Yeni bilgiler
insanları daima şaşırtmıştır. O yeni bilgi, uyandırdığı
hayret ve olağanüstülük duygusuyla bir süre oyalıyor
çoğumuzu. Akıl da sever zaten oyunları... Bu
oyun/oyalanma süreci o bilgiyi eser, hatta
eserin bir bölümü olarak görmemize engel olur. Adeta
“kerameti kendinden menkul” gibi algılanmasına sebep
olur o şeyin veya bilginin. Bir gizli perdelenmeye
sebep olur. Yenileniyorum diye perdelenir de insan,
ruhu duymaz!
Bilginin
hayırlısı odur ki kişi onunla Hakk’ı bilir.
Okumaktan mana
ne
Kişi Hakk’ı
bilmektir
Çün okudun
bilemedin
Ha bir kuru
emektir.
Yunus
Dünyanın döndüğü
bilgisi o devrin insanları için ne kadar şaşırtıcı, bir
o kadar saçma, korkunç, belki de günahtı. O tarihten bu
tarihe insanlar artık dünyanın dönüyor olduğu gerçeğini
“nefes alıyorum” gerçeği gibi doğal karşılamaya,
şaşırmamaya, günah saymamaya başladılar! Dünyadaki
Museviler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler,
Ateistler ve diğer inançlara sahip tüm Allah kulları
dünyanın döndüğünü sonunda bildiler. Ve yine aynen
Musevi, Müslüman, Budist vs olarak yaşayıp gittiler...
Yeni ve
şaşırtıcı bilgi, insana eser sahibini hatırlatıyor ve
eser sahibine götürüyorsa, ne âlâ!
Hikmeti
kendinden menkul imiş gibi insanı eser noktasında
kilitliyor, hayret esere yoğunlaşıyorsa, ne fayda! İnsan
dünyanın bütün bilgilerini bilse ama Hakk’ı bilmese o
bilgi onun ne işine yaramıştır? Sadece faydasız ilim
olmuştur. Kişi o bilgiyle o kadar perdelenmiş yani
cehalette kalmıştır ki bildiğinin faydasız olduğunu bile
bilememiştir.
“Dünya dönüyor”
demek, o fiili dünyaya isnat etmektir. Bu bilimdir.
Hakikat ilmi ise dönene değil, döndürene bakmayı
öğretir. Bu bakımdan halkla değil, Hakk’la ilgilidir.
Halktaki Hakk’la. Ehli hakikat, dünyanın döndüğünü
bilir; ama buna şaşırmaz! Döndürenin ilminde bir katre
bile değildir dönen. Zaten hepsi hepsi bir nokta
değil mi, bütün şu kâinat dediğimiz? Noktadan bir
nokta, mesela 400 küsur milyar yıldızlı
Samanyolu’nun nesi şaşırtıcı ki? Ey Âlemi Kübra!
Başparmağının tırnağıyla uğraşmayı bırak !...
“Bilmeklik”
Allah’ın ne güzel yaratmasıdır! Allah bilmekliği
dilemeseydi bilmekten bihaber olurduk! “Rabbinin
gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? İsteseydi onu
sabit kılardı....”
(25/45) Her “bilen” bilmeklik mazharıdır.
“Kûn” ile su, su
olmuştur; cin, cin olmuştur. Suyun moleküler yapısını
bilmekle insan “su” olmaz. Sadece suyun özelliklerini
bilmiş olur. Bunun gibi, eşyayı tanımakla insan kendini
tanımış olmaz. Kendini tanımanın yolu, yöntemi başkadır.
Kendini kendinle bilirsin, suyu su ile tanırsın.
Su olmayı ancak su bilir. Sen de ancak sen olmayı
bilebilirsin, “olmak” düzeyinde. Onun için ne ararsan
kendinde ara, kendini tanı demişler. Üstelik senin bir
farkın var: Sen âlemlerin toplamısın. Kendini bildin mi,
âlemleri de bilirsin! Onun için ne “ol”duğunu bilmekten
önemli bir şey yok şu dünyada!
Âlem âdem âdem âlem olmadadır haşr-ü-neşr
Haşr ile neşr olmadan bir dem cihan bulmaz rehâ
...
