Orucun Mahiyeti
Oruç, ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına kadar yemekten, içmekten ve
cinsel ilişkiden nefsi kesmek demektir.
Oruç kelimesinin Arabçası, siyam ve savm'dır ki, nefsi tutmak ve engellemek
manasınadır. "Siyam" sözü, Savm'ın çoğulu olarak da kullanılır Din deyiminde "Müftırat"
(oruç bozucu) denilen şeylerden nefsi gerçekten veya hükmen yasaklamak bir imsak
(oruç tutmak) tır. Yanılarak ve unutarak bir şey yeyip içildiği takdirde hükmen
imsak bulunmuş olacağından oruç bozulmuş olmaz. Bu konu ileride açıklanacaktır.
İmsak sözünün karşıtı İftar'dır. Şöyle ki: Hiç oruç tutmamak bir iftar olduğu
gibi, güneşin batışından sonra orucu açmak da bir iftardır. Oruçlu iken orucu
bozacak bir şeyin yapılması da bir iftardır. İftar eden kimseye "Muftır"
denildiği gibi, orucu bozan şeylerden her birine de "Muftır" denilir. Bunun
çoğulu "Muftırat" dır.
Ramazan-ı Şerif ayına Şehr-i Sıyam (Oruç ayı) denir. Ramazan bayramına da,
imsaka son verileceği için Îd-i Fıtır (İftar bayramı) denilir. Bayram anlamına
gelen Îd'in çoğulu, A'yad'dır.
Ramazan orucu, Peygamberin hicretinden bir buçuk sene sonra Şaban ayının onuncu
günü farz kılınmıştır. Bunun farziyeti kitab, sünnet ve icma ile sabittir. "Oruç
size farz kılındı." (Bakara:183) âyet-i kerimesi bunu emretmektedir.
Orucun Nevileri
Oruçlar: Farz, vacib, nafile ve mekruh nevilerine ayrılır. Farz ve vacib oruçlar
da belirli ve belirsiz kısımlara ayrılır. Şöyle ki: Ramazan ayı orucu belirli
bir farzdır. Kazaya kalan ramazan ayına ait oruçlarla keffaret olarak tutulacak
oruçlar da belirsiz birer farzdır. Bunlar, istenilen mübah günlerde tutulabilir:
Belli bir günde tutulması adanan bir oruç, belirli bir vacibdir. Herhangi bir
gün, herhangi bir ay veya herhangi bir hafta gibi, belirlenmeyip tutulması
adanan bir oruç da belirsiz bir vacibdir.
Adanan itikâf oruçları da birer belirli vacib demektir ki, itikâf zamanlarına
mahsustur. Bu ileride açıklanacaktır.
Allah Tealâ'nın rızası için tutulacak nafile oruçlar da başlı başına bir nevi
teşkil eder. Bunlar sünnet, müstahab, mendub diye isimlenirler. Aşura günü ile
beraber ondan bir gün önce veya bir gün sonra tutulan oruçlar ve Eyyam-ı Bîz
denilen her ayın on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci günleri tutulan oruçlar
gibi. Bunlar müstahabdır.
"Haram Aylar" denilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarının perşembe,
cuma ve cumartesi günlerinde ve Zilhiccenin başından dokuz günde tutulacak
oruçlar da müstahabdır.
Ramazan bayramının birinci gününde, Kurban bayramının dört gününde tutulacak
oruçlar tahrimen mekruhtur. Çünkü bu günler, Yüce Allah'ın kullarına olan birer
ziyafet günüdür. Bu ziyafetten kaçınmak uygun olmaz. Bununla beraber bu günlerde
tutulan oruçlar yine oruçtur. Şu kadar var ki, bozulursa kazası gerekmez. Çünkü
caiz görülmeyen şey benimsenmiştir. Diğer bir görüşe göre, kazası gerekir.
Nevruz denilen ilkbahar gününde ve "Mehrican" denilen son bahar gününde kasden
tutulan oruçlar tenzihen mekruhtur. Çünkü bu günlere hürmet edilmiş gibi olur.
Oysa ki bunlara hürmet haramdır. Eğer âdet üzere tutulan bir oruç bu günlere
rastlarsa, bunun keraheti olmaz.
Yanlız cuma veya yalnız cumartesi günü ve özellikle Muharremin "Aşura günü"
denilen yalnız onuncu günü oruç tutmak da tenzihen mekruhtur.
Geceleyin orucu bozmayıp iki gün birbirine bitişik olarak oruç tutulması da
mekruhtur. Buna "Savm-i Visal" denilir. Nafile oruçlarda iyi olan oruç tutma
şekli, birgün oruç tutmak ve birgün de tutmamakdır. Bu şekilde tutulan oruca "Savm-i
Davudî" denir.
Hacılar için, güçsüzlük verecek olduğu takdirde, "terviye" ve "arefe" günlerinde
oruç tutmak mekruhtur. Çünkü daha sonra yapacakları hac işlerini yerine
getirmekten aciz kalabilirler.
Şek günü denilen günde Ramazan ayına veya bir vacibe niyet edilerek tutulan oruç
da mekruhtur.
Şek günü, Şaban ayının otuzuncu günüdür. İsterse havada bir engel bulunmasın.
Çünkü o gün, başka bir beldede hilâlin görünmüş olması mümkündür. Bu, hilâlin
doğuşunun değişik yerlerde olabileceğine itibar edilmemesine göredir. Hilâlin
doğuşunun değişik yerlerde olabileceğini kabul edenlere göre, bir günün şek günü
sayılabilmesi için hava bulutlu olmalıdır. Yahut gecenin otuzuncu gece olduğuna
dair bir alâmet bulunmamalıdır. Misal: Hilalin görüldüğüne dair olan şehadet
reddedilmiş olmalıdır.
Şek günü, ramazan ayına veya bir vacib oruca niyet edilerek oruç tutulsa,
bakılır: Eğer ramazan olduğu anlaşılırsa, bu oruç ramazan orucundan sayılır.
Ramazan olmadığı anlaşılırsa, ramazan orucuna niyet edilmiş olduğu takdirde
nafile bir oruç olur. İftar edilirse, kazası gerekir. Fakat bir vacibe niyet
edilmiş olduğu takdirde, o vacib oruç sahih olur.
Eğer o günün Şaban'dan mı, yoksa Ramazan'dan mı olduğu anlaşılmazsa, bir vacib
için niyet edilmiş olan oruç, o vacib için sahih olmaz. Çünkü o günün
Ramazan'dan olması ihtimali vardır.
Şek gününde nafile oruca niyet edilse, sahih olan görüşe göre, bunda bir sakınca
yoktur. Ramazan olduğu anlaşılırsa, Ramazan orucu tutulmuş olur. Şaban olduğu
bilinirse, bu oruç bir nafile olur. Bu durumda iftar edilse kazası gerekir;
çünkü bunun tutulması benimsenmiştir.
Şek gününde: "Ramazan ise oruç tutmaya, değilse iftar etmeye" şeklinde niyet
etmiş olan bir kimse, oruç tutmuş olmaz. Çünkü oruca niyet edilince kesinlik
gerekir. Böyle tereddütle oruca niyet olamaz.
Şek günü, insanlara yaymamak suretiyle oruç tutmak, ilim sahibi kimseler için
daha faziletlidir. Halk için tedbirli olmak daha faziletlidir. Onlar ihtiyatlı
davranarak zeval vaktine kadar, orucu bozan şeylerden sakınırlar. Ramazan
olmadığı anlaşılınca iftar ederler. Böylece ramazandan olmayan bir günü
ramazandan saymış olmazlar.
Bu hususta bilgi sahibi sayılanlar, şek gününde oruca nasıl niyet edileceğini
bilenler ve aynı zamanda o günün kesinlikle ramazan olduğunu kabul
etmeyenlerdir. Bu şekilde niyet edilmesini bilmeyenler de halk sınıfıdır.
Bunlara "havas" karşıtı olarak "avam" denilir.
Şaban ayında tamamen oruç tutan veya son üç gününde oruçlu bulunan kimse için
de, şek günü oruç tutması daha faziletlidir.
Oruç tutup bununla beraber bir ibadet inancı ile hiç bir şey konuşmamak
suretiyle "Sükût Orucu" tutmak mekruhtur. Fakat düşünmek için veya faydasız
sözlerden kaçınmak için susmakta kerahet yoktur.
Bir kadın için, kocasının izni olmaksızın nafile oruç tutmak mekruhtur. Kocası
bu orucu bozdurabilir. Kadın da sonradan kocası izin verince veya kadın yalnız
kalınca, o bozmuş olduğu orucu kaza eder.
Bununla beraber bir erkek hasta olursa veya oruçlu bulunursa veya hac ve umre
için ihramda ise, zevcesini nafile oruçtan men edemez. Çünkü bu durumlarda
zevcesine yakınlık gösteremez.
Bir ücret karşılığında hizmet gören kimse, hizmet ve çalışmasına noksanlık
verecekse, işverenin rızası olmadıkça nafile oruç tutamaz. Fakat böyle bir
zarara sebebiyet vermeyince, işverenin izin vermesine bakmaksızın nafile oruç
tutabilir.
Üzerinde Ramazan ayından kazaya kalmış oruç bulunan kimsenin, nafile oruç
tutması mekruh değildir.
Oruç tutulması yasaklanan bayram günlerinde iftar edilmeksizin tam bir sene
devamlı oruç tutulması mekruhtur. Buna, "Savm-i Dehr" denir. Bayram günleri
iftar edildiği takdirde, böyle bir oruçta sakınca yoktur. Ancak bu oruç, oruç
sahibini takatsız düşürmemeli ve onu bir âdet haline getirmemelidir. İbadet,
âdet dışında sadece Allah'ın rızası için yapılır.
Şevval ayında ayrı ayrı günlerde, haftada iki gün olmak üzere altı gün oruç
müstahabdır. Bununla beraber arka arkaya altı gün oruç tutulmasında da, tercih
edilen görüşe göre, bir sakınca yoktur. Bazı alimlere göre böyle arka arkaya
tutulmasında kerahet vardır.
Şek gününde ihtiyaten oruç tutan kimse, unutarak bir şey yedikten sonra, o günün
Ramazan olduğu anlaşılmakla oruca niyet etse, bu yeterli olmaz, o günü kaza
etmesi gerekir. Ancak, o gün akşama kadar bir şey yeyip içmemesi lâzım gelir.
Diğer bir görüşe göre, bu halde niyet ederek tutacağı oruç, sahih olur. Çünkü
niyetten önce olan unutma, niyetten sonraki unutma gibidir.
Oruçların Farz ve Vacib Olmasındaki Sebepler
Ramazan orucunun sebebi:
Ramazan günlerinden herhangi birinin oruca başlamaya
elverişli bir kısmına yetişmektir. Bu kısım, ikinci fecirden başlayarak "Dahvetü'l-Kübra"
denilen ve gündüzün yarısı bulunan kaba kuşluk (İstiva Güneşin tam tepeye
gelmesi) zamanına kadar devam eder. İşte bu zamana yetişen veya bu müddet içinde
oruca ehliyet kazanan her müslüman için o günün orucu farzdır.
Ramazan orucunun kazasına sebeb, yine evvelce ramazan ayına yetişmiş olmaktan
başka bir şey degildir.
Keffaret olarak tutulan oruçların sebebleri, mahiyetlerine göre değişir. Şöyle
ki: Ramazan ayına ait keffaretin sebebi, bu orucu bir isyan eseri olarak kasden
bozmaktır.
Zihar kaffaretinin sebebi, helal olan bir bedeni veya bir organı, haram olan bir
bedene veya organa benzetmek ve sonra da cinsel ilişki kurmayı istemektir.
Yemin keffaretinin sebebi, yemin üzerinde durmayıp onu bozmaktır.
Adam öldürme keffaretinin sebebi, suçu olmayan bir insanı hata yolu ile
öldürmektir. İleride bunlar açıklanacaktır.
Vacib oruçların sebebi, bunların adamak suretiyle kabullenilmiş olmasıdır.
Bunların kazasının sebebi de, benimsenmiş olan bir ibadetin tamamlanması
gereğidir.
Nafile oruçların tutulmalarını zorunlu kılacak dinde bir sebeb yoktur. Bunlar,
yalnız sevab kazanmak için dileyenlerin tutacakları oruçlardır. Ancak böyle bir
oruç tutulmaya başlandıktan sonra bozulacak olursa, onun kazası gerekir. Bu
kazanın sebebi de, böyle bir ibadete Hak rızası için başlanmış olmasıdır ki,
bunu yarıda bırakmak caiz olmayacağından kaza şeklinde tamamlanması vacib olur.
