23
Haziran 2009
Evliyaya
eğri bakma, kevnü mekân elindedir
Mülke
hüküm süren odur, iki cihan elindedir
Bugüne
kadar hep hakiki mürşidleri anlatmaya çalıştık,
bilebildiğimiz kadarıyla. Bugün de, bu son yazı
ile sahte mürşidlerden söz edelim; haksızlık olmasın!
Ezber
bozmak kolay değil, çetin işlerdendir. Bir ezberi
bozarken başka bir ezbere tutulmak tehlikesi vardır. O
nedenle gerçekten ezber bozmak, bütün zincirleri kırmak
isteyen kimsenin çok iyi düşünmesi, perdeyi yırtıp atmak
için var gücüyle işe asılması gerekmektedir.
“Bir
önyargıyı yıkmak atomu parçalamaktan zordur”
Albert Einstein
Tasavvufta
bir hikâye varmış. Taklitçi insanların durumunu
anlatıyormuş. İlk okuduğumda hiçbir şey anlamamıştım.
Hikâye şöyle:
Bir oduncu
bir sokaktan geçerken, bir evden kendisine seslenirler:
-
Oduncu, odun kaç para?
Oduncu daha
kaç para olduğunu söylemeyi bitirmeden, içerden bir ses
daha gelir:
-
YIK!
Adamcağız,
evin hanımı sesleniyor zannederek, başlar odunları
yığmaya... Derken içerden aynı sesi yine duyar:
-
Oduncu, odun kaç para?
-
YIK!
Bu böyle
bir kaç kez tekrarlanır. Adam giderayak sinirlenmeye
başlar ama bir yandan da odunları yığar. Nihayet işi
biter, başlar parasını beklemeye. Fakat o da ne? Yine
içerden aynı ses:
-
Oduncu, odun kaç para?
-
YIK!
Etraftan
durumu görenler, adamın omuzuna vurarak derler ki:
-
O
saksağan!
Oduncu
odunlarını toplar, gider...
İlk
okuduğumda, “taklitçi insanların durumunu anlatan
hikâye” diye takdim edildiği için hiçbir şey
anlamamıştım. Çünkü “taklitçi” denince ben o taklitçiyi
sıradan insan veya mürid sanmıştım. Oysaki, burada
bahsedilen taklitçi kişi “şeyh”. Taklitçi şeyh.
İsmiyle değil, fiilleriyle mürşidleri taklit
eden, şeyh postuna oturan, nam-ı diğer sahte şeyh.
Bütün taklitler fiille değil midir?! Öyleyse,
isme değil, eyleme dikkât!
Şimdi
gelelim hikâyenin rumuzlarına.. Malûm, tasavvuf sırf
rumuz, mecaz ve semboldür. Ancak bunları çözerseniz,
fehmedersiniz. Yoksa, lafta kalır. “Oduncu, odun kaç
para. YIK!”dan öteye gitmez.
Oduncuya
seslenen: Esas taklitçi. “Mürşid taklitçisi”.
Sahte şeyh veya hangi ünvan altında olursa olsun kendini
BİLEN zannederek insanlara çağrıda bulunan. “Gel” diyen.
(Esasen
şeriatın avama, tarikatın havasa ait olduğunu ve
tarikatta davetin, “gel” demenin haram olduğunu bu
vesile ile bir kez daha belirtelim. KENDİne açıldığını
iddia ettiği İLME veya mensubu olduğu tarikata
başkalarını davet edenler çok açık olarak benlik
sahibidirler ve bunların gerçek tasavvufla ilgisi
yoktur.)
Oduncu:
Sırtında yükü ile kim olabilir? Benlik sahibi bilmeyen,
davete icabet eden kör kişi.
Ev:
Beden evimiz.
Saksağan: O beden evinde konuşan. Kâmil zannedilen.
Sözde “Hz. İnsan”.
Para:
Feyiz.
Sanıyorum
rumuzlar çözülünce hikâye anlaşıldı bile! Kişi (oduncu),
davet edeni (saksağan) “insan” sanıp gidiyor. Söyleneni
yapıyor. Sonra doğal olarak parasını bekliyor; yani
ilham, idrak, feyiz, açılım vs... Ne umuyorsa... Ama
bir şey gelmiyor! Odun indirip kaldırmaktan, yorulmaktan
başka, yani vesvese ya da vehimden başka
bir şey kazanmıyor..