Buyurdu Hak Ta'âla külli şey'im ben hakîkatde
Ki her şey
halikının zâtını ilân eder bir bir
Gehi âdem olur
âlem gehi âlem olur âdem
Bu tertib üzre âlemde Hak hükmünü sürer bir bir
Ne âdemsiz olur
âlem ne âlemsiz olur âdem
Çıkar âlemden âdem âlem âdemden çıkar bir bir
Sıfât ü zâtına
masdar olupdur âlem ü âdem
Bu minval üzre âlem âdem olur devr eder bir bir
Bu bağın gülleri bülbülleridir evliyâ'ullâh
Gelip bu âlem-i mülke konar bir bir göçer bir bir
Koyup varlıkların bunlar geçip dünyâ vü ukbâdan
Bular mevt oldular ölüp yine dirildiler bir bir
Bu nazmın vasf edip âdem dediği bil ki Ahmed'dir
Anın ruhundan istimdâd ederler ruhlar bir bir
Cihânın müstakil kendi vücudiyle vücudu yok
Mümâsildir serabı su sanurlar teşneler bir bir
Düzülmüşdür surahi ney saf olmuş muntazır nağme
Nefes urdukça neyzen zâhir olur nağmeler bir bir
Nefes neyden göründü âşikâr etdi makamatın
Neva uşşak acem nevruz murabba' oldular bir bir
Hazret-i Gaybi Baba (K.S.)
Kendini bilmenin
temel metodu soyut bilgiye değil, fiile dayanır.
Zaten insan
da Hakk’ın bir fiilidir. Bir “ol” un karşılığıdır.
Allahu Teâlâ, Resulu (sav) ile insana kendini tanımanın
yöntemini bildirmiştir. Eşyayı tanımanın yöntemi
bilimsel de denilen metodla, akla ve ispata dayalı;
kendini tanımanın yöntemi ise dinde başlıca ibadet
denilen can’a dayalı metodladır. Az fizik bilenle
çok fizik bilen, 15. yy.’da yaşayanla 21. yy’da yaşayan,
uzaya gidenle gitmeyen arasında bir haksızlık yoktur.
Hepsi de canlıdır! Uygun metodla dileyen eşyayı,
dileyen kendini, dileyen hem eşyayı hem kendini tanır...
Velilerin
eğitimine baktığımız zaman da hep “fiiller” görürüz.
Ayinesi iştir kişinin misali lafla değil, fiil ile
terbiye ederler talebelerini. Mesela Aziz Mahmud
Hüdai’nin (k.s) sakalı ile helâ temizlemesi kendini
bilme yolunda fiilin ne kadar elzem olduğunu, arif
olmanın asla bir köşede bilgi biriktirmek olmadığını, bu
dünyanın da ne yaman bir “er meydanı” olduğunu göstermez
mi? Bu arada insan elbetteki o fiilleri tefekkür eder.
Eder amma tefekkür icraat üzerindendir. Yoksa bir köşede
oturup teorik fizik ile Ay’da koloni kurmanın
hesaplarını yaparak sanıyorum ki hiç kimse nefsinin
kibir ve kıskançlık duygularından arınanmamıştır bugüne
değin. Hatta bildiği bilgi ile iyice “bilgiç” olup, daha
da kurumlanıp, kibir ve enaniyetine hizmet ededurmuştur
da, ruhu duymamıştır! Bu huyları atmadan, nefsin
emrinden çıkmadan kendimizi tanıyamayız. Yıldızlar
hakkında ne kadar çok bilgimiz olursa olsun. İsterse
kahin olalım....
“Bilmekliği
bilmek” bilmenin zirvesi midir? Harfin kırıldığı yer
midir? Suyu mesela “su” olup da bilmek midir?
***
Bizler Hz.
İbrahim veya Hz Musa kıssalarını, Semud ve Ad
kavimlerinin başına gelenleri bir kitabede okumadık.
Allah Resulu’nden (sav) öğrendik. Bir kitabeden okuyup
öğrenseydik, o bilgi “bilim” olurdu. Bilginin kaynağı
insan olunca, edinilen bilgi “bilim” olmuyor. Çünkü
bildiren, insan. Taşta yazmıyor! İnsana inanmak taşa
inanmaktan zordur ve iman gerektirir! Taşta yazan zahiri
bilgi bilim, insanın batınından sadır olan bilgi ise
ilim, hakikat ilmidir.
İblis “Adem”’i
göremedi. Sadece toprağı görüyordu... Ama marifet
toprağı değil Adem’i görmek! Adem’i gören Batın’ı gördü.
Yani Halkta Hakk’ı gördü. Zahir Batın cem idi. Cem
etmeyen, örttü...
Böylece bir kez
daha açık oluyor ki Zahir ile Batın, eş anlamlı
kelimeler/manalar değildir. Duyan ve gören olmak aynı
varlığın özellikleri olmak bakımından TEK ve TEK’e ait
olsa da, duymaktan “görmek” diye bahsedemeyiz. Çünkü
duymak duymaktır, görmek de görmektir. Ama duyan da
gören de tek bir yapıdır. Vücudum bir bütün diye ayağıma
baş diyemem. Bunun gibi zahir zahirdir, batın da
batındır. Zahir Zahirle, batın Batınla bilinir
“Sınırlı müşahedede, müşahede edilecek mahalde
verilecek isim, "halk" ismi olur!... Sınırsız müşahede
söz konusu ise, bu defa müşahede edilene verilecek isim
"Hak" olur. Zâhir gözüyle, "Hak"kı görmek muhaldir!
