bir 
						idrâka ermiş olarak! Tüm varlığı, tüm evreni, tüm 
						sistemi, tüm düzeni dilediği gibi ve hükmü her an 
						geçerli bir şekilde var eden sınırsız ilmi ve gücü idrâk 
						ettiğim için, ötede tapınılacak bir tanrı olmadığı 
						bilincinde olarak!. )olarak, Semavat ve Arz’ın Fatırına 
						tevcih ettim (teslim oldum)... Ve ben müşriklerden 
						değilim (varlık kalmadı bende)”. (En’am/79) 
						
						Salat'ta 
						bir uyanış aslında ... Uyanmanın esas olduğunu görenlere 
						uykunun ve uyuklamanın asla var olmadığını anlatan bir 
						uyanış... (Ayetel Kürsi : Allahu lâ ilâhe illâ hu, 
						elhayyul kayyum, lâ te’huzûhu sinetün velâ nevm, lehu mâ 
						fiys semâvâti ve mâ fiylard:ALLAH ki, Tanrı yoktur ancak 
						O vardır, diridir ve kendi kendine kâimdir; ne 
						uyuklaması ne de uyuması sözkonusudur; yerde ve göklerde 
						ne varsa O’nun içindir)... Hayat adı altında 
						söylenenlerin uyuttuğu ninnilerden uyanış... Kendi 
						hakikatine doğru uzanan bir uyanış...  
						Gözümün nuru salat. . üç ayrı boyutta seyrin anda 
						bulunuşu ile uyanışı açıyor salat bana düşünürken kendi 
						diliyle... Kıyam, ruku ve secde... 
						
						Kıyamda 
						olduğu gerçeğine uyananlar biliyorlarki bir mevcut var 
						ve bu mevcut her an yeni bir şende ... o her an yeni bir 
						şende olan mevcudun kendileri olduğunu görüyorlar... . 
						Tüm halleri ve algıları ile...  
						
						Rüku'ya 
						varanlar sabahları pencerelerinde kedileri olarak 
						dillenen mevcudun hakikatinin bir sürü farklı nitelik 
						olduğuna uyanıyorlar. . Sıfat adı ile işaret edilen bir 
						sürü özellik zaman adı altında farklı koşullarda çeşitli 
						suretlere bürünerek kendilerini ifade ediyorken, bu 
						ortaya çıkışı hep kendisi sanan kıyam hali ile 
						hallenen,kıyam esnasında kendisine açılan Muhammedi 
						hakikat ile kavrıyor ki kendi hakikati,kendim dediğinin 
						dahi müdahil olamadığı ve ancak onlar kadar bir 
						kendiliği olabilen  bir sıfatlar bütünü...  
						
						Rüku'ya 
						yönelenler, rükuya uyananlar görüyorlar ki esma'ül hüsna 
						kendi hakikatleri...  
						Bir bardak sıcak çay elimde bankın üzerine oturmuş hafif 
						çiseleyen yağmurda, gözlerimde bağııra çağıra 
						yükseklerden, deniz olma sevdası ile koşar adım kendini 
						boşluğa bırakan  bu su senfonisini izliyorum... 
						
						Secde, 
						kendi hakikatlerinin boyutsal derinliğinin esma-i ilahi 
						olduğunu kavrayanların o esmalar adı ile varoluşta 
						dillenenin zatına bırakmaları kendilerini... Zat'tan 
						gayrısını men eden Allah ismi nuru ile atıyorlar 
						kendilerini yeryüzünde bulundukları tepelerden aşağıya 
						Allahu Ekber nidalarıyla... Kıyamda kendini vücut olarak 
						bulanlar tıpkı Düden şelalesinde her an kendi 
						hakikatlerine koşan bu su tanecikleri gibi secdeye, 
						secdedeki zatın hiçliğine atıyorlar oluşlarını... ve bir 
						kelime var dillerinde bu düşüşte Subhan-ı Rabbiyel 
						A'la... (Esmâ'sıyla hakikatin olan Rabbinin âlâ oluşunu 
						derûnundan yaşa) ! AH 
						
						"Requiem 
						for a dream" hala çalıyor kulaklarımda... bıkamıyorum bi 
						türlü... Yağmur şiddetini arttırmaya başlayınca artık 
						kalkmam gerektiğini anlıyorum. Gidecek çok yol var ve 
						ben bu yolları bisikletimle aşmalıyım... Yağmur giderek 
						hızlanıyor... pedalları çevirdikçe yüzüme yüzüme çarpan 
						su zerreleri saçlarımı çoktan sırılsıklam etti bile... 
						Gülümsüyorum kocaman kocaman... Şimdiki istikametim 
						mezarlık... Babannem duysa çok kızar bana. Annemin, 
						hastalığı süresince üstüme o kadar titremesinden sonra 
						benim yağmurun altında böylesi çok kalışımdan  
						ıslanışımdan haberdar olsa süpürgeyle kovalar beni... 
						Güzel yüzünü beyaz saçlarını ve bana uzun uzun 
						bakışlarını hatırlıyorum...  
						
						Ve işte 
						mezarlık... Ağaçlardan başka koruyacak bişey yok 
						yağmurdan beni... Çok da önemli değil ki, ölümün tadını 
						notalarda bulamayan bir kaçığın toprakla bütünleşme 
						çabası olan bu haleti ruhiyede korunacak bişeyler 
						aramanın ne denli mantıksız olduğunu siz düşünün. Hava 
						kararıyor hızla, yağmur da arttırıyor hızını ve ben 
						mezarlık bekçilerinin görüpte rahatsız edemeyecekleri 
						bir noktada gözüme kestirdiğim iki kabrin arasındaki o 
						daracak boşluğa çamurun ortasına uzanıyorum... Adeta ne 
						kadar zaman sonra olacağını bilemediğim ama geleceğini 
						çok iyi bildiğim o sonsuz uzanışın bir provası gibi... 
						Ürperiyorum önce karanlıktan, dahası karanlığa 
						yüklediğim anlamdan... Karanlığın potansiyel olarak 
						örttüğü ancak kendisinde var olabilecek tüm 
						oluşlardan...  
						
