25
Temmuz 2008
Yalnızlık Tefekkürü!
Devrân odur kim devrini Devr-i felek bilmez ola,
İnsân odur kim sırrını ins-ü melek bilmez ola.
Merkep izinde su görüp deryâyı gördüm sanma sen,
Deryâ odur kim ka’rını aslâ semek bilmez ola.
Adem odur kim nârı ola hem mâ-i hem zem’ân ola,
Hayvandan ol adaldürür nân-ü nemek bilmez ola.
Kâmil odur kim aç susuz çok çok emek çekmiş ola,
Nâkıs olardır bunda kim nergiz emek bilmez ola.
Her bir Nebî, Her bir Velî zilletle erdi menzile,
Mısrî’ye söğsün şol ağız Allâh demek bilmez ola
Yalnızlık Allah’a
Mahsus...
Yalnız olmamak, yani kalabalık veya tasavvuftaki ifadesi
ile kesret bilmekle OLuyor. Bir
şeyi bildiginiz zaman o şey, olmuş OLuyor. Bilmediğiniz
zaman ise, OLmuyor. Mutlak anlamda değil elbet, sizin
için olmuyor. “Kap”, yani kapasite veya
tohum-toprak meselesi ve akılsızlara “sorumluluk”
olmaması, belki de, bununla ilgili...
İlk
bilen kim? “Allah”. Son bilen de O... Evveli HÛ, Ahiri
HÛ. Demek ki “kesret”, bilmek, yani “ilim
sıfatı” demek. Bilince, “bilen” yani Kendisi,
hem de “bilinen” olmuş oluyor. İlk bilen neyi
bildi? Kendini. Başkası yok! Hem de bildiğini bildi.
Bildiği için iki oldu. “Bilen” olunca,
Kendinden başkası olmadığı için, bilinen de “O”,
Kendisi oldu. “Bir”, kendi kendine iki
olmuş oluyor böylelikle, ki yine de BİR...
Yani
hem bir, hem de iki: “Vahdette kesret, kesrette
vahdet”. Bir varsa, iki de olmak zorunda bu durumda!
Çünkü Bir “biliyor.” Bilmesi ile de bilinen
ortaya çıkıyor. Bilinene “âlem” denmiş. Âlem
neymiş? “Bilinen”. Ya bilen?! “Âlem Adem’den, Adem
âlemden olmadadır” diyor Hz. Gaybi Baba... “Kime
söylüyorum?” der gibi, diyor Gaybî Baba... Çok
önemli bu mısra... Kütüphaneler dolusu kitaplara
değişmem, bu bir tek mısrayı...
Ve
bilenin bilmesinin sonu yoksa, bilinenin, yani âlemin de
sonu olamaz!
Kısacası, “bilmeklik” bilen ve bilinen’den müteşekkil
ise; iki “bilinen”dir, ki O da Kendisidir... Hem
Bir, hem iki... “Yar bana bir eğlence aman!” Karagöz ve
Hacivat... Gölge oyunu...
Dolayısıyla, vahdetten bakınca “O”, yalnız. Kesret ise
zaten “kalabalık” demek... “OL” demesiyle olan, hem de
olmayan, ama yine de OLan, kalabalık... “Olan”
O’nun sıfatları, ki sonu yok...O yüzden kesreti
inkâr Allah’ı inkâr gibidir. Âlemlerin aslının niye
ve nasıl “hayal” olduğunu ise çok iyi düşünmek ve
inceliği hissetmeye çalışmak gerekir, kanaatimce,
acizane...
Zuhûr-u kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,
Rumûz-u Künt-ü kenz’in mahzenîsin yâ Resûlallâh.
Beşer denen bu âlemde senin sûretle şahsındır,
Hakîkatta hüviyette değilsin yâ Resûlallâh.
Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa,
Dahî ilmin muhît oldu kamûsun yâ Resûlallâh.
Dehânın menba-i esrâr ilm-i men ledünnîdir,
Hakâyık ilminin sen mahremîsin yâ Resûlallâh.
Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir,
İçinde cümlenin ser-askerîsin yâ Resûlallâh.
Cihân bağında insân bir şecerdir gayriler yaprak,
Nebîler meyvedir, sen zübdesisin yâ Resûlallâh.
Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yoğ ederdi,
Vücûdu zahmının sen merhemîsin yâ Resûlallâh.
Hasılı, “iki” vardır ve Bir’in elindedir. Çünkü, Bir
sadece âlim değil, hem de irade sahibidir, yine
ezelî ve ebedî olarak. O nedenle “iki”, Bir’e tâbidir,
Bir ikiye tâbî değildir. Ve yine, bu durumda, her
mahlûku alnında çekip götüren “Bir”dir. Ve yine,
öyleyse, kızmamak, darılmamak, incinmemek, had
bilmektendir!
O’nun
Kendini bilmesine zamansal bir başlangıç olmadığından,
Kendini bilmesi ebedî ve ezelîdir. Bizi de “bildiği”
için ve unutması olmadığından biz de ezelî ve
ebedîyizdir. “Biz” dediğimiz O’nun gayrı mı ki?! Biz
kimiz? “Allah’tan geldik, Allah’a dönücüyüz”. Biliyorsak
Ademiz, bilmiyorsak “âlemiz”!!! “Ölen, hayvân imiş”.
Hayvân, bilmeyen imiş!
Her
şey sonsuzdan sonsuza yürüyor, vesselâm!
Nokta’nın
Sonsuzluğu!!!
Hû!
Hakk!
Hayy! |