Çünkü zâhir gözü, mutlak olarak sınırlı görür! Zâhir
gözü mutlak olarak sınırlı gördüğü için, zâhir gözüyle
gördüğüne "Hak" diyemezsin, "halk" demek
mecburiyetindesin!... Çünkü, sınırlı olarak müşahede
ettiğin her şey terkiptir ve "halk" ismine bağlanır!...
Allah'ı, ancak bâtın gözü ile müşahede edebilirsin.”
Ahmed Hulusi / İnsan ve Sırları
Vücûdun bâtını vahdet olupdur zâhiri kesret
Vasıl vahdet fasıl kesret olupdur ey püser bir bir
Vücûdun zâhiri
vü bâtını cem'idürür âdem
Bu cem'iyyet butûnundan zuhûrunu sürer bir bir
İki kaşın kemânı
kab-e kavseynin nişânıdır
Ene'l- Hakdır gözün merdümleri kiprik kapar bir bir
Hazret-i Gaybi Baba (K.S.)
Şeyh Şazeli
şöyle buyuruyor:
“Bizim yolumuz
Ruhbanlık yolu değildir. Ve hattâ ne arpa ekmeği yiyerek
geçinmek ve ne de hurma ile doymak... Tuttuğumuz yol:
Aradığımızı bulabilmek için Cenâb-ı Hakk’ın emir ve
yasaklarına sabırla devam etmekdir.”
Emir ve yasaklar
hep birer fiildir... Kendini bilmek soyut bilgi ile
değil, fiilledir. Neticede bizden çıkan her fiil bir
isme/sıfata dayanır. Boş boş oturmakla, dedikodu
yapmakla, hayır işleyerek, yani her yaptığıyla, bir
sıfat sergiler fail. Ya da bir sıfatın fiil hali olur,
diyelim. Terbiye tabandan yani fiilden başlar. Böylece
her fiil ile aslında kendimizi sıfat düzeyinde inşa
etmiş oluruz. Fiillerimiz değişmeden sıfatlarımız
değişmez ve “Allah ahlakıyla” ahlaklanamayız. Cimrilik
ederek cömert sıfatı kazanılmaz. Her durumda bir şey
yaparız ve bizden çıkan o fiille sıfatlanırız. Bitkisel
hayatta bile olsak nefes alıyor olmamız hasebiyle
“canlı” sıfatına mazhar oluruz. Bir şey yapmamamıza
imkan yok! “O her an yeni bir şandadır!”
Kendini bilmenin
temel metodu soyut bilgiye değil, fiile dayanır.
İnsan pi sayısını bilmekle nefsinin cimriliğinden
kurtulmaz. Yaşam amelidir. “Olmak”tır. Bilmenin en üstü:
Olmak... Bilmek, soyut bilgiyi bilmek değil, bizatihi
“olmak”. Öyleyse “yaşam” hakkel yakindir. Allah bizi
“olmak”la yaratmış. En üst bilgi düzeyi ile. Olmaktan
üstü, ilerisi yok! “Ne kadar da az şükrediyorsunuz”,
diyor ya ayet... Ne kadar da az şükrediyoruz! Neyi
arıyoruz? Hay, aldığımız her nefestir ve her nefes
Hay’dır. Bizler ölü idik: Hak bizi ilmel yakin
bilmekte idi. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
“Bela!.” Sonra “aynel” olduk ve aynen geldik dünyaya...
Olmakla olduk... Hakkel yakin olduk... Hak ile... Onun
için bu dünya hayatı nasıl da kıymetli! Ne kadar esfelse
dünya, o kadar da ulvi!
Âlem-i ulvî denen hep âlem-i süflidedir
Âlem-i süflî hakikat âlem-i a'le-l-ulâ
İster isen âleme bak kudretini gör anın
İster isen âdeme bak zâtına kıl iktidâ
Sanma anı kim tecellisinde tekrâr eyliye
Nevbenev her neş'eden eyler tecelli dâimâ
Mâhasal bu neş'enin kadrin bil ey kadrin senin
Bir dahi bu sûret üzre sana yokdur kahkara
Dahi mülk-ü saltanatdır serbeser âlem sana
Başına urmuş hilâfet tâcını ol pâdişâ
Ma'rifetden hisse alıp kendini bildin ise
Ehl-i cennetsin senindir cümle-i zevk-u-safa
Cehl ile kalıp özünden olmadınsa ger habîr
Duzahîsin çek azâb-ı cehl ile kahr-u-eza
Hizmet eyle cân-u-dilden ma'rifet erbâbına
Kim şefâat mazharıdır evliya vü enbiyâ
Hazret-i Gaybi Baba (K.S.)