Orucun Meşru Olmasındaki Hikmet
Orucun meşru kılınmasındaki hikmet, pek aşikârdır. Şübhe yok ki, Allah Tealâ
Hazretleri, kayıtsız ve şartsız her şeye hakimdir. Elbette O'nun kullarına
emrettiği ve caiz gördüğü şeylerde birçok yararlar vardır. Biz bunları gereği
gibi bilmesek de, muhakkak hikmetleri vardır.
Bununla beraber orucun din ve âhiret yararlarından başka, sağlık yönünden,
sosyal ahlâk bakımından birçok yararlarını pek iyi takdir edebilmekteyiz. Bu
konu üzerinde yazılmış bir hayli yazı ve risale vardır.
Bir hadis-i Şerif de buyurulmuştur: "Her şey için bir zekât vardır. Bedenin
zekâtı da oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır".
İnsan oruç sayesinde hayvanî duygularını azaltır, ruhunu arıtır ve meleklik
sıfatı ile vasıflanmaya başlamış olur.
Oruç sayesinde cemiyetin içtimaî ve ahlâkî hayatından başka bir fazilet ve
aydınlık doğar.
Oruç tutan kimse, nefsini birtakım şiddetli arzuların saldırısına karşı
direnmeye alıştırır, nefsin taşkınlıklarına karşı koymayı sağlar.
Oruç tutan kimse, bir zaman mahrumiyete katlanır. Bu mahrumiyet, yiyecek ve
içecek bulamayan herhangi bir yaratığın içine düştüğü acizliğin benzeri
değildir. Bu, irade ile benimsenmiş, yüksek bir hedefe yönelik bir
mahrumiyettir, bir nefis mücadelesidir. İnsan bu mahrumiyet sayesinde
yoksulların ve mahrumların hallerini tecrübe ile anlamış olur. Böylece
kendisinde acıma, şefkat ve yardımlaşma duyguları artar, insaniyet için pek
faydalı hale gelir. Ayrıca kendisinin duyacağı manevî hazlar ise, her türlü
düşüncenin üstündedir.
Mabud'unun kutsal emrine bağlanarak, hak sahibi olduğu nimetlerinden bir müddet
mahrumiyete katlanan insan, artık başkalarının nimetlerine göz diker mi?
Başkalarının zararına çalışır mı?
İşte, bütün insanlığın yararına hizmet eden kutsal bir ibadetin şer'î yönden
hikmeti apaçıktır. Bunu anlayamamak için insanın düşünce ve duygudan büsbütün
mahrum olması gerekir.
Oruçlu İçin Müstahab Olan Şeyler
Oruç tutacak kimsenin sahur yemeği yemesi müstahabdır. Bunun vakti, gecenin
sonudur. Alimlerden Ebû'l-Leys'e göre, gecenin son altıda biridir. Sahur yemeği,
insana oruç için kuvvet verir. Sahurun geciktirilmesi müstahab ise de, ikinci
fecrin doğup doğmadığından şübhe edilecek bir zamana kadar geciktirilmesi
mekruhtur.
Sahur, seher vaktinde yenecek yemektir. Bu yemeği yemeğe "Sahur Yemek" denir.
Seher de, ikinci fecirden biraz öncesine kadar olan vakittir.
İftârı acele yapmak, yani akşam namazından önce oruç açmak müstahabdır. Böylece
oruç hali, namazda kalbin huzuruna engel olmaz. Fakat hava bulutlu olunca, iftar
için acele edilmez, ezan okunmuş olsa bile... Minare gibi çok yüksekte bulunan
kimse, güneşin batışını görmedikçe iftar edemez. Aşağıda bulunanların güneşin
batması ile iftar etmeleri ona tesir etmez.
Akşamleyin iftar ederken şöyle dua yapılması sünnettir
"Allahümme leke Sumtü ve bike amentü ve aleyke tevvekkeltü ve alâ rızkıke
eftartü ve savmelğadi min şehriramazane neveytü. Fağfir li ma kaddemtü ve ma
ahhertü."
Anlamı: "Allah'ım! Senin rızan için oruç tuttum. Sana iman ettim. Sana güvendim.
Senin rızkınla iftihar ettim (orucumu açtım.) Ramazan ayının yarınki gününü oruç
tutmaya da niyet ettim. Artık benim, geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla..."
Şöyle de dua edilir:
"Ya vasi'al-mağfıreti, iğfir-li veli valideyye ve lil-müminine yevme yekumu'l-hisab...
Anlamı: "Ey bagışlaması bol olan Rabbim! Beni, ana-babamı ve müminleri hesab
gününde bağışla.
Orucu hurma gibi tatlı bir şeyle açmak mendubdur.
Oruçlu kimsenin, yakınlarına ve fakirlere fazlaca yardımda bulunması müstahabdır.
Oruçlunun mümkün olduğu kadar gece ve gündüz Kur'an okumak, zikir yapmak,
peygamberimize Salât ve Selâm getirmek ve ilimle uğraşmak suretiyle meşgul
olması müstahabdır.
Oruçlunun boş ve yararsız sözlerden dilini tutması da müstahabdır. Gıybetten,
söz taşımadan kaçınmak ise her zaman vacibdir. Ancak bu kaçınmanın gerekliliği
ramazanda daha çok kuvvet kazanır.
Oruçlu için İtikâf da müstahabdır. İleride anlatılacaktır.
Ramazan orucunu tutmaya engel olacak derecede bedene takâtsizlik verici işlerde
bulunmak caiz değildir. Öğleye kadar çalışıp sonra dinlenmelidir. Mümkün bazı
işleri, ücret karşılığında başkasına gördürmelidir.
Sonuç olarak denir ki, kesin bir zaruret bulunmadıkça, insanın kendisini pek
ağır işlerle yorarak oruç tutamaz hale getirmesi caiz görülemez.
Orucun Şartları
Orucun farz oluşuna ve yerine getirilmesinin (edasının) farz oluşu ile sıhhatına
dair şartlar vardır. Şöyle ki:
1) Oruçla mükellef olmak için İslâm, akıl ve büluğ şarttır. Onun için bu
vasıfları toplamayan bir kimseye oruç farz değildir. Ancak akıl sahibi bulunan
mümeyyiz bir İslâm çocuğunun tuttuğu oruç nafile olarak sahih olur.
2) Orucun yerine getirilmesi (edası)nın farz olması için sıhhat ve ikamet
şarttır. Onun için hasta olana ve yolculuk halinde bulunanlara, bu hallerinde
oruç tutmak farz değildir. Bunlar oruçlarını tutamayınca, sonra o tutamadıkları
oruçları kaza ederler.
Bir orucun edası (yerine getirilmesi) nin sahih olması için niyet etmek, hayız
ve nifas hallerinden temizlenmiş olmak şarttır. Bunun için niyet edilmeksizin
tutulan bir oruç, müçtehidlerin tümüne göre din yönünden geçerli değildir. Hayız
ve nifas halinde oruç tutan bir kadının da orucu sahih değildir. Bunların,
ramazan orucunu sonradan kaza etmeleri gerekir. Bu konu ileride açıklanacaktır.
Orucun Vakti
Orucun vakti ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına kadar devam eden
müddettir. Bununla beraber, ikinci fecrin ilk doğuşu anına mı, yoksa
aydınlığının ufukta uzanıp dağılmaya başladağı zamana mı itibar olunacaktır
meselesinde ihtilâf vardır. Bazı alimlere göre, ikinci fecrin ilk doğuş anı
esastır. İhtiyata en yakın olan görüş de budur. Diğer bazı alimlere göre,
aydınlığın biraz uzayıp dağılmaya başladığı zamana itibar edilmelidir. Oruç
tutacaklar hakkında daha elverişli olan da budur.
Bunun için birinci görüşe göre ikinci (gerçek) fecrin ilk doğuşundan itibaren,
ikinci görüşe göre de bu fecrin doğuşundan sonra aydınlığının dağılmaya
başlaması anından itibaren oruca başlamak gerekir.
Fecrin doğuşunda şüpheye düşen kimse için faziletli olan, yeyip içmeyi
bırakmaktır. Bununla beraber yeyip içse, orucu yine tamamdır. Ancak fecirden
sonra yeyip içtiği anlaşılırsa, o zaman kaza etmesi gerekir. Fecirden sonra
sahur yapıldığında zan kuvvetli olsa ve başka bir delil de bulunmasa, sağlam
olan rivayete göre, buna itibar olunmaz. Fakat bu halde tutulan orucun kaza
edilmesi ihtiyata uygundur.
Oruçlu kimse, güneşin batışından şübhe etse, iftar etmesi helal olmaz. İftar
edip de gerçek durum anlaşılmazsa, üzerine kaza gerekir. Keffaretin gereği
hakkında ise iki rivayet vardır. Fakat batıştan önce iftar etmiş olduğu
anlaşılırsa, üzerine kazadan başka keffaret de lâzım gelir.
Güneşin batmış olduğu hakkında kuvvetli bir zanna sahib olduğu halde iftar eden
kimse hakkında hüküm böyledir. Güneş'in batışından önce iftar etmiş olduğu
anlaşılsın veya anlaşılmasın hüküm değişmez.
Araştırma yaparak hem sahur, hem iftar yapmak caizdir. Şöyle ki: Oruç tutacak
kimse, başka bir vasıta bulamayınca, galip zannına göre sahur yemeği yer ve
fecrin doğduğuna kanaat getirince oruca başlar. Güneşin batışını da araştırarak
yine galip zannına göre orucunu açabilir. Bununla beraber fecrin doğuşunu iyice
kestiremeyen için, bir an önce oruca başlamak ve güneşin battığını kestiremeyen
için de, hemen orucu bozmamak ihtiyat gereğidir.
Davul, top sesi veya kandil yakılması ile oruca başlamak veya iftar edebilmek
için de, bunların güvenilebilecek şekilde muntazam olmasına ve her taraftan
görülüp işitilir bir halde bulunmasına dikkat etmek gerekir. Saatlerin muntazam
bir şekilde işlemekte olduğu da tecrübe ile bilinmekte olmalıdır.
Ramazan Hilâli İle Diğer Hilâllerin Sübutu
Ramazan ayı, kamerî aylardandır. Bunların sübutu hilâllerin, yani yeni ayların
görülmesi iledir. Bunun için Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü güneşin batışında
insanların hilâli araştırmaları bir görevdir. Hilâli görürlerse, ertesi günü
Ramazan orucuna başlarlar. Hava bulutlu, dumanlı bulunup da hilâl görülemezse,
Şaban ayını otuz gün olarak tamamlar, sonra oruca başlarlar.
Bununla beraber Şaban ayının hilâlini de, Receb ayının yirmi dokuzunda
araştırmak uygundur. Bu şekilde Şabanin kaç gün olduğu daha iyi anlaşılmiş olur.
Ramazan ayının yirmi dokuzuncu günü de, güneşin batışından itibaren Şevval
ayının hilâli araştırılır. Görülürse bayram yapılır, görülmezse, Ramazan otuz
gün tutulur.
Kamerî aylar, bazan otuz, bazan da yirmi dokuz gün olur. Yay şeklinde görülen
her yeni aya, üçüncü gecesine kadar "Hilâl" denildigi gibi, her ayin yirmi
altinci, yirmi yedinci gecelerine de "Hilâl" denir. Diger günlerdekine de,
sadece Kamer denir.
Her kamerî ayın başlangıcı, ya hilâl görmekle veya ondan önceki ayın günleri
otuza tamamlanmakla tesbit edilir.
Hilâl'in çoğulu "Ehille" dir. Hilâl görüldügü zaman; "Hilâl! Hilâl!" diye işaret
etmek mekruhtur, bir cahiliyet âdetidir.
Hilâl görülünce üç kez tekbir ve tehlilden sonra üç kez şöyle demeli:
Sonra da: şöyle dua etmelidir:
"Hilâle hayrin ve rüşdin! Amentü billâhillezî halakake. Elhamdü lillâhillezî
zehebe bişehrin keza ve cae bişehrin keza. Allahümme ehlilhü aleyna bil-emni
ve'l-imani vesselâmeti vesselâm."
Anlamı: "Ey hayır ve salah hilali? Seni yaratan Allah Tealâ'ya iman ettim. Şu
ayı (Şabanı) götürüp bu ayı (Ramazanı) getiren Yüce Allah'a hamd olsun.
Allah'ım! Bu ayı bizlere emniyetle, imanla, selâmet ve selâmla bulundur."