Saksağan
ise susmayıp, çağrısını yineleyip duruyor, insan
edasıyla...
Oduncu
kıyamete kadar da beklese birşey elde edemeyeceğini bir
türlü anlamıyor...
Ta ki
durumu “gören” biri, “evin içindekini” tanıyan
biri onu uyarıp da konuşanın saksağan olduğunu
söyleyinceye kadar. Oduncu ancak o zaman aklını
kullanıp, yoluna gidiyor..
Ama bir de
oduncu, evdekini görmediği, sadece işittiği
halde “Hayır efendim, o saksağan değil. Evin
hanımı” diye tutturursa, yapacak hiçbir şey yok!
Bildiğiniz gibi işitmek, ilmel yakîndir!
Kararmış
kalbin ey gafil nasihat n’eylesin sana
Hacerden
katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insan
Bu derdin
çaresin bul var elinde var iken fırsat
Ne ıssı
sonra ah u zâr edip hayfâ diyen insan
Niyazî-i
Mısrî
(Issı:
Fayda Hayfâ: Yazık, eyvah!)
Demek ki
Allah’ın velileri gibi saksağanları da örtülüdür.
Saksağanları da tanımak zor iştir. Bir gören, bilen
tanıtmazsa, yandı gülüm keten helva...
****
Daima
“ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz”... İşe bakılır.
İnsanların isimleri, unvanları değil, ne yaptıkları
ve ne yaptırdıkları önemlidir. Kendilerine “guru”,
“yaşam koçu”, “rehber” vs. isim vermeleri veya “isimden
münezzehim” tavırları önemli değildir. Önce şeyhliği bir
tanıyalım ve tanımlayalım ki sonra sahtesini ayırt
edelim. Sahte şeyhleri tanırken onların isimlerine,
unvanlarına ya da sakallarına değil, neyle meşgul
olduklarına bakalım. Bilelim ki ehli tasavvuf iddia
sahibi olmaz. Dava sahibi insan baş olma sevdasından
(nefs-i emmare özelliği) kurtulamamıştır ki bu, bir
benlik göstergesi olarak sahte şeyhleri kolayca
tanımamızı sağlar.
Bir
hazinedir tasavvuf mâlik olmaz her hasis
Bulmağa anı
nehr içinde bahr-i bîpâyân gerek
Mârifet
dâvasın eden müddei bilmez mi kim
Dildeki
dâvaya elde hüccet ü bürhan gerek
Ârif oldur halkı başına üşürmek
istemez
Gönlü
cümle halk içinde hâk ile yeksân gerek
Kibr u
ucbun illetinden kurtulup sağ olmağa
Bil tabîbin
mânide şeyhin senin Lokman gerek
Niyazî-i
Mısrî
(Bîpâyân:
Sonsuz, sınırsız; Müddei: Davacı, iddia sahibi;
Bürhan: Senet, ispat)
İnsanlara
zikir yaptırmak, ders vermek vs. bir şeyh pratiğidir.
“Şeyh” zikir verir; imam, hoca, vaiz vs.zikir vermez.
Şimdi, desem ki “ben aşçı değilim, aşçılığa da karşıyım,
zaten bu devirde iyi aşçı da yok”; ama ardından önünüze
yemek yapıp getirsem, “aşçı değilim” dememin ne anlamı
kalır? “Aşçı değilim” diyen doğru söylemektedir; aşçı
değildir ve maalesef ki yaptığı “iş”, aşçı
olmadığı halde “aşçılık”tır.
İmamın işi
insanlara namaz kıldırmaktır. Müezzin de ezan okur.
Birisi, müezzin olmadığı halde ezan okusa, yaptığı
“iş” yine müezzinlik olur. İşin ehli olmadığı için
en fazla ezanı kötü okur. Bundan dolayı da kimse ölmez!
