Mevlana’ nın güzel bir
sözü vardır. Şöyle der;
“ Ey Sevgili! Bana
diyorsun ki, Neden etrafımda dönüp/dolaşıp duruyorsun?
Senin tozun değil miyim, kendi etrafımda dolanıyorum”
Varlığın Tek oluşu bir şekilde anlaşıldıktan sonra, her
şey artık değişir ve bunun geri dönüşü de yok. Tüm
hayatımız, renkler, kokular, zevkler, eski kimliklerini
yitirirer, bir anlamda dönüşürler. Belki de gerçek
anlamlarına doğru kaymaya başlamışlardır, kim bilir.
Hâcegân silsilesi diye bilinen ve günümüzde
"Nakşibendîlik olarak tanınan tarikatın önde gelen
isimlerinden Hâce Ubeydullah Ahrar, Reşâhat isimli
eserin sahibi Sâfi Hüseyin'e şöyle der:
"Günümüzün geçerli din ilimlerinin özü tefsir, hadîs ve
fıkıhtır. Bunların da, özü tasavvuf ilmidir. Tasavvuf
ilminin de hülâsası ve MEVZU, VÜCUD bahsidir.
Derler ki, bütün mertebelerde bir TEK VÜCÛD vardır; ki o
vücûd, kendi ilmî sûretleriyle görünmüştür..."
Yine Rasulullah’ ın şu
işareti kulaklara küpedir;
“İnsan için iki ilim
vardır, biri din ilmi, diğeri tıp ilmi”
Biz bugün artık biliyoruz ki bu alem, haftanın günleri
cinsinden bildiğimiz altı günde falan meydana
gelmemiştir. Bizimkisi gibi sonsuz galaksileri içinde
barındıran evreni bırakın, şu Samanyolu Galaksisi’ nde
bile oluşumlardan veya bir yerden bir yere gitmekten söz
açılınca hemen olaya adapte oluyoruz ve diyoruz ki;
burada günler, aylar, yıllar değil, ışık yılları
geçerlidir.
Toprağı çamur haline getirip, şekillendirip, bu çamurdan
bir adam-pardon Adem- meydana getiren bir tanrının
varlığının mümkün olmadığını da anladık artık zor olsa
da.
Beş duyumuz ile, somut bir yapı olarak algıladığımız bu
Evrende kendini bulan insan, bu varlığa ve de kendisine
bakıyor, böylelikle sorguluyor. Bu varlık nedir, ben
neyim, nasıl meydana geldim, bu varlık nasıl meydana
geldi? Peki ben neyim, bu somut elle tutulur, gözle
görülür varlık gerçekte nedir ve nasıl meydana
gelmiştir, soruları eşliğinde bir arayışta buluyor
kendini.
İnsanın, en azından biyolojik yapısı itibariyle
serüveni, ana rahminde başlıyor ve burada biz bir,
“tek hücre” olarak varız. Atom altı boyut, atomlar
ve bu atomların meydana getirdiği moleküler
yapılanmalar, DNA ve RNA adı altında insan dediğimiz bu
organizmayı nasıl ve ne şekilde meydana getiriyor? Bu
zerreler, atomlar, moleküller nasıl ve ne şekilde bir
bilinçle yapılanarak bizi meydana getiriyorlar.
Tek hücreden, bebeklik ve oradan ilk çocukluk dönemi ile
birlikte insan adlı organizmanın beyninde “kişilik
bilinci” meydana geliyor.
Tüm varlığın hammaddesi olan, atomaltı boyutun ve
atomların ve de moleküllerin, aynı şekilde bizim
kendimiz olarak kabul ettiğiz yapımızı da bina etmiş
olduğunu artık anlamış olmakla beraber, bu yapılanmanın
nasıl olduğunu çözümlemiş değiliz.
“Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm”
sözünü duymuşuz, yunus diye görünmüş ama yine de bu sözü
söyleyen Yunus Emre olarak algıladığımız yapıdır
diyoruz.
Aynı hammaddeden/hamurdan, bir tarafta taş, toprak
oluşurken, öte yanda aynı hamurdan insan nasıl oluşuyor
bunu anlamaya gayret etmiyoruz.
Mikrokozmos denilen insan/beyin, makrokozmos olarak
algıladığımız Evren, yani ensüf/içsellik ve
afak/dışsallık, bir ve Tek yapıdır diye kabulleniyoruz.
Ama bu enfüs penceresinden, dışımıza afakımıza bakıyor,
yöneliyor, pek de gayretli çalışmalara soyunuyoruz.
İnsanın amelleri niyetine göre
geçerlilik kazanmaz mı? Teklik, Ahadiyyet kapsamında,
ayrı bir varlık olarak insan mı var ki onun fiilleri ve
de gayreti söz konusu olsun. Bir hücrenin organellerini,
elemanlarını bir araya getirip, haydi bakalım hücreyi
meydana getirin denilebilir mi? Tüm bu moleküler ve de
atomik yapılanmanın, özünden, orijininden, mutlaka bir
bilincin eseri olarak ve bu bilinç eşliğindeki yapılanma
ile bir hücre, bir organizma oluşur. Gerçek olan,
bilinçten yapıya/bedene doğru bir çıkış ve işleyişin
varlığıdır.
Bunu bilmek, idrak etmek, yapıdaki işleyişi değiştirmez.
Ama, bu oluşumda, körlerin filin organlarını tutması
gibi, bütünden bağımsız bir fiiller/ameller boyutunu var
kabul ile, lokalize anlayışlarla, cüzi iradeyi ispat ve
itiraf eden gayretlerle de bir yere ulaşılamaz. Tabii
ki, kimse ameliyle bir yerlere varamaz. İşleyiş, içten
dışadır. Dıştan, içe doğru bir etki meydana getirilemez.
Bu affedilmez gayretin tarifi şirk şeklinde yapılmıştır.
Fiil boyutumuz, tüm yaşamımız zaten Hakk’ ın efalinde
yok olmuş durumdadır, yani onun tasarrufu altındadır.
Bilinç boyutumuzda meydana gelebilecek idraklar ile de,
VAHDET kapıları ardına kadar açıktır.
Tasavvuf öğretisinde yer alan Hakikat bahsinde,
Ehlinin şu uyarısını anlamaya çalışmaktan başka yol yok
gibi görünüyor;
"Namaz ve oruç ve riyâzât ve mücahede Hazreti Ahadiyyet
Tekaddes ve Teâlâ hazretlerine erişme yoludur; ammâ
benim indimde nefyi vücûd (benliğin varolmadığını idrâk)
yolların en kısasıdır!.."
Sevgi ve saygılarımla. |