Hilâlin güneş batışı arkasından görülmesi geçerlidir. Bunun için hilâl, zeval
(öğle) vaktinden önce veya sonra görülse bununla o gün ne oruca başlanır, ne de
oruçtan çıkılır. Gerçekten bu hilâl gelecek geceye ait bulunmuş olur. Bu, İmam
Azam ile İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, zevalden sonra görülen
hilâl gelecek geceye ait ise de, zevalden önce görülen bir hilâl evvelki geceye
ait olur. Bunun için bu hilâl ile Ramazan veya bayram gerçekleşmiş olur. Çünkü
bir hilâl iki gecelik olmadıkça, âdete göre zevalden önce görülemez.
(Üç İmama göre, gündüzün görülen hilâle itibar edilmez. Bu hilâl mutlaka gelecek
geceye aittir. Bu konuda müneccimlerin sözleri de geçerli değildir. Herhalde
hilâl geceleyin görülmelidir.)
Hava kapalı olunca, Ramazan hilâlinin görüldüğüne müslim, âkil, bâliğ ve âdil
bir kimsenin şehadeti yeterlidir. Bunun hilâli görmüş olduğunu söylemesine
dayanarak oruca başlamak gerekir. Bu kimsenin erkek veya kadın olmasında fark
yoktur. Bu halde böyle bir kimsenin şehadetine, yine böyle kimsenin şehadet
etmesi de geçerlidir. Bu hususta âdilden maksad, iyiliği kötülüğüne üstün gelen
kimse demektir. Bu konuda hali kapalı olan kimsenin şehadeti de, sahih olan
görüşe göre, kabul olunur. Bu şehadet, bir haber demektir, bir din işini
bildirmekten ibarettir. Bunda şehadet sözü, dava, mahkeme, hakimin hükmü şart
değildir. İhtiyat bunu kabul etmektir.
Hilâli görenin bunu açıklaması, yani: "Ben beldenin şu yerinden veya dışından
baktım, hilâli, ufkun şu tarafında bulutun hemen kenarında veya iki bulutun açık
bulunan kısmında şu şekilde gördüm," diye açıklaması gerekir mi, gerekmez mi?
Bazı zatlara göre lâzımdır: Fakat sağlam rivayete göre lâzım değildir, böyle
açıklama yapılmaksızın da şehadet geçerli olur. Bu şehadeti işitenler için oruca
başlamak gerekir.
Ramazan hilâlini gören bir müslüman için hemen o gece şehadette bulunmak
lâzımdır. Hatta bu, evinde beklemesi gereken bir kadın bile olsa, kocasının veya
efendisinin izin vermesine bakmaksızın çıkıp gördüğü hilâl hakkında şehadet
eder; çünkü bu din bakımından vacib olan bir görevdir.
Hilâli gören kimse, eğer hâkimi bulunan bir şehirde ise hemen hâkimin huzuruna
çıkar ve şahidlikte bulunur. Hâkim de durumu ilân eder. Hâkim bulunmayan bir
yerde ise, mescide gidip şahidlikte bulunur. Şahid olan kimse âdil olarak
biliniyorsa, onun sözüne dayanarak insanlar oruca başlarlar.
(Şafiîlere göre, hâkimin hükmü ile bütün insanlara oruç tutmak farz olur.
İsterse bu hüküm, yalnız âdil bir şahidin görüşüne dayanmış bulunsun. Hâkimin
hükmü ihtilâfı ortadan kaldırır ve başka mezheb sahiblerine de oruç tutmak
gerekli olur.)
Hilâlin görülmesi, ayın girmesi doğrudan doğruya değil, bir olaya bağlı olarak
hüküm altına alınabilir. Meselâ: Bir kimse mahkemede bir şahsı dava ederek:
"Benim bu kimsede, Ramazanın ilk gününde ödemek üzre şu kadar kuruş alacağım
vardır, şimdi ise Ramazan hilâli görülmüştür. Bunun için bu alacağımı bana
vermesini istiyorum," dese, borçlu şahıs da: "Evet, anlattığı şekilde borcum
vardır, fakat henüz Ramazan ayı girmemiştir," diye itiraz etmekle hakim, o
davacının hilâli gördüklerine dair getireceği iki şahidin şehadeti üzerine o
borcun ödenmesine hüküm verse, Ramazan hilâlinin görüldüğüne de hüküm vermiş
olur.
Hilâli isbat için bu şekilde dava açılması, İmam Azam'a göre uygundur. İki İmama
göre, böyle bir davaya gerek yoktur.
Yalnız başına hilâli gören kimsenin şâhidliği kabul edilmese de, kendisinin oruç
tutması gerekir. Eğer o gün oruç tutmazsa, kaza eder. Bundan dolayı keffaret
gerekmez. Çünkü gördüğü şeyin hilâl değil, bir hayal olduğu düşünülebilir. Bir
kimsenin şahidliği hakim tarafından henüz red edilmeden iftar ettiği takdirde de
yine keffaret gerekmez. Çünkü reddedilmek şüphesi vardır. Keffaretler ise, şübhe
ile kalkar. Fakat şehadet kabul edildikten sonra iftar edecek olsa keffaret
gerekir. Çünkü bu durumda onun şahidliği hakimin kararı ile kuvvet bulmuştur.
Hava kapalı olmayınca, Ramazan, Şevval ve Zilhicce hilâlleri hususunda bir iki
kimsenin değil, onlarla beraber kuvvetli bir zan meydana gelecek başka çok
kimselerin şehadetleri kabul edilir. Bunların sayısını belirlemek idarecinin
görüşüne bağlıdır. Bir görüşe göre, bunların elli erkek olması gerekir. Bu
hususta şahidlerin belde haricinden olup olmaması, kuvvetli rivayete göre, fark
etmez. Bir görüşe göre de, bu durumda belde dışından gelen iki adil şahidin
şehadeti kabul olunur. Onların daha uygun ve elverişli bir yerden hilâli görmüş
olmaları düşünülebilir.
İmam Azam'dan bir rivayete göre de, bu durumda taşradan gelmiş veya gelmemiş
olsun, iki adil şahidin şehadeti ile yetinilir.
Deniliyor ki, zamanımızda herkes hilâli araştırma görevini yerine getirmek için
çalışmadığından, şimdi böyle iki şahidin şehadetine güvenmek uygundur.
Hava kapalı olunca, Şevval ve Zilhicce hilâlleri hakkında adil iki erkeğin veya
bir erkek ile iki kadının şehadetleri kabul olunur. Bu hususta adalet, hürriyet
ve şâhid sayısı şarttır. Şahidlerin tezkiyeleri de yapılmalıdır. Şehadet sözünün
ve dava etmenin şart olup olmamasında ihtilâf vardır.
Hakim ve valisi bulunmayan bir yerde hava kapalı olduğu halde, iki adil kimse
Şevval hilâlini gördüklerini haber verecek olsalar, insanların iftar etmesinde
bir sakınca yoktur.
Kapalı bir havada Ramazan hilâlini yalnız hakim görecek olsa, dilerse yerine
birini vekil tayin ederek onun huzurunda hilâli gördüğüne şehadet eder, dilerse
doğrudan doğruya insanlara oruç tutmalarını ilân eder. Fakat bayram (şevval)
hilâlinde böyle bir kişilik şehadet geçerli olmaz. Çünkü bununla bir ibadete son
verilecektir. Bununla beraber bu durumda insanların hukukuna şehadet manası da
vardır; çünkü oruçtan çıkacaklardır. İnsanların hukukunda ise, ikiden noksan
şahidin şehadeti geçerli değildir. Bunun için idare amiri veya hakim yalnız
başına Şevval hilâlini görecek olsalar, ne bayram namazı yerine çıkarlar ve ne
de insanlara namaz yerine çıkmalarını emrederler. Ne de gizli veya aşikâr
oruçlarını açarlar. Çünkü görülen hilâlin bir hayal olması ihtimali vardır.
Şevval ayının hilâli, Ramazanın yirmi dokuzuncu günü, güneşin batışı arkasından
araştırılır. Bu hilâli yalnız başına gören kimse, ibadet hususunda ihtiyatı
gözeterek iftar etmez. Eğer iftar ederse, yalnız kaza gerekir. Şehadeti kabul
edilmediği halde de iftar etse, yine yalnız kaza lâzım gelir, keffaret gerekmez.
Bir kimsenin şehadetine dayanarak Ramazan orucuna başlamış olanlar, otuzuncu
günü Şevval hilâlini görmeseler de, sahih olan göıüşe göre, oruca son verirler.
Hava kapalı ve bulutlu olunca, ihtilâfsız bayram yaparlar.
(Şafiîlere göre, Şevval için de bir adil şahidin şehadeti yeterlidir, tercih
edilen görüş onlarca budur. Hakim bununla karar verince bayram yapılır.)
Hava kapalı olduğu halde, iki kimsenin şehadetini hakim kabul ederek otuz gün
oruç tutulduktan sonra Şevval hilâli görülmese, bakılır:
Eğer hava yine kapalı ise, ertesi gün iftar ederler. Bunda ittifak vardır. Fakat
hava açık ise, bir görüşe göre iftar etmezler. Ancak sahih olan diğer bir görüşe
göre, bu durumda da iftar edip bayram yaparlar.
Bir belde halkı yirmi dokuz gün oruç tuttuktan sonra iki adil kimse; "Biz
Ramazan hilâlini, sizin oruca başlamanızdan bir gün önce görmüştük," diye
şehadette bulunsalar, bakılır: Eğer bunlar, o belde halkından iseler, uygun olan
şahidliklerinin kabul edilmesidir; çünkü bunlar, Allah için yapılacak olan bir
şehadeti önceden terk etmişlerdir. Fakat uzak bir yerden gelmiş iseler,
şehadetleri caiz olur; çünkü bunlar, bu şahidliklerinde kınanmazlar.
Ramazan ayından başka ayların sübutu için, hava kapalı ise, en az iki adil
erkeğin veya bir erkekle iki kadının şehadetleri gerekir. Hava açık ise, büyük
bir cemaatın şehadeti gerekir. Bu cemaat, kesinlik kazandıracak derecede
kalabalık ve sağlamsa, şehadetlerinin kabulü için İslâm olmak şart kılınmaz.
Diğer bir görüşe göre, Ramazan, Şevval ve Zilhicce'den başka diğer dokuz ayın
hilâlini isbat için, hava kapalı olsun veya olmasın, iki adil şahidin
şehadetleri yeterli olur. Çünkü bu ayların hilâllerini görmek için büyük bir
topluluk ilgilenmez.
Bir belde halkı hilâli görmeksizin yirmi sekiz gün oruç tutup da, sanra Şevval
hilâlini görecek olsalar, bakılır: Eğer Şaban hilâlini görüp onu otuz gün
saymışlarsa, yalnız bir gün kaza ederler. Ramazan ayı yirmi dokuz gün bulunmuş
olur. Fakat Şaban hilâlini görmeksizin onu otuz gün saymışlarsa, iki gün kaza
etmeleri gerekir; çünkü şaban ayının yirmi dokuz gün olması ihtimali vardır.
Fakat bu belde halkı yirmi dokuz gün oruç tutup da sonra Şevval hilâlini
görseler, üzerlerine kaza gerekmez. Çünkü Ramazan ayı yirmi dokuz gün olabilir.
Bir beldede Ramazan orucu, hilâlin görülmesi ile yirmi dokuz gün tutulmuş olsa,
o beldedeki hastalar da ileride bu Ramazan orucunu yirmi dokuz gün olarak kaza
ederler. Fakat böyle bir hasta, o belde halkının nasıl hareket etmiş olduklarını
bilmezse, borcundan kesin bir şekilde kurtulması için, tam otuz gün kaza orucu
tutar.
Ayın ve güneşin doğmuş olduklan yerler, beldelere ve arazi parçalarına göre
değişik bulunur. Fakat oruç hususunda kabul edilen görüşe göre, bunların doğuş
yerlerine bakılmaz. Fetva buna göredir. Bundan dolayı, batı ülkesinde bulunanlar
Ramazan hilâlini görecek olsalar, bunu haber alan doğu bölgelerindeki
müslümanlar üzerine de oruç tutmak gerekir. Ancak bir beldedeki görünüş, diğer
bir belde halkı hakkında geçerli olabilmesi için, bu görünüş hakkında olan
şehadetin hakim tarafından benimsenip karara bağlanması lâzımdır. Yoksa sadece
bir görüşü haber vermek, hilâli görmeyen memleket halkı için bir delil olamaz.