Zikir vermek ise mürşidin işidir. Doktor, imam,
aşçı veya müezzinin değil! Ve şeyh olmayanın verdiği
zikir insanı öldürebilir. Herkes az çok, iyi kötü yemek
yapmayı, ezan okumayı becerebilir. Ama kimse kimseyi az
çok, iyi kötü irşad edemez! Bunun şakası yoktur!
İrşad, kafadaki bilgiyle değil, kalpteki nurla yapılır.
OLmakladır. Bilmekle değil. Aradaki fark, güneş ile
güneşin fotoğrafı gibidir. Mağarada güneşin fotoğrafını
gören kişi de güneşi tanır, bilir; ama bir ışık almaz.
Işık almak için fotoğrafı bırakıp güneşe çıkmak, yüzünü
güneşe, “asla”, müsemmaya dönmek lazımdır. “Sofiya
esma’da kalma gel,
müsemma dersin al
/ Bil müsemmadır heman talim-i esma’dan
garaz” (Abdül Ahadin Nuri Hz.)
Güneşin fotoğrafıyla insan
bronzlaşmaz veya ona D vitamini gelmez. Her vesile ile
bendenizin “OLmak” veya “OLmakla” dediği, işte, böyle,
vitamin almak ya da bronzlaşmak gibi birşeydir. “Allah
boyasıyla boyanmak” OLmaktır. Bilgiyle irşad ancak
güneşin resminin irşadıdır. Resim ise hiçbir şey
yetiştiremez. İllâ ışık, illâ nur lazımdır ki, o nur,
kâmilin kalbindedir. O nur kâmilin kendisidir. Müsemma
kâmil insandır. Bu yüzden canlı kitaba gidilir;
kütüphaneye değil!
Kuru dâva
mı sandın sen bu ilmi
Bu yola
böyle mi gittiler eşrâf
Dahi
kâmilliğin bu mu nişanı
Sana
derviş ola bu etraf u eknâf
Değil
vallahi mürşidlik bu resme
Kemâl
ehline yakışmaz bu evsâf
---
Hurufa
bakma andan içeru bak
Nefestir cân, değildir nun ile
kâf
Nefes
bahrinde lâl olmuş Nîyazî
Sadâ vü
harf içinde ola kuru lâf
(Eşraf:
İleri gelen, en şerefli kişiler; Etraf u eknâf:
Herkes; Huruf: Harfler; Lâl: Dilsiz)
“Ey
gonca açıl, mevsim geçiyor!”
Gerçek
mürşid, sadece maneviyat bilgisine değil, bir
manevî ilhama sahip, batın ehli kişi olduğundan,
verdiği zikirleri yine manevi yolla, batınen kontrol
eder. “Diliyle eylemez dâva-yı merdî /
Gönülde himmetidir nun ile kaf” Çünkü O’nun işi
budur. “Güneşin işi ışık saçmaktır.” İnsanlara
zikir verip, sonra da onları kendi kaderlerine terk
etmez! O zaman şeyhliği nerde kalır? İnsanlara zikir
veren onları gemisine alan kaptandır. “Her veliyi Nuh
ve kaptan bil. Bu halkın sohbetini de tufan say!”
(Hz. Mevlâna) Gemiye binenlerden kaptan mesuldür. Asil
kaptan, gemi batsa bile, onu en son terk edecek bir
aşık-ı sâdıktır.
Bulan
cemiyet-i Kübrâ olur sâf
Vücudu olur
anın ha ile kaf
Diliyle
eylemez dâva-yı merdî
Gönülde
himmetidir nun ile kaf
Fenâ
meydanının merdi olan er
Niyazî
gibi etmez ol kuru lâf..
Kim ki
insanlara zikir veriyor, unvanı ne olursa olsun veya
unvansız olsun, yaptığı “iş” şeyhliktir. Bunun
lamı cimi yoktur! Verene de mesuliyeti vardır!
Kaptanlığa heveslenirken vebalini de iyi düşünmek
lazımdır.
İki kişi
bir araya gelip namaz kıldığında, biri diğerine imamlık
etse, o kişinin mesleği bakkallık da olsa, o eylemdeki
adı ‘imam’dır. “Ben imam değilim” dese kaç yazar?
Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz! İsme, cisme,
ünvana da bakılmaz!
“Zikir
veririm ama himmet etmem!”
Asıl şeyhi
şeytan olan, şeyhi olmayan şeyhtir! “Şeyhe ne lüzum var,
BENim dediklerim doğrudur, BEN hepsini denedim,
uyguladım; BENim dediğimi yapın” deyip dava güden,
onların dediklerine karşı çıkanları ahmaklıkla suçlayan
kimseler, bilseler de bilmeseler de bu davranışlarıyla
başkalarına şeyhlik etmektedirler. Ne var ki onların bu
şeyhliği sahtedir. Böyle davranmalarının sebebi
insanlara öncülük etmek istemeleri, diğer bir deyişle
baş olma sevdalarıdır. Emmarenin başını ezmek hiç de
kolay değildir. Bilgili olmaları onları ne “mülhime”
yapar, ne de mürşidi kâmil.
Mürid-i
nefs olmaktan Allah’a sığınırız!
En büyük
sahte şeyh, insana “kendi kendine erebilirsin” diye
fısıldayan, şeriatta şeytan denen nefsi emmaredir.
Demekki sahte şeyhliğin de enfüsü ve afakı var! Afakta
“sahte şeyh” denen enfüsün emmare nefsinden başkası
değildir. “Dış” ismini daima “iç”ten alır. Yani, sahte
şeyh dediğimiz bize afakta gösterilen kendi emmare
nefsimizdir. Karşımızda görüp de peşinden gittiğimiz,
böylelikle, kendimizden başkası değildir!
http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/insantanrilar.html)
****
Zikrin
aslı AŞK’tır. Kelime tekrarlamak değil!
“Pâdişahımız ve tek olan, eşi benzeri olmayan
Allah’ımız; “Üzkürullah (=Allah’ı anın) diye bize
izin verdi. Bizi ateş içinde gördü de, bize nûr
ihsân etti.
Cenâb-ı
Hakk buyurdu ki : “Ben sizin zikr edişinizden pâk ve
üstünüm, benim için tasavvurlar ve tasvirler lâyık
değildir.
Fakat şekle
ve hayâle kapılarak mest olan kişi, bizim zâtımızı
örneksiz anlayamaz.
Ağızla,
dil ile duymadan, düşünmeden
(papağan gibi) edilen zikir noksan bir hayâldir.
Pâdişahca yâni can ve gönülle hayranlık duyularak
yapılan zikir, sözlerden, kelimelerden arınmıştır.”
Hz.
Mevlâna ( Mesnevî – “Hikmet Teşrifatçı Gibidir,
İnsanı Pâdişaha Götürür” Hikâyesinden)
Ey gönül
olmagıl Hak’dan ırak
Tenden
cânın var iken eyle yerak
Dünyeden
ölmezden evvel et sefer
Hiç edinme
bir makamda sen durak
Yoksa bu
fırsat bize bâki değil
Menzil al
düşmezden ortaya firak
Gel bu
ırz u nâmusu kıl târumar
Ger yola
girdinse var ârın bırak
Halkın uslu
demesinden sana ne
Âkîl isen
adını mecnûna tak
İlmine
mağrur olursan olma hiç
Issı
vermez sana ne kara ne ak
Gir sakın çıkma izinden
mürşidin
Her ne
emrederse sakın olma âk
Bir eline
gözyaşından al âsâ
Bir eline
derd odundan yak çerak
Ey Niyazî
tutar isen pendimi
Diye sana
istediğin işte bak
(Yerak:
Lazım ve faydalı olan her türlü şey; Firak:
Ayrılık; Isı: Fayda, menfaat; Âk: İnatçı,
dik kafalı; Pend: Öğüt)
Sahte
mürşidlerin en büyük düşmanı hakiki mürşidlerdir. Onlar
“Hak yolunun rehberi nefesidir kamilin / Dil tahtının
serveri nefesidir kamilin” kabilinden ifadelerle hakikat
yolunda daima mürşidi kamili işaret ederlerken, diğer
yandan kal ehli sahte mürşidlere karşı halkı
uyarmışlardır. Yazıya serpiştirdiğim Niyazî-i Mısrî
hazretlerinin şiirleri Ehlullahın bu yöndeki uyarılarına
sadece bir kaç örnektir. Yazının sonunda yine Niyazî-i
Mısrî’nin Yunus Emre’ye ait “Çıktım Erik Dalına”
isimli şiirinin şerhini mutlaka okumanızı tavsiye
ederim.