Şu da muhakkak
ki sıfatımız neyse fiilimiz o oluyor!
Ayan-ı sabite. Özümüzde ne varsa onu saçıyoruz fiiliyat
aleminde. Olarak... “Ol”, “Ol”, “Ol” saçıyoruz.
Böylece her an yeni bir şan vuku buluyor.
Ne güzel şey
yaşamak, yani “ol”mak, değil mi?
Yâ Hay!
***
Yeni bilgi
demişken son DNA çalışmalarıyla ilgili okuduğum bir
ropörtajda (http://www.rense.com/general53/dna.htm)
aklıma Cüneydi Bağdadi’nin asırlar öncesinden şu uyarısı
geldi: “Bir adamın havada
bağdaş kurup oturduğunu görseniz bile, Allah'ın emir ve
yasakları karşısında nasıl davrandığını tespit etmedikçe
onun peşinden gitmeyiniz”.
Röportajı okuduktan sonra
böyle şeyler görmenin şu an yaşayanlar için büyük
ihtimalle çok uzak olmadığına kanaat getirdim! Sözkonusu
ropörtajda tıpkı iklimler gibi DNA’mızın da değişmekte
olduğu, müthiş bir değişim sürecinden geçmekte
olduğumuz, yeni bir jenerasyona ramak kaldığı,
beynimizle eşyaları hareket ettireceğimiz günlere doğru
gittiğimiz, hatta şu anda ellerinde sadece “bakarak”
sürahiye su dolduran üç adet çocuk mevcut olduğu
anlatılıyordu. Bu yeni bilgiler ilk etapta kulağa
hoş veya ürkütücü gelebilir. Tıpkı dünyanın döndüğünü
ilk defa duyan bir insan gibi de tepki verebiliriz.
Birileri bilim adına sevinebilir de. Ama ben yine
diyorum ki: Hakk’ı bilmedikten sonra beyniyle bardağa su
doldurmak marifet değildir. Olsa olsa nefse zulümdür.
Yeni bilgi ve beceriler bizi Rahman olan Allah’a
yönelttiği ölçüde faydalıdır. Bunun aksi faydasız da
değil, bilakis zararlıdır, zulmettir.
Sanıyorum eşyaları düşünerek beyniyle hareket ettirmek
çok eğlencelidir. Lakin bu dünya hayatı oyun ve eğlence
değildir. Beyniyle su dolduranların “Enel Hak” demesi de
muhtemelen bir hayli güç olacaktır zannına kapılsam da
ilkin, değişen fazlaca bir şey olmayacağını düşündüm
sonradan. Çünkü insan ülfet sebebiyle her şeyi normal
karşılıyor bir zaman sonra. Bizim için elimizle su
doldurmak ne kadar normalse, onlar için de
beyinleriyle su doldurmak o kadar normal olacaktır. Ve
bizim için elimizle su doldururken Enel Hak demek ne
kadar zorsa, onlar için de beyinleriyle su doldururken
Enel Hak demek o denli zor olacaktır! Görüldüğü gibi
özde değişen bir şey yok! Esere değil müyessere
şaşırmalı!
Ropörtajda dikkatimi çeken hususlardan biri de bu
değişimin neticesinde ortaya çıkacak olan yeni
jenerasyonun sahip olacağı nimetlerden birisinin de bir
çeşit “ölümsüzlük” olması idi. Hastalık olmayacağı için
ölmeye de gerek kalmayacakmış. İnsanoğlunun “sudan
çıktığı günden beri” ölümsüzlük gibi bir hayali olsa da
böyle bir şeye inanmak en azından ahireti inkardır:
“Bugün mülk kiminmiş? ‘Lillahil vahidül Kahhar’”.
2012 yılına kadar sözkonusu değişim prosesi
tamamlanacakmış. Okuduklarım aklıma nedense deccali
getirdi! Deccaliyet başlasın veya başlamasın; bizim asla
unutmamamız gereken husus şudur: Allah her şeye
kadirdir. Kudreti beyinden bilmek, bazı yeni
bilgileri ve oluşları kendinden menkul sanmak
insanı helaka sürükler. La havle vela kuvvete illa
billah. Deccalin birçok olağanüstülük sergileyeceği,
hatta Hz. Hızır’ı öldürüp dirilteceği söylenir. Bunlar
olur veya olmaz. Böyle birşeyi, ölüp dirilmeyi gözümüzle
görsek bile söylememiz gereken şudur: “La ilahe illallah
Muhammeden Resulullah”.
Biri sizi öldürüp diriltse bile “Allah” diyebilir
misiniz? Cevabınız evetse, mesele yok! Deccal sizden
korksun!
Cenab-ı Hakk ümmeti Muhammed’i tüm ahir zaman
fitnelerinden korusun, Resul’un (sav) sancağı dibinde
haşretsin. Amin. |