Şöyle ki: Bir belde hakimine iki adil adam gelip şöyle demelidirler: "Falan
memlekette hilâli gördüklerine dair olan şahidlerin şehadetlerini, o memleketin
hakimi usulüne göre kabul edip hüküm vermiştir." Hakimin hükmü bir senet ve
delildir. Bunlar da bu hükme şahidlik etmiş olurlar. Artık öteki memleketin
hakimi de bu şehadeti kabul ederek ona göre hüküm verebilir. Başka bir
memlekette, hilâlin görülmüş ve karara bağlanmış olduğunu gelip haber verenler,
sözleri inkâr edilemeyecek kadar büyük bir çoğunluksa, böyle bir hükme ihtiyaç
görülmeksizin haber gereği üzre işlem yapılır.
Oruç hususunda ayın doğuş yerlerinin çeşitli oluşuna ve bunun hesapla
belirlenmesine itibar edilmemesi, şu hadis-i şerif ile aynı manayı taşıyan başka
hadislere dayanmaktadır.
"Hilâli gördüğünüz zaman oruç tutunuz ve hilâli görünce de iftar ediniz."
Bu hadis-i şerife göre oruç ile iftar, hilâlin görülmesine bağlanmıştır. Bundan
dolayı müslümanlardan bir kısmının hilâli görmesi ile, oruca esas olan hilâli
görme olayı meydana çıkmış olur. Böylece farz olan orucu tutma ve bayram yapma
gereği hepsine yönelmiş bulunur.
Dinin bu hükümleri, hilâlin değişik beldelerde farklı zamanlarda doğuşuna itibar
edilmesini veya hesab ehlinden sorulmasını emretmemiştir. Hilâlin fenne
dayanarak görülemeyeceğini araştırmak da gerekmemektedir. Çünkü bu fennî
araştırma, her yerde ve her zaman mümkün olmaz. Dinin gösterdiği kolaylığa da
uymaz.
Yine, hilâli haber veren iki haberciden birinin fenne dayanarak haberini,
diğerinin rüyete (görüşe) dayanarak haberini tercih etmek de çok kere uygun
olamaz. Çünkü bunlardan birinin hesabda, diğerinin görmede hataya düşmesi
ihtimali vardır.
(Malikî ve Hanbelîlerin mezheblerine göre de doğuşun değişik olmasına itibar
olunmaz. Şafiîlere göre, aralarında yirmi dört fersah veya daha çok bir uzaklık
bulunan iki beldede, değişik doğuşlara itibar olunur. Birinde hilâlin görülmesi,
diğeri için görülme sayılmaz.)
Hilâlin doğuş yeri değişikliklerine itibar edilmediğine göre, bir belde halkı
Ramazan hilâlini görüp yirmi dokuz gün oruç tuttuktan sonra bayram yapsalar,
diğer bir belde halkı da yine hilâli görerek otuz gün oruç tuttukları meydana
çıksa, önceki belde halkının bayramdan sonra kaza olarak bir gün oruç tutmaları
gerekir. Çünkü ilk hilâli görüşe itibar olunmaz. Bu belde halkının hilâli bir
gün sonra görmüş olmaları ihtimali vardır.
Hanefi fıkıh alimlerinden bazılarına göre, doğuş yerlerinin değişik olması
geçerlidir. Bundan dolayı batıda hilâlin görülmesi sebebiyle doğuda bulunan
müslümanlar için o gün oruç tutmak veya iftar etmek gerekmez. Bu hususta her
belde halkı, kendi görgüsüne göre işlem yapar, oruç tutar, bayram yapar ve
kurban keser. Bununla beraber, aralarında yirmi dört fersahdan az bir uzaklık
bulunan iki belde arasında bu ayrılık mümkün olmaz. İşte böyle birbirine yakın
iki beldeden birinde görülen hilâl, diğerinde geçerli olur.
Ramazan orucuna başlanması veya bayram yapılması için astronomi ilmini bilen
adalet sahibi vakit uzmanlarının sözlerine baş vurulup vurulamayacağı hususunda
fıkıh alimleri arasında iki görüş vardır. Sahih kabul edilen çoğunluğun görüşü,
bu konuda onların sözü kabul edilmez. Öyle ki, bir vakit uzmanının yaptığı hesab
ile kendisinin işlem yapması bile caiz değildir. Gerçekten fennî hesablar kesin
ise de, bu hesabları yapanların hata yapmayacakları kesin değildir. Bundan
dolayı takvimler arasında daima ayrılık görülmektedir.
Bununla beraber her yerde böyle ince hesablar yapabilecek insanlar
bulunamayacağından bunların sözlerine başvurmak gereği, özellikle sahra gibi
yerlerde ve dağınık bir halde yaşayan müslümanlar için zorluğu gerektirir.
Halbuki şeriat bu hususta kolaylık göstermiştir. Bir hadis-i şerifde
buyurulmuştur:
"Hilâli gördükten sonra oruç tutunuz ve hilâli gördükten sonra iftar ediniz
(bayram yapınız). Size hava kapalı olunca da, Şaban ayını otuza tamamlayınız."
Anlaşılıyor ki, şeriat orucu, hiç bir zaman değişmeyecek temelli ve basit olan,
herkes tarafından anlaşılıp kabul edilecek olan bir delile bağlamıştır ki, o da
hilâlin görülmesidir.
Gerçekten müneccimlerin sözleri hesab kurallarına dayanır. Fakat aralarında çok
kere ayrılık bulunmakta, sözleri kararlı bulunmamaktadır. Bir de hesaba nazaran
kamerî aylar, mutlaka otuz veya yirmi dokuz gün olmayıp az çok kesirli
bulunmaktadır. Şeriat ise, orucun ya tam otuz veya tam yirmi dokuz gün
tutulmasını emretmiştir.
Azınlıkta olanlara ait diğer bir görüşe göre, bu konuda vakit uzmanlarının ve
müneccimlerin sözlerine başvurulabilir. Bunların sözlerine güvenmekte bir
sakınca yoktur. Fıkıh alimlerinden Muhammed ibni Mukatil, onların kendi
aralarında fikir birliği yaptıkları sözlerine güvenir ve onlardan sorardı. Ancak
bu konuda onlardan bir topluluğun fikir birliği yapmış olması lâzımdır. Kadı
Abdülcebbar da; "Müneccimlerin sözlerine güvenmekte bir sakınca yoktur,"
demiştir.
Memleketimizde bir müddetten beri, bu görüşe uygun olarak kamerî aylar Rasathane
tarafindan bir belge halinde tayin edilmektedir.
(Malikî ve Hanbelî fıkıh alimlerine göre müneccimlerin sözlerine güvenilmez.
Bunun için onların sözleri ile herkes için oruca başlamak gerekmez. Yalnız
Malikîlerce, güvenilir bir görüşe göre, müneccimler kendi hesabları ile işlem
yaparak oruç tutabilirler. Müneccimlerden işitip dogru olduğuna kuvvetle inanan
kimse de, onun hesabına dayanarak oruca başlayabilir.
Şafiîlerce de müneccimin sözü, kendi hakkında ve kendisini doğrulayan kimse
hakkında geçerli ise, de, tercih edilen görüşe göre, bütün insanlar için geçerli
degildir. Buna göre, müneccimin sözü üzerine herkesin oruca başlamasi vacib
olmaz. Şafiîlerden yalnız İmam Sübkî'nin bu konuda bir eseri vardir. Bu şahıs,
hesabın kesin olduğunu göz önüne alarak müneccimlerin sözlerine güvenileceğine
inanmıştır. Fakat diğer Şafiî olan alimler tarafindan bunun sözü kabul
edilmemiştir.)
Oruçlara Ait Niyetler
Herhangi bir oruca kalb ile niyet yeterlidir. Oruç için sahura kalkılması da bir
niyettir. Niyetin dil ile de yapılması mendubdur.
Ramazan orucu, tayin edilmiş adak ve mutlak nafile oruçlar için niyetin vakti,
güneşin batışından başlayarak kaba kuşluga kadar devam eder. Bu zaman içinde
niyet edilebilir. Fakat güneş batmadan önce veya tam istiva zamanında veya ondan
sonra akşama kadar hiç bir oruca niyet edilemez. Böyle niyet hususunda, mukîm,
misafir, sağlıklı ve hasta olanlar eşittir.
Bununla beraber istiva zamanina kadar böyle niyet edilebilmesi, ikinci fecirden
sonra yiyip içmek gibi orucu bozan haller bulunmadığı takdirdedir. Böyle orucu
bozan bir şey, kasden veya sehven yapılacak olsa, artık niyet caiz olmaz.
(Malikîlere göre, nafile oruç için böyle gün ortasına kadar niyet edilemez.
Çünkü sabahleyin niyet edilmeyince, o gün iftar etmek kararlaşmış olur. Bir
günün hem oruca, hem de iftara ihtimali olamaz.
Şafiîlere göre güneşin batışından öncesine kadar niyet edilebilir. Yeter ki,
sabahdan itibaren oruca aykırı bir iş yapılmamış olsun. Çünkü nafile ibadet için
din yönünden takdir edilmiş bir zaman yoktur. Bu oruç, oruç tutacak olan
kimsenin isteğine bağlıdır. Zevalden sonra da oruç tutma arzusu bulunabilir.)
Bütün kaza ve keffaret oruçları ile mutlak adak oruçları için niyetin geceleyin
veya ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır. Ayrıca bu oruçları niyette
göstermek (tayin etmek) lâzımdır. Bundan dolayı bunlardan herhangi biri için
fecirden sonra niyet edilirse veya bunlardan hangisinin tutulacağı kalb ile
tayin edilmezse, bu oruçların tutulmaları sahih olmaz. Çünkü bu oruçlar için
belli bir gün yoktur. Bunlara hangi günlerin ayrılacağı, ancak böyle bir niyet
ile tayin edilmiş olur. Ramazan orucu, belirlenmiş adak, herhangi bir nafile
oruç için mutlak bir niyet yeterlidir. "Yarınki günün orucunu tutmaya, yarın
oruç tutmaya, yarın nafile oruç tutmaya", diye niyet edilebilir. Bununla beraber
bunlar için geceleyin niyet edilmesi, bu oruçların tayin edilmesi ve şöyle
denilmesi daha faziletlidir: "Yarınki Ramazan orucunu tutmaya niyet ettim."
Ramazanın her günü için ayrıca bir niyet gerekir. Çünkü araya geceler
girmektedir. Ayrıca her günün orucu başlıbaşına bir ibadet bulunmaktadır. Bunun
içindir ki, bir günün orucundaki bozukluk, diğer günün sıhhatine engel olmaz.
Bir kaza orucuna fecrin doğuşundan sonra niyet edilecek olsa, bununla kaza sahih
olamayacağından, nafile oruç tutulmuş olur. Eğer bu oruç bozulacak olsa, kaza
edilmesi gerekir. Çünkü başlanmış olan bir ibadet yarıda bırakılamaz.
Bir kimse, daha güneş batmadan: "Yarın oruç tutayım," diye niyet edip de, sonra
yarınki günün istiva zamanına kadar uyusa, gafil veya baygın bir halde bulunsa,
oruç tutmuş olmaz. Fakat güneşin batmasından sonra böyle niyet etmiş olursa,
orucu sahih olur.
Bir kimse, ramazan ayında ramazan olduğunu bildiği halde, ne oruca ve ne de
iftara niyet etmemiş bulunsa, sağlam rivayete göre, oruçlu bulunmuş olmaz.
Bir kimse, geceleyin herhangi bir oruç için niyet etmiş bulunsa, sonra fecrin
doğuşundan önce bu niyetinden dönse, bu dönüşü sahih olur. Fakat oruçlu bir
kimse, orucunu bozmaya niyet ettiği halde bozmasa, sadece bu niyet ile orucu
bozulmuş olmaz.
"İnşallah yarın oruç tutmaya niyet ettim," diye yapılan bir niyet sahihdir.
Fakat: "Yarın davete çağrılırsam iftar etmeye, çağrılmazsam oruç tutmaya," diye
yapılan bir niyet geçerli değildir. Böyle tereddütlü bir niyetle oruç tutulmuş
olmaz.
İstiva zamanına kadar niyet edilmesi caiz olan oruçlarda, gündüzün niyet
edileceği takdirde, o günün başlangıcından itibaren oruçlu bulunmuş olmaya niyet
edilmesi gerekir. Niyet edileceği andan itibaren oruç tutmaya niyet edilecek
olsa, bununla oruç tutulmuş olmaz.