Ehlullahın
divanlarını iyi anlamak lazım, vesselâm. Gerekirse bir
Osmanlıca sözlük yardımıyla divanlar mutlaka
okunmalıdır. Allah ehlinin irfan güneşi her çağa ışık
tutuyor. Biz de bu ışıktan nasibimizi alalım inşallah.
İngilizce öğrenmek için sarf ettiğimiz gayretin onda
birini divanlara sarf etsek fena mı olur? “Dil” için
olmasa bile “irfan” için bir parça Osmanlıca öğrenmek
zorundayız. Her zaman çevirilerle hazıra konmak mümkün
olmuyor maalesef! Ayrıca bütün çevirilerde manâ yönünden
bir kan kaybı vardır. İngilizce öğrenmek daha iyi bir
iş, kazanç ve kariyer ile dünyamıza fayda sağlıyor.
Eyvallah! Elbette, o da lazımdır. Dil eğitiminde dünyada
çok gerilerde olduğumuz ha keza acı bir gerçek. Peki ama
ya ebedî olduğuna inandığımız ukbâmız için hiçbir
gayretimiz olmasın mı?! Hep hazırlarla mı idare
edeceğiz? Bizim irfanımız, o define olan irfan, istesek
de istemesek de bu dildedir. Çile çekmeden derviş
olunamadığına göre belki bizim neslin çilesi de budur:
Divanları Osmanlıca-Türkçe sözlük yardımıyla okumak! (http://www.osmanlicaturkce.com/)
Elimizin
altında hazır internet nimeti de varken, irfana kavuşmak
için bu kadarcık zahmete katlanmaya değmez mi?!
Nâdânı terk
etmeden yârânı arzularsın
Hayvanı sen
geçmeden insanı arzularsın
“Men arefe
nefsehu fekad arefe rabbehu”
Nefsini sen
bilmeden Subhanı arzularsın
Sen bu
evin kapusun henüz bulup açmadın
İçindeki
kenz-i bîpâyanı arzularsın
Taşra
üfürmek ile yalunlanır mı ocak
Yüzün
Hakk’a dönmeden ihsânı arzularsın
Dağlar
gibi kuşatmış benlik günahı seni
Günahını
bilmeden gufranı arzularsın
Cevizin
yeşil kabını yemekle tat bulunmaz
Zâhir ile
ey fakih Kur’anı arzularsın
Şarabı sen
içmedin sarhoş u mest olmadın
Nice
Hakk’ın emrine fermânı arzularsın
Gurbetliğe
düşmeden mihnete sataşmadan
Kebab olup
pişmeden büryânı arzularsın
Yabandasın
evin yok bir yanmış ocağın yok
Issız
dağın başında mihmânı arzularsın
Bostanı
bağı gezdim hıyârını bulmadım
Sen
söğüt ağacından rummanı arzularsın
Başsız
kabak gibi bir tekerleme
söz ile
Yunus’leyin Niyazî irfânı arzularsın
(Nâdân:
Cahil; Yârân: Dostlar, sevgililer; Fakîh:
Şeriatın hukuk yönünde bilgili olan kişi; Hıyâr:
Hayırlı, seçkin ve üstün olanlar; Rumman: Nar;
Yunus’leyin: Yunus gibi)
**********************************************
Bu yazı ile
sizlere veda ediyor, sohbet yazmayı noktalıyorum. Bugüne
kadar (1.5 yıl) acizane kendi tasavvuf maceram
doğrultusunda bir takım önemli konuları anlayış,
kavrayış ve istidadım nisbetinde siz değerli
okur-dostlarla yeterince paylaştığıma, bazı konulara
İslam tasavvufunun bakış açısını Allah Ehlinin
rehberliğinde, Ehlullahın eserlerinin ve uyarılarının
eşliğinde yeterince naklettiğime inanıyorum. Umuyor ve
diliyorum ki klişeleri veya klişeleşmeye yüz tutan
yaklaşımları akl-ı selim ile hep birlikte yeniden gözden
geçirmişizdir. Veminallahi tevfik fe ni’mer refik.