						  
						
						Toprağın 
						üzerinden akan suların yavaş yavaş sweatshirtümü ele 
						geçirdiklerini hissediyorum artık. Korku hissime 
						yöneliyorum bilincimdeki ve beynimde korteks adı ile 
						işaret edilen yapının görevini büyük bir titizlikle 
						yaptığına tanık olmakta olduğumu söylüyorum kendime. 
						Korteksin kontrolündeki kolektif bilinçaltı öğelerimin 
						fısıldayışlarında karanlık yine suretsizlikten korkuya 
						bürünüyor, olan yalnızca bu.  
						
						
						Suretsizliğe odaklanmaya çalıştıkça içimdeki ürperti 
						kalp atışlarımı duyabileceğim kadar yakınlaşıyor 
						sanki... Suretsizliğe odaklanmak neden bu kadar da zor 
						ki... Düşünürken fark ediyorum ki odaklanmaya çalışan 
						yanımda oluşun özgürlüğüne bir müdahaleden ibaret 
						yalnızca. Meryem suresi düşüyor gönlüme bir an,Hz 
						Zekeriya’ya müjdelenen Hz. Yahya‘nın geleceğinin alameti 
						Zekeriya peygamberin üç günlük susma orucunun değil 
						miydi? 
						
						Kur’an Hz. 
						Yahya’yı Meryem suresinde söyle anlatmıyor muydu? 
						
						
						Meryem 10-) 
						(Zekeriyya) dedi ki: "Rabbim! Bana bir alâmet ver... 
						" Dedi ki: "Senin işaretin, sorunun olmadığı hâlde, 
						insanlarla üç gece süresince konuşmamandır. " 
						
						Meryem 12-)
						"Ey Yahya!. . Hakikat Bilgisine sımsıkı sarıl!" 
						(Yahya'ya) olayların oluş nedenlerini, sistemi OKUma 
						özelliğini verdiğimizde, daha çocuktu! 
						
						Meryem 13-)
						Ve ledünnümüzden bir ruhanî hayat ve bir sâfiye 
						(zekât) verdik... Korunma konusunda çok hassastı! 
						
						Meryem 14-)
						Ana-babasına iyi davranırdı, zorba ve âsi değildi.
						 
						
						Meryem 15-)
						Dünyaya geldiği, ölümü tattığı ve ölümsüz olarak 
						bâ's olduğunda, 
						Selâm 
						üzerindeydi.  
						
						
						Keza Hz 
						Meryem’e müjdelenen Hz. İsa da benzer şekilde susma 
						orucu adayarak Hz İsa’yı konuşturmamış mıydı? 
						
						
						Meryem 26-)
						"Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer beşerden 
						birini görürsen; 'Ben Rahman için bir oruç adadım; artık 
						bugün kimseyle konuşmayacağım' de!" 
						
						Meryem 29-)
						Meryem oruçlu olduğundan konuşmayıp, çocuğu işaret 
						etti (ona sorun gibisinden)... "Kundaktaki 
						bebekle ne konuşabiliriz ki!" dediler.  
						
						Meryem 30-) 
						(Bebek İsa) konuştu: "Kesinlikle Ben Allah kuluyum; 
						bana Bilgi (Kitap) verdi ve beni Nebi olarak 
						meydana getirdi. " 
						
						Meryem 31-)
						"Nerede olursam olayım beni bereketli kıldı... 
						Salâtı (sürekli Rabbime yönelik yaşamayı) ve 
						sâfiyeyi hükmetti, Hayy olduğum sürece!" 
						
						Mertyem 
						32-) "Anneme hayırlı kıldı; zorba mahrum 
						kılmadı!" 
						
						Meryem 33-)
						"Dünyaya geldiğimde, ölümü tattığımda ve ölümsüz 
						olarak bâ's olduğumda, Es Selâm üzerimdedir. " 
						
						
						
						Suretsizliği hakkını vererek susma halini yaşamak Hz 
						Yahya gibi Hz İsa gibi Selam üzerine olmayı açıyordu. Ve 
						susmak öylece mezara yatıp, bir köşeye çekilip 
						kımıldamamak değildi. . Azıcık açılmıştı sanki susmak 
						suretler âleminde kuşanabilmekti suretsizliği… 
						Baktığında suretten önce sirete yönelebilmekti(A. H)… 
						
						Sanal 
						mezarımı yalnız bırakmaya karar vererek yerden 
						kalktığımda sırtım sırılsıklam olmuş ve üstüm başım 
						çamura bulanmıştı ve son bir uyanışla anladım ki sanal 
						mezarlar yalnızca çamura buluyordu bedeni ama mağfiret 
						yalnızca, algıyı yaşarken o algının kaydında olmamaktan 
						geçiyordu. Beden Allah’ın hükmü üzere sonsuza dek 
						varlığını sürdürecekti… Susmanın, suretsizliğin hakkı bu 
						bedende verilecekti, bu bedende ama şuur boyutunda… Aynı 
						tek an’da… 
						
						Tir tir 
						titrerken bisikletimin selesine oturmaktan vazgeçiyorum 
						ve yol arkadaşım olan bedenimi oradan oraya taşıyan bu 
						demirden (kan’da da demir var ve o da bir taşıyıcıdır 
						!!!) yapının ellerinden tutup eve doğru yürürken bir 
						gülümseme yayılıyor dudaklarıma …  |