Ramazan gecesinde veya gündüzünde bayılan veya deliren kimse, istiva zamanından
önce kendine gelip oruca niyet edince oruçlu bulunmuş olur.
Bir kimse, Ramazan ayında başka bir vacib oruca niyet edecek olsa, o kimse
Ramazan orucuna niyet etmiş sayılır. Bu konuda iki İmama göre, mukim ile misafir
arasında fark yoktur İmam Azam'a göre, misafir olunca, niyet ettiği vacib için
oruçlu bulunmuş olur. Çünkü misafirin Ramazan orucunu tutma mecburiyeti yoktur.
Nafile oruca niyet edilecek olsa, sahih olan görüşe göre, ramazan orucuna niyet
edilmiş olur. Hastanın da bu şekilde olan niyetleri, sahih olan görüşe göre,
Ramazan orucuna sayılır.
Misafir ile hastanın mutlak şekildeki niyetleri de Ramazan orucuna sayılır.
Muayyen bir adak gününde, keffaret veya ramazan orucunu kaza gibi, başka bir
vacibe niyet edilerek oruç tutulmuş olsa, sahih olan görüşe göre, bu oruç o
vacib için sayılır; o muayyen nezir orucunun kaza edilmesi gerekir.
Bir oruç için hem keffarete, hem de nafileye niyet edilse, keffaret olarak caiz
olur. Fakat bir oruç için hem kazaya, hem de yemin keffaretine niyet edilecek
olsa, hiç biri geçerli olmaz. Çünkü bunların aralarında zıddiyet vardır. Bu
durumda o oruç bir nafile olmuş olur.
Bir veya birkaç ramazandan orucu kazaya kalmış olan kimse için uygun düşen,
bunları kaza ederken: "Üzerine kazası ilk vacib olan oruca" niyet etmektir.
Bununla beraber böyle belirtilmeksizin yalnız kazaya niyet etmesi de yeterlidir.
Bir kadın henüz adet içinde iken, geceleyin oruca niyet edip fecirden önce
temizlenecek olsa, orucu sahih olur.
Esir bulunan kimse, Ramazan ayının girip girmediğini bilemezse araştırır ve
kanaatına göre oruç tutar. Sonra bakılır: Eğer orucu ramazana rastlamışsa veya
ramazandan yahut oruç tutulması yasak olan günlerden sonra geceleyin niyet
ederek oruç tutmuş ise, orucu ramazandan sayılır. Ramazan günlerinden noksan
olarak oruç tutmuşsa, bu noksan günleri kaza eder. Fakat Ramazandan öncesine
rastlamışsa, caiz olmaz, yalnız nafile bir oruç olur.
Oruçlu İçin Mekruh Olan ve Olmayan Şeyler
Oruçlu olanın su ile ıslatılmış bir misvakı kullanması İmam Ebu Yusuf'a göre
mekruhtur. Fakat diğer alimlere göre, sabahleyin yahut zevalden sonra yaş ve
kuru misvak kullanmakta kerahet yoktur.
(İmam Şafiî'ye göre, zevalden sonra misvak kullanılması mekruhtur.)
Oruçlu kimsenin istincada (büyük abdest temizliğinde) ve abdest alırken ağzına,
burnuna su verirken aşırı gitmesi, fazla su doldurup taşırması mekruhtur.
Oruçlunun bir özrü bulunmaksızın pişirilen yemeği yalnız ağzı ile tadması
mekruhtur. Bir kocanın kötü huylu olması, karısı için bir özürdür; böyle bir
kadın pişireceği yemeğin, yutmaksızın, tadına ve tuzuna bakabilir.
Oruçlu bir kimsenin satın alacağı bal ve yağ gibi şeylerin iyi olup olmadığını
anlamak için yalnız ağzı ile onlardan tadmasında kerahet vardır. Bir görüşe
göre, muhakkak satın alınması gerekiyorsa yahut aldanmaktan korkuluyorsa, boğaza
kaçırmamak şartı ile tadına bakılmasında kerahet yoktur.
Oruçlu kimsenin, önceden çiğnenmiş beyaz ve parçalanmaz bir sakızı çiğnemesi
mekruhtur. Fakat yeni bir sakızı çiğnemek caiz değildir. Erkekler oruçlu
olmadıkları zamanlarda da sakız çiğnemeleri hoş değildir. Bir özür sebebiyle
çiğneyeceklerse, gizlice çiğnemeleri güzel görülmüştür.
Oruçlunun kan aldırması, orucunu koruyamayacak şekilde zayıf düşmesinden
korkulursa mekruhtur; değilse mekruh olmaz. Bununla beraber uygun düşen, bunu
güneş batışından sonraya bırakmaktır.
Ramazanda harareti azaltıp serinlenmek için ağza ve buruna su almak ve soğuk su
ile yıkanmak, İmam Azam'a göre mekruhtur. Çünkü böyle bir hareket, ibadet için
bir daralma göstermek demektir. Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, bunda kerahet
yoktur. Çünkü böyle yapmakla ibadete yardım edilmiş ve doğal olan sıkıntı
giderilmiş olur. Fetva da buna göredir.
Kendine güvenemeyen bir oruçlunun zevcesini öpmesi ve okşaması mekruhtur.
Oruçlu kimsenin zevcesi ile çıplak oldukları halde boyun boyuna sarılmaları
kendine güvensin veya güvenmesin, her halde mekruhtur. Bu harekete "Fahiş
mübaşeret Aşırı yaklaşma" denir. Zevcesinin dudaklarını emmesi de, her halde
mekruhtur; buna da "Fahiş kuble Aşırı öpüş" denir.
Oruçlu kimsenin cünub olarak sabahlaması veya gündüzün uyuyup ihtilâm olması
orucuna zarar vermez. Fakat mümkün olduğu halde geceleyin yıkanmamak mekruh
değildir, denemez.
Oruçlu kimsenin gül ve misk gibi kokuları koklaması da mekruh değildir. Sürme
çekmesi, bıyık yağı kullanması da mekruh değildir.
Ancak erkeklerin süs maksadı ile sürme çekmeleri ve bıyıklarına yağ sürmeleri
mekruhtur.
Orucu Bozan ve Bozmayan Şeyler
Kasden yeyip içmek ve oruca aykırı olan işleri yapmak orucu bozar. Bu işlerin
bir kısmı yalnız kazayı ve bir kısmı da hem kaza, hem de keffareti gerektirir.
Bunlar açıklanacaktır.
Unutarak bir şey yemek ve içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozmaz. Bu
hususta farz, vacib ve nafile oruçlar arasında bir fark yoktur. Çünkü unutma ve
yanılma ile yapılan işler bağışlanmıştır.
(Malikîlere göre, bunların her biri ile farz olan oruç bozulur, kazası gerekir.
Çünkü orucun rüknü olan imsak kaybolmuştur.)
Yanılarak yemek yiyen bir oruçluya rastlanınca, bakılır: Eğer oruç tutmaya güçlü
görülüyorsa, ona oruçlu olduğunu hatırlatmamak, tercih edilen görüşe göre,
harama yakın mekruhtur. Fakat çok yaşlı ve zayıf kimse olunca, diğer ibadetleri
sağlam yapabilmesi için, ona hatırlatılmaz. Uykuya dalmış bir kimseyi, vakti
geçmeden namaz kılmak için uyandırmak da bir görevdir: Uyuyan özürlü sayılır;
fakat uyandırmayan özürlü sayılmayacağı için günah işlemiş olur.
Uyku halinde bir şey yeyip içmek orucu bozar. Bu yanılma işi gibi sayılmaz.
Oruçlu olduğu halde yemek yiyen kimseye: "Sen oruçlusun" denildiği halde, hiç
aldırış etmeyerek yemesine devam etse, sahih olan görüşe göre, orucu bozulur ve
ona kaza gerekir.
Hata yolu ile yeyip içmek de orucu bozar. Bunun için, oruçlu olduğunu bildiği
halde bir kimse, kasıd olmaksızın hata ile bir şey yeyip içse, abdest alırken
boğazından aşağı su kaçsa veya ağzına yağmur ve kar taneleri düşüp midesine
doğru gitse orucu bozulur ve üzerine kaza gerekir. Fakat oruçlu olduğu hatırında
yoksa, bunlardan dolayı orucu bozulmaz.
Ağza su verip çalkaladıktan sonra ağızda kalan yaşlığın tükrükle beraber
yutulması orucu bozmaz.
Yine insanın baş kısmından burnuna inen akıntıyı kasden içeri çekip yutması da
orucu bozmaz.
Dişlerin arasından çıkan kan boğaza gidecek olsa, bakılır; Eğer az olur da
içeriye geçmezse, orucu bozmaz. Çünkü âdet gereği bundan korunmak mümkün
degildir. Çok olmakla beraber çoğunluğu tükürük teşkil ediyorsa, hüküm yine
böyledir. Fakat çoğunluğu kan olur ve tadı duyulur bir halde veya kanla tükürük
eşit bulunursa, yutulunca oruç bozulur. Çıkarılan diş için de bu haller
geçerlidir.
Ağızdan dışarı çeneye dogru iplik halinde sarkan ve ağızdan kopup ayrılmayan
ağız salyasını içeriye çekip yutmak da orucu bozmaz. Çünkü bu halde henüz
ağızdan çıkmamış sayılır.
Bunun gibi, herhangi bir sebeble ağızdan çıkıp yıne ağıza girerek boğaza giden
bir su ile de oruç bozulmaz.
Kişinin konuşmakdan veya başka bir sebebden dolayı tükrükle ıslanmış dudaklarını
emmesi, orucunu bozmaz. Çünkü bunda bir zaruret vardır.
Göz yaşı veya yüz teri ağıza girecek olsa, bakılır: Eğer bir ve iki damla gibi
az bir şey ise, orucu bozmaz. Çünkü bundan kaçınmak mümkün degildir. Fakat
tuzluluğu bütün ağız içinde duyulacak derecede fazla olup da oruç hatirda iken
yutulacak olsa, orucu bozar.
Yenilmesi kasdedilmeyen ve kendisinden kaçınılması mümkün olmayan bir şeyin
içeriye gitmesi orucu bozmaz. Onun için, ilâç olarak ağrıyan dişe konulan
karanfilin tadı tükrükle boğaza kaçarsa, havada dağılan bir duman ve toz
topraktan, öğütülen veya tokmakla döğülen şeylerden kalkan toz, orucu bozmaz.
Uçan bir sineğin boğaza kaçması da böyledir. Fakat dişe ilâç olarak konulan bir
nesnenin meselâ karanfilin yutulması orucu bozar.
Yine, oruçlu bulunduğunu hatırladığı halde, kokladığı bir "Buhurun Kokunun"
dumanı içine gitse veya bir sineği tutup yutsa, orucu bozulur. Böyle bozulan bir
orucu kaza etmek gerekir.
Renk veren bir iplik parçasını defalarca ağıza alıp çıkarmak orucu bozmaz. Fakat
oruçlu olduğunu hatırlayan kimse, ağzına aldığı herhangi bir renkteki ipliğin
tükrüğünü yutacak olsa, orucu bozulur.
Dişlerin arasında kalmış olan bir yemek kırıntısı yutulsa, bakılır: Eğer az bir
şey ise, orucu bozmaz; fakat çok olursa bozar. Nohut tanesinden küçük olan şey
azdır; nohut tanesi kadar olan şey de çoktur. Bu bir ölçüdür.
Dişlerin arasında kalan susam veya buğday danesi gibi pek az bir şeyi yutmak
orucu bozmaz. Fakat böyle bir şey dışardan alınıp yutulsa, orucu bozar. Bu
halde, tercih edilen görüşe göre, keffaret de gerekir. Ancak böyle pek az bir
şey ağıza alınıp çiğnense oruca zarar vermez. Çünkü bu ağız içinde dağılır bir
zerre haline gelir. Ancak bunun tadı boğaza giderse oruç bozulur.
Nohut büyüklüğünden az olup dişler arasında kalan bir şey, ağızdan çıkarılıp
sonra yenirse orucu bozar. Ancak sahih olan görüşe göre keffaret gerekmez. Çünkü
böyle bir şeyi yemek, olağan dışı bir iştir.
Bir kusuntu, kendiliğinden gelince bakılır: Eğer ağız dolusu olmayıp içeriye
dönerse, ittifakla orucu bozmaz. Fakat içeriye döndürülürse, İmam Muhammed'e
göre orucu bozar. Çünkü imsâk kaybolmuştur. İmam Ebû Yusuf'a göre bozmaz; çünkü
bu az olduğu için abdesti bozmadığı gibi, orucu da bozmaz.