Hakikâti
arayanların rehberi Aşk-ı Hûda olsun!
Sürç-i
lisân ettiysek affola!
Baki
hürmetlerimle, efendim.
İllâhû.
********************************************
Müzik:
http://video75.com/wiUorz-6Kgp/aysun-gultekin-iste-gidiyorum/
Okuma:
http://www.islamvetasavvuf.org/?q=node/8810
Yunus Emre Hazretlerinin
Çıktım Erik Dalına İsimli Divanının Niyazi Mısri
Hazretleri tarafından Şerhi
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Çıktım erik dalına, anda
yedim üzümü.
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.
Bu beyitten murat oldur ki;
her amel ağacının bir türlü meyvesi ve yemişi olur. Ve
zahirde her meyvenin bir mahsus ağacı olduğu gibi, her
ilmin bir mahsus aleti vardır. Anın ile hâsıl olur.
Mesela ilm-i zahirin hulusüne alet; lügat ve sarf ve
nahiv ve âdab ve mantık ve meani ve hikmet ve hey’et ve
kelam ve hadis ve usül ve fıkıh ve tefsirdir. Ve ilm-i
batının hulusüne alet; evvela hulus-ü daim ve olgun
Mürşid nefesi ile fasılasız zikir ve az yemek ve az
konuşmak ve az uyumak ve yalnız kalmaktır. Ve ilm-i
hakikatin hulusüne alet; terk-i dünya ve terk-i ukba ve
terki terk etmektir.
İmdi aziz merhum erik ve
üzüm ve ceviz ile şeriat ve tarikat ve hakikate işaret
ederler.
Zira eriğin taşrası yenir
içi yenmez. Erik gibi olan meyvelerin cümlesi amelin
zahirine işarettir.
Ve üzüm gibilerin cümlesi
amelin batınına işarettir. Zira üzüm hem yenir ve hem
nice türlü nimetler andan zuhura gelir. Sucuk ve köfte
ve pekmez ve turşu ve sirke ve bunların emsali nice
nimetler hâsıl olur. Ve lakin içinde bir miktar riya ve
tezkiye çekirdeği olmakla amel-i batına denir hakikate
denilmez.
Ve ceviz sırf hakikate
misaldir ki; içinde asla yabana atacak bir şey yoktur.
Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl
olur.
İmdi bir kimse erik talep
ederse erik ağacından ister ve üzüm talep ederse
bağından talep eder ve ceviz talep ederse ceviz
ağacından talep eder.
İmdi her kimse üzümü erik
ağacından talep ederse o kimse ahmak ve cahildir. Kuru
yere zahmet çeker, külli emeği hebadır, hâsılı mahsulü
ancak zahmettir.
Pes imdi bu malum olduysa
bir kimse zahir amelinin doğru olup olmadığını bilmek
isterse anı şeraitten ve erbabından talep eder. Ve fıkıh
kitaplarına müracaat eder. Andan bilip, öğrenip amel
eder. Ve eğer batın amelinin salahını ve fesadını ve
tenezzülünü ve terakkisini bilmek isterse mürşidin
telkini ile usül-ü esma ile gönül kitabına ve ilm-i
tabire müracaat eder. Her gün rüyada ne görürse
mürşidine arz eyler. Anlar da ona ahvali beyan eder.
Andan ol müşkül hallolur. Sulûk edip perver olur.
Ve kimse ilm-i hakikatin ki
kendini bilmek ve ayni Marifet-i Rabb’dır zevkine ve
hâline ermek isterse, Mürşid-i Kâmil terbiyesi ve büyük
perhiz ateşi ile nefsin cemi-i evsafını ve beşeriyetini
ve benliğini yakıp masivayı reddederek tamamıyla mahv-ı
vücud-i zılli kıldıktan sonra ayni vücud hakiki olup
fenası aynı beka olmağile olur.