Fakat bu kusuntu ağız dolusu olup kendi başına içeriye dönecek olsa, İmam Ebû
Yusuf'a göre orucu bozar. Çünkü bu, taharete engeldir. İmam Muhammed'e göre
bozmaz; çünkü imsâk kasden terkedilmiş değildir. Ancak böyle bir kusuntu kısmen
veya tamamen sahibi tarafından geriye çevrilirse, ittifakla orucu bozar.
Bir kusuntu, sahibi tarafından kasden getirilince bakılır: Eğer ağız dolusu ise
ittifakla orucu bozar. Çünkü bu hal, hem taharete, hem de imsak'a engeldir. Bu
halde, içeriye az çok bir şey dönüp gider. Bunun için orucun kazası gerekir.
Fakat ağız dolusundan az olup da kendi başına geri dönerse, İmam Muhammed'e
göre, orucu bozar. Çünkü bu imsake engeldir. İmam Ebû Yusuf'a göre bozmaz; çünkü
az olduğundan taharete engel değildir.
Bu kusuntu, içeriye çevrildiği takdirde, hem İmam Muhammed, hem de İmam Ebû
Yusuf'dan bir rivayete göre, orucu bozar. İmam Ebû Yusufdan diğer bir rivayete
göre ise, bozmaz.
Yalnız yapışmak, öpmek ve oynamakla oruç bozulmayacağı gibi, yalnız bakmak ve
düşünmek sonucu olarak inzal olmakla da bozulmaz. Bunun için bir kimsenin
zevcesini öpüp okşaması ile onun orucu bozulmaz.
Yine, zevcesinin veya başkasının yüzüne veya herhangi bir uzvuna tekrar
suretinde olsa dahi, bakması ile ve bakışından veya bunları düşünüşünden dolayı
şehvetle akıntı olması ile de orucu bozulmaz.
İki yoldan başka herhangi bir uzva yapılacak temas sonunda inzal olmazsa, oruç
bozulmaz. Fakat inzal olunca oruç bozulur ve yalnız kaza gerekir. El ile meni
getirmek veya hayvan ve ölüye temasla olan inzal da böyledir.
Zevcesinin sıcaklığını duymayacak şekilde elbisesi üstünden tutmakla inzal olsa
orucu bozulmaz, sıcaklığını duymuşsa bozulur.
Yine, bir kadın kocasını, inzal oluncaya kadar tutsa, kocasının orucu bozulmaz.
Fakat bu tutması, kocasının teklifi üzerine ise, bu durumda orucunun bozulup
bozulmamasında ihtilâf vardır.
Bir erkek zevcesini veya bir kadın kocasını öpüp de erkekden meni, kadından bir
yaşlık belirse, bunların orucu bozulmuş olur, bundan dolayı da kaza gerekir.
Kadın bu öpme sonunda bir yaşlık değil de, bir lezzet duyacak olsa, İmam Ebû
Yusuf'a göre orucu bozulur. İmam Muhammed'e göre bozulmaz. Okşamak, el tutuşmak,
boyuna sarılmak da, öpme gibidir.
Oruçlu olan kimse, büyük abdest temizliği yaparken, içeriye su geçmemesi için
nefes alıp vermemelidir. Bu temizlik üzerinde aşırı gidilir de, su hukne yerine
kadar ulaşırsa, orucu bozar. Hukne (lâvman için kullanılan) bir ilâçtır. Bunu
kullanmaya "İhtikan" denir. Hukne için kullanılan özel alete de "Mıhkane
(Şırınga)" denir. Bu şırınganın ucu, aşağıdan, (makaddan) nereye kadar
yetişirse, oraya varacak kadar yapılacak bir istinca orucu bozar. Böyle bir
istinca da pek az yapılabilir. Zaten bunun yapılması sağlığa zararlıdır.
İhtikan (şırınga yapmak), buruna ilâç akıtmak, kulağa yağ damlatmak orucu bozar
ve kazayı gerektirir. Fakat kulağa giren su, orucu bozmadığı gibi, kulağa
dökülen su da, tercih edilen görüşe göre orucu bozmaz. Bunun gibi, üzerinde
kulak kiri bulunan bir karıştırıcının kulağa birkaç defa sokulup çıkarılması ile
de oruç bozulmaz. (İmam Şafiîye göre bozar.)
Erkeğin tenasül aletine damlatılan su veya yağ, mesaneye kadar gitse bile, İmam
Azam ile İmam Muhammed'e göre orucu bozmaz. Fakat mesaneye kadar gitmeyip de
tenasül organı içinde kalırsa, ittifakla bozmaz.
Su veya yağ ile ıslanmış bir parmağın ön veya arka tarafa sokulması, oruç
hatırlanması halinde olursa orucu bozar. Unutma halinde ise, bozmaz. Kuru bir
parmağın sokulması, her iki halde de orucu bozmaz.
İnsanın derisinden içeriye sızan şeyler orucu bozmaz. Bunun için vücuda sürülen
bir yağ veya yıkanılıp içeriye soğukluğu geçen bir su, orucu bozmaz.
Yine, göze dökülen bir ilâç orucu bozmaz, boğazda duyulsa bile... Göze sürülen
bir sürme de böyledir, izi ve rengi tükürükte görülse de... Çünkü bunların böyle
içeriye geçmesi derideki emişlerledir.
Oruçlunun kendi işi olarak ağzından başka, vücudunun herhangi bir kısmından
içine tamamen sokulup kaybolan veya başkası tarafından sokulup vücuda yarar
sağlayan herhangi bir şey orucu bozar. Bu hususta içeriye giden şeye bakılır,
gittiği yola bakılmaz. Bundan dolayı bir kimsenin başkası tarafından herhangi
bir uzvuna saplanıp vücutta kaybolan odun ve demir benzeri bir şey orucu bozar.
Fakat böyle bir şeyin bir ucu dışarda kalmış olursa, orucu bozmaz. Bir parçası
içeriye sokulmuş olan bir süngü veya bir odun parçası gibi...
Yine, iç boşluğa veya dimağa kadar uzayan derin bir yaraya konulan yaş bir ilâç,
içeriye veya damağa kadar geçince orucu bozar, kazayı gerektirir.
Bu mesele, İmam Serahsî'nin "Mebsut" adlı kitabındaki açıklamasına bakılırsa,
İmam Azam'a göredir. Bu esas üzerine denilir ki, Ramazanda gündüz vakti vücuda
yapılan iğne de orucu bozar ve kazayı gerektirir. Çünkü bu, hem oruçlunun rızası
ile yapılmakta, hem de vücudun yararına yapılmış bulunmaktadir. İğne aracılığı
ile vücudda bir yol açılıyor ve böylece ilâç tam vücudun içine akıtılmış oluyor.
Artık bu şekilde ilâcın içeriye girmesi, suyun deriden emilerek içeriye geçmesi
gibi degildir. Bundan dolayi açık bir ihtiyaç veya zaruret bulunmayınca, iğneler
iftardan sonra yapılmalıdır. İhtiyata uygun olan budur.
Hatta bir görüşe göre, başkası tarafindan sokulup vücudun içinde kaybolan demir
parçası gibi bir şey, vücudun yararına olmadığı halde, yine orucu bozar.
İki imama gelince, bunlara göre bir şey, tabiî yoldan içeriye gitmedikçe oruç
bozulmaz. Çünkü oruç; "Yaratılışta bir yol ve kanal olan bir uzuvdan (organdan)
bir şeyi içeriye sokmaktan kendini tutmaktır." Biz böyle bir imsak ile
emrolunmuşuz. Bu hususta geçici olan yol ve kanallara itibar edilmez.
Bunun için dışardan bir yaraya konulan ilâç, boşluğa kadar gitse de, orucu
bozmaz. Vücudun derisini yırtarak içeriye gidip kaybolan bir demir, bir kurşun
parçası hakkında da hüküm böyledir. Buna göre iğne ile de orucun bozulmaması
gerekir. Evvelce, fetvahane tarafindan da bu yolda fetva verilmişti. Fakat daima
ihtiyat yolunun gözetilmesi iyidir.
Baştaki veya karındaki bir yaraya konulup yaranın ıslaklığı ile damağa veya
boşluğa gitmeyen bir ilâçtan ittifakla oruç bozulmaz. Fakat böyle bir yaraya
konulup damağa veya ileriye gidip gitmediğinden şübhe edilen sıvı bir ilâç, İmam
Azam'a göre orucu bozar. Çünkü böyle bir ilâç âdet bakimindan içeriye geçer. İki
imama göre, bununla oruç bozulmuş olmaz. Çünkü böyle şübhe ile oruç
bozulamayıcağı gibi, tabiî olmayan bir yoldan içeri giren bir ilâç ile de oruç
bozulmaz.
Kaza Edilmesi Gereken ve Gerekmeyen Oruçlar
Yolculuk veya hastalık özrü ile Ramazan orucunu tutmamış olan kimse, bunları
kaza etmeye elverişli bir vakit bulamadan önce ölse, üzerine kaza gerekmediği
gibi, fidye vermesi de lâzım gelmez. Ancak oruçları için fidye verilmesini
vasiyet etmiş olursa, malının üçte birinden bu vasiyetin yerine getirilmesi
gerekir.
Fidye, fakir bir kimseyi sabah ve akşam doyuracak olan bir günlük yiyecektir.
Bu, bir fitre sadakasına eşittir.
Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu tutamamış olan kimse, bunun
tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir zaman bulmuş olduğu halde, bunları
kaza etmeden ölürse, malı olduğu takdirde, kazaya kalan her gün için malının
üçte birinden ödenmek üzere bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Bu
fidye fakirlere verilir. Bir özrü olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan
kimse üzerine de, öldüğü zaman malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet
etmelidir ki, bu vacibdir. Kaza edecek zaman bulamasa da hüküm aynıdır. Çünkü
yapılması mümkün olan bir ibadeti terk etmiştir. Vasiyet etmediği takdirde,
varislerin bu fidyeyi vermeleri üzerine vacib olmaz. İsterlerse kendi
mallarından bir bağış olarak verebilirler. Varisler ve varis olmayanlar, ölü
adına orucu tutmak suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan
ibadetlerde, başkasına vekâlet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları
oruçların sevabını ölüye bağışlayabilirler.
(İmam Şafiî'ye göre, ölü vasiyet etsin veya etmesin, onun geriye bıraktığı malın
tümünden kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Böyle bir ölü adına da
velisi oruç tutabilir.)
Tutulamayan oruçlardan dolayı fidye verilmesi, Ramazan orucu ile Ramazan ayından
kazaya kalan oruçlara ve nezir oruçlarına mahsustur. Yemin ve adam öldürme
keffaretleri için gereken oruçları tutmaktan aciz kalan kimsenin, daha hayatta
iken fidye vermesi caiz değildir. Fakat bu oruçlar için vasiyet etmesi caizdir.
Bozulan herhangi bir nafile orucun kazası gerekir. İster bu orucu bozma,
oruçlunun kendi isteği ile olsun, ister olmasın aynıdır. Bunun için nafile oruç
tutmaya başlayan bir kadın, âdet görerek olsa, sahih olan görüşe göre, bu orucu
kaza etmesi gerekir. Çünkü başlanmış bir ibadeti yarıda bırakmamak ve yüklenilen
bir din görevini yok etmemek vacibdir, gereklidir.
(Şafiîlere göre böyle bir oruçlu serbesttir, dilerse bu orucu kaza eder, dilerse
etmez. Çünkü üzerine vacib olmayan bir ibadete başlamıştır. Yerine getirmediği
fazladan bir ibadet için kendisine kaza gerekmez.)
Bir kimse, fecrin doğuşundan sonra kaza orucuna niyet etse, bu oruç kaza yerine
geçmez, nafile bir oruç olur. Çünkü geceden niyet edilmesi gerekirdi. Bu orucu
bozacak olsa, ayrıca kazası gerekir.
Ramazanın başından sonuna kadar baygın bir halde olan kimse, sonradan kendine
gelince, üzerine kaza gerekmez. Bunda ittifak vardır. Çünkü bayılma hali bir
hastalıktır. Fakat böyle bir halin bu kadar uzaması da çok az olur. Nadir olan
şeylerdeki güçlük de izne sebeb olamaz.
Delirmiş olan bir adam, Ramazan içinde kendine gelip iyileşse, geçmiş günleri
kaza eder. Fakat bir kimsenin delirmesi, Ramazanın başından sonuna kadar veya
son günün zevalinden sonraya kadar devam etse, sonradan iyileşmekle kendisine
kaza gerekmez. Çünkü bunda güçlük vardır: sahih olan da, budur. Yine böyle
delirmiş olan kimse, Ramazan gecelerinden birinde iyileşip de, sonra fecirden
itibaren yine delirse, üzerine kaza gerekmez.