İmdi bu üç ilmin başka
başka yolu vardır. Yolu ile talep edilirse ümittir ki az
müddetle maksut hasıl olur. Nitekim erik ve üzümün ve
cevizin başka semereleri olup her biri kendi ağacından
talep olunduğu gibi.
İmdi bir kimse zahir
amelini işlerken ben batın ilmini ve ilm-i hakikati
zahir ameli ile ele geçirip tahsil ederim dese ve birçok
zahmetler çekse, mesela kendiliğinden esmaullaha
müdavemet eylese ve oruçlar tutup halvetler çekse ol
kişinin hâli bu erik ağacından üzüm talep etmeye benzer.
Bostan ıssından murat
Mürşid-i Kâmildir. “Niçin kozumu yersin?”diye çekişip,
kakıdığı tembihtir ki; “Niçin olmaz yere riyazet ve
olanları mücahade eder yorulursun?
Üç ilmi bir amel ile ele
geçireyim mi sanırsın?
Her birinin başka ameli ve
muallimi ve mürşidi vardır.”der.
Ehl-i kemal bunların gibi
sülûk edenleri gördükte nazar edip “Niçin böyle edersin?
Sana evvela lazım olan budur ki, var her bir meyvenin
ağacından bittiğini bil ve andan amel eyle. Senin
misalin buna benzer ki bir kimsenin bahçesinde uğrulayın
erik ve üzüm yemeye ağaca çıka, ceviz taşlaya. Bostan
ıssı anı gördükçe niçin yersin kozumu dediği gibidir.”
Zira hakikat Mürşid-i kâmilin ilmi ve mülküdür. Ve
anın ameli, aleti onu bilmeye meleke ve istidat hâsıl
etmek ve Mürşid-i Kâmil izni ile terbiyesiyle ağır
perhizler ve ona tam teslim ve kendi renginden çıkıp
mürşidin rengi ile hemrenk olmaktır.
İmdi mürşit görse ki bir
kimse kendiliğinden esmaya ve perhize devam eder; ona
der ki, "sahibinden izinsiz bahçeye hırsızlığa niçin
girersin?”
Pes imdi tarikat ve hakikat
ilmi Mürşid-i Kâmilin bahçesi ve mülküdür. Ve ALLAH’ı
zikretmek ve perhiz ol bahçenin kapısıdır. Her kim ki
kendiliğinden sülûk eyler; bir gayrı kimsenin bağına
hırsızlığa girmiş gibi olur.
Bunun hariçte bir misali de
ona benzer ki; bir alay dülger âletlerini pazardan alsa
ve kendiliğinden dülgerlik etmek istese; ol kimse ol
sanatı işlemeye başladıktan sonra her murat ettiği işte
hangi âlete, hangi pusata yapışacağını bilemez. Bir usta
anı gördükte “Bire sanat uğrusu, küstah, hâm dest! Bizim
sanatımızı uğrulamak mı istersin? Bizim âletimizi sen
niçin aldın?”der. Eğerçi ki ol kimse ol âletleri
pazardan akçesiyle almıştır.
İmdi azizin bu beyitten
muradı, Mürşitsiz “ben tarikata ve hakikate kendi
bildiğim ile amel etmekle vasıl olurum.”diye
çalışanların ahvalini temsil tariki ile beyandır. Yani
mesele böyle olan ve mürşitsiz yola giden kimsenin hâli;
her meyve hangi ağaçta bittiğini bilmeyen ve gönlü üzüm
istedikte erikte biter ve erik ağacı diye ceviz ağacına
çıkan ve cümle renkleri siyah sanan kör gibi olur.
Yunus Emre (ALLAH sırrını
takdis etsin) bu hâli kendisine nispet etti. Caizdir ki
kendi böyle bir zaman
Mürşitsiz çalışıp bir şey hâsıl edemeyip sonra mürşide
varmış ola. Ve dahi caizdir ki; kendisinden
muradı gayrilere tariz ve tembih ola.
Niyazi Mısri Hazretleri
Okuma:
http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=438
http://akademik.semazen.net/article_detail.php?id=432
(Şiirin tümünün başka bir şerhi) |