Delirmiş olan kimsenin iyileşmesi, kendisindeki delirmenin tamamen ortadan
kalkması ile olur.
(Malikîlere göre, delirme de bayılma gibidîr. Onun için kazası gerekir.)
Orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden iler ki Ramazana yetişince, gelen
ramazan orucunu, kaza orucundan önce tutar. Çünkü kaza için zaman geniştir ve
elverişlidir.
(Şafiîlere göre, bir ramazana ait kaza orucunu, diğer Ramazan gelmeden önce
tutmak gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci bir Ramazan gelince, hem
kaza ve hem de her gün için bir fidye vermek gerekir: Çünkü kaza vaktinden
çıkarılmıştır. Kazayı, vaktinden sonraya bırakmak ise, yerine getirilmesi
gereken bir ibadeti sonraya bırakmak gibidir. Hanefi mezhebinde, kaza için belli
bir vakit gösterilmemiştir. Buna dair âyet-i kerime kazayı herhangi bir vakitle
sınırlandırmış değildir.
Bir gayrimüslim Ramazan ayı içinde müslüman olduğu halde, geri kalan günleri
oruç tutmayacak olsa, bakılır: Eğer küfür diyarında İslâma girmişse ve Ramazan
ayı çıkıncaya kadar orucun farz olduğunu öğrenmemişse, özürlü sayılır. İslâma
girdikten sonra geçirdiği günler için kaza etmesi gerekmez. Fakat İslâm yurdunda
ihtida (İslâm dinini kabul) etmişse, her halde kaza etmesi lâzımdır. Çünkü İslâm
ilinde bu gibi cehalet özür sayılmaz.
Çocuklar için oruç tutmak, namaz gibidir. Bunun için on yaşında bulunan bir
çocuğa oruç tutması emredilir. Tutmasa hafifçe dövülebilir. Bununla beraber
tutmazsa, kaza etmesi gerekmez. Bir de çocuğun oruca gücü yetmelidir. Oruçtan
zarar görecek olan çocuğa: "Oruç tut" diye emredilmez.
Keffareti Gerektirmeyen Oruçlar
Ramazan orucundan başka hiç bir orucun bozulmasından dolayı bir ceza ve
geçmişteki kusuru düzeltme olarak iki ay oruç tutmak gerekmez. Çünkü Kur'an'ın
açık beyanı, yalnız tutulan Ramazan orucunun bozulması üzerine keffareti gerekli
kılmaktadır.
Ramazan orucunun bozulmasından dolayı keffaret gerekmesi için, hem şekil ve hem
de mana bakımından iftar (orucu bozan bir şey) gerçekleşmelidir. Bu da, âdet
olarak gıdalanmak, tedavi olmak veya lezzetlenmek kasdı ile yenip içilen
şeylerden birini kendi isteğiyle ve kasden yutmakla veya bir canlı kişiye kendi
isteğiyle kasden iki yoldan biriyle cinsel ilişki kurmakla meydana gelir. Bunda
inzal olması şart değildir.
Bunun için gıda sayılmayan, beden için elverişli olmayan, aslen murdar olup
kendisinden tiksinilen bir şeyin rıza ile ve kasden yenip içilmesinden veya bir
ilâcın ağızdan başka bir yerden içeriye akıtılmasından dolayı keffaret gerekmez.
Yine, diri bir insana başka bir taraftan veya ölü insana normal yoldan, ölü veya
diri bir hayvana herhangi bir taraftan isteyerek yapılan ve inzal bulunan
temaslar da bu hükümdedir. Yalnız kazayı gerektirir. Dinde yasak ve haram olan
işleri yapmak da ayrıca azaba sebeb olur.
(Şafiîlere göre, ölü veya hayvan hakkindaki cinsel ilişki keffareti gerektirir.
Çünkü bu halde, oruca engel olan bir temas bulunur.
Keffaret, oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın bir cezasıdır. Bunun için bir
kimse, Ramazanda oruca asla niyet etmediği gibi, asla iftar da etmeyip imsak
etmiş bulunsa (oruç tutsa), üzerine yalnız kaza lâzım gelir.
Fakat İmam Züfer'e göre, oruç için mutlak surette imsak yeterlidir. Bunun için,
niyet bulunmasa da, yalnız imsak yapılsa oruç tutulmuş olur. Artık ne kaza, ne
de keffaret lâzım gelir. Bu durumda kasden yapılacak bir iftar hem kazayı, hem
de keffareti gerektirir.
Yine; Oruca asla niyet etmediği halde, gündüzün kasden iftar edilse, yalnız kaza
gerekir. Böyle bir yersiz davranıştan dolayı, ayrıca sorumluluk doğar. Tevbe
edip mağfiret dilemek gerekir. Fakat keffaret gerekmez.
Yine, geceleyin niyet edilmeyip sabahleyin zevalden önce (nehar-i şer'înin
yarısından önce) oruca niyet edilip de, ondan sonra kasden iftar edilecek olsa,
yine yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Bu İmam Azam'a göredir. İki İmama
göre (İmam Muhammed İmam Ebû Yusuf), niyet bulunmaksızın imsak edilse (oruç
tutulsa) veya zevaldan sonra iftar edilse, kaza lâzım gelir, keffaret gerekmez.
Fakat zevalden önce iftar edilse, hem kaza, hem de keffaret gerekir; çünkü
zevalden önce oruca niyet edilmesi mümkündür.
(İmam Malik'e göre, bir özrü bulunmadığı halde iftar eden her mükellef üzerine
keffaret gerekir.
İmam Şafiî'ye göre, yalnız cinsel ilişkiden dolayı keffaret gerekir ve bu iş
tekrarlandıkça, keffaret de tekrarlanır. Çünkü keffaretlerde ibadet manası daha
yüksektir. İbadetlerde tedahül (birkaç keffaretin bir sayılması) mümkün
değildir.)
Ramazanda oruca niyet etmiş bir kimse için bilerek ve isteyerek yenilmesi ve
içilmesi keffareti gerektiren şeylerden bir kısmı şunlardır:
Ekmek, yemek, yağ, peynir, buğday, kavrulmuş arpa, yağ ile yoğrulmuş darı otu,
pişmiş veya çiğ et, su, kar, dolu, sebze suları, karpuz, kavun, yaş ve kuru
meyveler, yaş olup temiz bulunan karpuz kapuğu, üzüm tanesi, taze küçük üzüm
yaprağı, yenen diğer yapraklar, bitkiler, safran, misk, kâfur, herhangi bir
ilâç, yenmesi âdet halinde olan çamur, kilermeni, gebenin canı isteyip yiyeceği
çamur, bütün içkiler, tütün, nargile, enfiye, emilen bir şekerin boğaza giden
tadı.
Bunlarda, yenip içilmek bakımından şeklen iftar bulunduğu gibi, bedenin yararına
elverişli bulunmaları veya bunlarla lezzetlenilmesi bakımından da mana yönünden
iftar vardır.
Kasden yutulacak bir taş, bir demir, bir kurşun, bir çekirdek, kuru kabuklu bir
fındık veya badem, orucu bozar. Kazayı gerektirirse de, keffaret icab etmez.
Çünkü bunlarda şeklen iftar varsa da, yenilmeleri âdet edinilmediğinden mana
bakımından iftar yoktur.
Yine, yutulan bir kâğıt parçası, bir pamuk, adi çamur, bir toprak, kuru bir ot,
bir saman parçası, yetişmemiş ayva, tanesi kuru veya yaş kabuklu ceviz tanesi,
kabuklu yumurta kazayı gerektirirse de, keffareti gerektirmez. Çünkü âdet
bakımından bunlarla gıdalanılmaz ve bunlarda tedavi kasdedilmez: Kuru fıstık
ise, içi olduğu halde çiğnenirse, keffareti gerektirir. Çiğnenmeden yutulursa,
keffareti gerektirmez. Fıstığın başı yarılmış olsa da, hüküm yine aynıdır.
Kuru pirinç, kuru darı, mercimek, fig de keffareti gerektirmez. Çünkü bunlarla
gıdalanmak âdet değildir.
Buruna kaçan su veya akıtılan ilâç da böyledir. Çünkü bunlarda, rıza ile yutup
iftar yapmak yoktur. Sadece bir yararlanma ise, yalnız kazayı gerektirir.
Başkasının tükrüğünü, başkasının ağzından çıkmış olan lokmayı, kendi ağzından
çıkıp da biraz dışarda kalmış olan lokmayı alıp yutmak da yalnız kaza
gerektirir, keffaret gerekmez. Çünkü insan yaratılışı bakımından bunlardan
tiksinir. Geçerli sayılan rivayete göre, kan da böyledir. Fakat dostun tükrüğünü
alıp yutmak, Ramazan orucu için keffareti gerektirir. Çünkü bununla
lezzetlenilir. Afyon gibi sarhoşluk veren kuru otlar da böyledir.
Sonuç
Keffaret, insanları bazı işlerden engellemek içindir. Bu engelleme, yenip
içilmesi âdet olan ve yaratılış gereği kendilerine meyil duyulan şeylere karşı
uygulanır. İnsanlar yaratılışı gereği tiksineceği şeylerden zaten kaçınacakları
için bunlardan dolayı zorlamaya gerek yoktur.
Yenilmesi âdet halinde olan bir şeyi Ramazanda oruçlu iken unutarak ağzına alan
kimse, oruçlu olduğunu hatırlayınca hemen onu ağzından çıkarıp atması gerekir.
Fakat ağzındakini çıkarmayıp yutarsa, üzerine keffaret gerekir. Ancak ağzından
çıkarır da onu soğuduktan sonra yutacak olursa, yalnız ona kaza gerekir. Çünkü
böyle bir şeyi yutmak tiksinti veren birşeydir.
Bir kimse, fecir doğduğu halde, henüz doğmamıştır zannı ile sahur yemeğini yese
veya güneş batmamış olduğu halde, battı sanarak iftar etse, üzerine kaza
gerekir, keffaret lâzım gelmez. Çünkü kasden iftar etmiş değildir.
Bir kimse, Ramazanda zevcesine: "Bak, fecir doğmuş mu, doğmamış mı?" dedikten
sonra, kadın bakıp henüz doğmadığını haber vermesi üzerine, o kimse oruca aykırı
bir harekette bulunsa; fakat daha sonra fecrin doğmuş olduğu anlaşılsa,
kendisine yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Fakat kadın fecrin doğmuş
olduğunu bilerek böyle bir harekette bulunmuş ise, ona keffaret de lâzım gelir.
İki kimse güneşin battığına, iki kimse de güneşin henüz batmamış olduğuna
şahidlik ettiği halde iftar edilecek olsa ve sonradan güneşin batmamış olduğu
anlaşılsa, bundan dolayı da ittifakla yalnız kaza gerekir. Keffaret gerekmez.
İnsanların hukukunda iki kimsenin şahidliği isbata yeterli olduğu gibi, oruç
hakkında da böyle şahidlik ettikleri halde, bir kimse yemek yeyip sonradan
fecrin doğmuş olduğu anlaşılsa üzerine hem kaza, hem de keffaret gerekir. Bunda
ittifak vardır. Bu konuda bir şeyin yokluğuna şehadet (fecrin doğmadığını
söylemek) isbat hususundaki şehadete (fecrin doğmuş olmasına) karşı çıkamaz.
Fakat bu hadisede böyle şehadet edenler birer kimse olsa, yalnız kaza gerekir.
Çünkü fecrin doğuşu hakkında bir kişinin şahidliği tam bir delil değildir.
Unutarak bir şey yiyen veya fecir doğmuşken, henüz doğmamıştır sanarak veya uyku
halinde oruca aykırı bir harekette bulunan kimse, artık orucunun bozulduğunu
zannederek tekrar kasıdlı olarak yese, üzerine keffaret gerekmez. Bu unutma ile
orucunun bozulmayacağını bildiği halde iftar etse, İmam Azam'a göre yine
keffaret gerekmez. Sahih olan da budur. Çünkü bunda orucun bozulma şüphesi
vardır.
Kendisine içten kusuntu gelen veya ağzına su verirken hata eseri boğazına su
kaçan veya bir kadının güzelliğine bakan kimse, bununla orucun bozulduğunu
sanarak Ramazanda kasden iftar edecek olsa, üzerine keffaret gerekmez. Fakat
bununla orucun bozulmayacağını bildiği halde iftar etse, keffaret de gerekir.
Çünkü burada şüpheye yer yoktur.
Bir kimse Ramazanda gündüzün misvak kullansa veya gıybet etse de bu yüzden
orucun bozulduğunu sanarak iftar etmekle üzerine keffaret gerekmez. Fakat
bununla orucun bozulmayacağını öğrenmiş ise, keffaret gerekir.
Ramazan günü ihtilâm olan kimse, orucunu bozsa bakılır: Eğer bu ihtilâmla
orucunun bozulmuş olduğunu zannetmiş ise, üzerine keffaret gerekmez. Fakat
bununla orucun bozulmayacağını biliyordu ise, keffaret gerekir.
Ramazan ayında oruçlu olduğunu unutarak cinsel ilişkide bulunan kimse, oruçlu
olduğunu hatırlar hatırlamaz, kendini geri çekse, orucu bozulmuş olmaz. Sonradan
inzal zarar vermez. Bu, bir ihtilâm gibi olmuş olur. Fakat hiç hareket
etmeksizin inzal oluncaya kadar duracak olsa, kendisine yalnız kaza gerekir.
Fakat kendisini tahrik ettiği takdirde, keffaret gerekir. Çünkü bu durumda
cinayet tamamlanmış olur. Kendini geri alıp tekrar münasebette bulunmak da,
böyle keffareti gerektirir. Böyle bir ilişkinin ikinci fecir zamanına rastlaması
halinde de hüküm aynen geçerlidir.
Bir kadın oruca niyet ettikten sonra uyuduğu veya geçici olarak cinnet getirdiği
halde, kocası onunla ilişki kursa, orucu bozulur, üzerine yalnız kaza gerekir,
keffaret icab etmez.
Ramazan günü nefsini bir çocuğa veya bir mecnuna teslim edip cinsel ilişki kuran
oruçlu bir kadın hakkında ittifakla keffaret gerekir.
Ramazan günü zor kullanmak suretiyle yapılan cinsel ilişkiden dolayı, bu işe
zorlanan kimseye yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez.
Zor kullanmak, can almak, bir azayı (organı) kesmek veya bunlardan birine
sebebiyet verecek şekilde dövmekle yapılan zorlamadır. Yalnız üzüntü ve acı
verecek derecede olan dövmek veya yalnız hapsetmek suretiyle yapılan bir
zorlamadan dolayı orucu bozmak keffareti düşürmez.
Bir yolcu zevaldan önce memleketine (ikamet vatanına) dönmekle bir şey yememiş
olduğu halde oruca niyet edip ondan sonra kasden orucunu bozacak olsa, üzerine
keffaret gerekmez.
Zevalden önce iyileşip kendine gelen bir mecnun niyet etmişken, sonra orucunu
bozarsa, ona da keffaret gerekmez.
Orucunu bozan kimseye, o gün oruç tutmamasını mübah kılacak bir hal gelirse,
ondan keffaret düşer.
Misal: Sağlıklı bir kimse, Ramazanda oruca niyet etmişken, gündüzün orucunu
bozsa da aynı günde bayılsa veya bir kadın âdet görmeğe başlasa yahut oruç
tutamayacak bir halde hastalansa, üzerine yalnız kaza gerekir, keffaret
gerekmez. Doğru olan görüş budur. Bunlar birer semavî özürdür.
Fakat böyle bir kimse, kendini yaralayıp da oruç tutamaz hale gelse, sahih olan
görüşe göre, üzerinden keffaret düşmez. Çünkü bu duruma düşmeye kendisi sebeb
olmuştur.
Yine, orucu açtıktan sonra isteyerek veya zorlanarak yolculuğa çıksa, yine
keffaret düşmez. Çünkü yolculuk semavî bir özür değildir.
Sefere (yolculuğa) çıktıktan sonra orucu bozmak ise, yalnız kazayı gerektirir.
Çünkü o gün aslen oruç tutmakla mükellef değildi.
Ramazanda oruçlu olarak yolculuğa başlamış bir kimse, unutmuş olduğu bir şeyi
almak için evine dönüp de bir şey yedikten sonra tekrar yola çıksa, üzerine
keffaret gerekir. Çünkü evine dönmekle yolculuktan çıkmış olduğundan yemek
yediği sırada mukim sayılmıştır. Fakat beldenin evlerini geçtikten sonra bir şey
yeyip de, ondan sonra evine dönüp yine bir şey yiyecek olsa, üzerine keffaret
gerekmez. Böyle yedikten sonra yolculuktan tamamen vazgeçmiş olsa da yine
keffaret gerekmez. Çünkü bu yemesi bir ruhsat (izin) haline rasgelmiştir.
(Zahirîye mezhebine göre, yolculuk halinde oruç tutmak nassa (Kur'anın hükmüne)
aykırı olacağından aslen caiz değildir. Diğer mezheblere göre, yolcu serbesttir;
dilerse, orucunu tutar, dilerse tutmaz. Sonradan kaza eder. Öyle ki, kendisine
zarar vermezse, orucunu tutması bizce daha iyidir.)
Oruç Tutmamayı Mübah Kılan Özürler
Aşağıdaki on sebebden ötürü oruç tutmamak veya tutulmuş bir orucu bozmak
mübahtır:
Yolculuk
Ramazanda en az üç günlük (on sekiz saatlik) bir yere gidecek olan kimse,
geceden oruca niyet etmeyebilir. Bundan dolayı o gün yola çıkınca oruçlu
bulunmamış olur. Fakat bir kimse oruç tuttuktan sonra, gündüzün yolculuğa çıksa,
bu yolculuk o ilk gün için bir özür sayılmaz, orucuna devam etmesi gerekir.
Ancak o gün yola çıkar da, ondan sonra orucunu açarsa, kendisine keffaret
gerekmez, yine sadece kaza gerekir.
Hastalık
Bir hasta canının helâk olacağından veya aklının gitmesinden veya hastalığının
artmasından veya uzamasından korkacak olursa, oruç tutmayabilir ve tutmuş olduğu
orucu bozabilir. Sonradan iyileşince tutamadığı günleri kaza eder.
İlerlemesinden korkulan göz ağrısı da böyledir; çünkü bu da bir hastalıktır.
Bununla beraber yalnızca bir kuruntuya bağlı korku yeterli değildir. Ya hastanın
tecrübesinden veya görülen belirtilerden dolayı kendisince kuvvetli bir zan
bulunmalıdır. Yahut uzman olan müslüman bir doktor tarafından haber
verilmelidir.
Oruç tuttuğu takdirde, böyle hasta olacağı delilden doğan kuvvetli bir zanna
veya yetkili müslüman bir doktorun haberine dayanan sağlam bir kimse de hasta
hükmündedir.
Yine, ağır sıtma nöbetine tutulan kimse, henüz sıtma belirmeden orucunu bozacak
olsa, bunda bir sakınca yoktur. Fakat gün aşırı sıtmaya tutulan kimse, belli
günde sıtmanın geri dönmesi sebebiyle kendisini zayıf düşüreceğini düşünerek
orucunu bozduğu halde, sıtma meydana çıkmamış olsa, kendisine keffaret gerekmez.
Düşmanla Cihad
Ramazanda düşmanla savaşacak bir İslâm mücahidi, düşman karşısında zayıf
düşeceğinden korkarsa, oruç tutmayabilir. Sonra savaş yapılmasa da yine
kendisine kazadan başka bir şey gerekmez.
Zorlama (İkrah) Hali
Hayata tesir edecek veya bir uzvun (organın) telef olmasına sebebiyet verecek
şekilde bir zorlamadan dolayı oruç açılabilir, bu caizdir. Bununla beraber yolcu
veya hasta bulunmayan bir kimse, böyle bir zorlamaya rağmen ramazan orucunu
bozmaz da zulmen öldürülürse günahkâr olmaz, daha büyük bir sevab kazanır ve
dindeki sağlamlığını göstermiş olur. Fakat yolcu veya hasta olan kimse, bu
zorlamaya rağmen orucunu açmaz da öldürülecek olursa, günaha girmiş olur. Çünkü
bunlar için aslında oruçlarını açma izni dinde vardır. Bu ruhsattan zorlanma
halinde yararlanmamak doğru olmaz.
Şiddetli Açlık ve Susuzluk
Oruçlu bir kimse açlıktan veya susuzluktan dolayı helâk olmasından veya aklına
bir noksanlık gelmesinden bir tercübeye ve belirtiye veya müslüman bir doktorun
haberine dayanarak korkarsa, orucunu sonra kaza etmek şartı ile bozabilir.
Gebelik, Süt Annelik
Şöyle ki, Ramazanda gebe bulunan, ya kendisinin veya başkasının çocuğuna süt
veren bir kadın, kendisine veya çocuğa bir zarar gelmesinden korkarsa, orucunu
bozabilir. Sonra onu kaza eder. Ancak süt analığı gerçekleşmiş olmalıdır, çocuğa
süt verecek kendisinden başka bir kimse bulunmamalıdır. Yahut bulunduğu halde
çocuk memesini emmemelidir.
Hayz ve Nifas Hali
Bir kadın Ramazanda gündüzün âdet görmeğe başlarsa veya çocuk doğurursa, orucu
bozulmuş olur. Artık âdet günlerinde ve lohusalık müddetinde oruç tutamaz, caiz
değildir.
Fakat bir kadın âdet günü sanarak orucunu bozduğu halde, o gün âdet görmemiş
olursa, kendisine keffaret de gerekir. Tercih edilen görüş budur.
Ramazanda âdet gören bir kadın geceleyin âdet kesilip temizlenecek olsa bakılır:
Eğer âdet günleri tam on gün ise, ertesi gün ramazan orucuna başlar. Fakat on
günden az ise, âdeti kesildikten sonra imsak vaktine kadar yıkanmasına yetecek
kadar fazla bir zaman kalmışsa, yine oruca başlar. Bu kadar bir vakit bulunmaz
ise, yıkanması arkasından hemen imsak zamanı olursa, o gün oruca başlamaz; çünkü
böyle on günden noksan âdet görenler hakkında yıkanma müddeti de âdet vaktinden
sayılır.
Ziyafet
Ziyafet vermek veya bir ziyafete çağrılmak, nafile oruçları bozmak hususunda bir
özür sayılabilir. Bunun için, sonradan kaza edebileceğine güvenen kimse,
vereceği veya çağrıldığı bir ziyafetten dolayı, nafile olarak tutmuş olduğu
orucunu bozabilir. Çünkü orucuna devam ettiği takdirde, bir müslümân kardeşini
gücendirmiş olabilir.
Bir görüşe göre, nafile oruç ziyafet için zevalden önce açılabilirse de,
zevalden sonra artık açılamaz. Eğer ana ve babanın haklarına riayetsizliği
gerektiren bir hal olursa, o zaman bu mübah bozulabilir. Ziyafet, farz ve vacib
oruçlar için bir özür değildir.
Talaka (boşanmaya) Yemin
Nafile veya kaza orucuna başlamış olan bir kimseye orucunu bozması için bir
şahıs kendi hanımının boş olmasına yemin etse, orucunu bozmazsa karısının boş
olacağını söylese, bu oruçlunun o yemin eden adamı zarardan ve eziyetten
kurtarması için orucunu açması mendub olur. Bazı alimlere göre, daha istiva
zamanı olmamış ise, bu mendubdur (iyidir), değilse mendub olmaz. Fakat yemin
eden kimse oruçlunun babası ise mendub olur.
Yaş Büyüklüğü
Kendisine şeyh-i fâni denilen çok yaşlı ve güçsüz bir kimse oruç tutmayabilir.
Şeyh-i fâni , o ihtiyar kimsedir ki, ölünceye kadar vücuduna zafiyet gelir ve
tekrar kuvvet bulmadan ölür. Böyle bir kimse için her ramazan gününün orucuna
karşılığı bir fidye vermek gerekir. Bu fidye ramazanın başında verilebileceği
gibi, sonra da verilebilir. Bir çok fakire verilebileceği gibi, bir fakire de
verilebilir. Bunun için otuz günün fidyesi, ibahe (yemek yedirmek) sureti ile de
ödenebilir. Şöyle ki, her günün orucuna bedel fakire sabah-akşam doyacak kadar
yemek yedirilmesi yeterli olur.
Sağlığında üzerine borç kalan fidyeleri ödemeyen kimsenin, malı varsa, bunların
ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Eğer geriye bıraktığı mal, fidye borçlarını
karşılamayacak derecede ise veya ölü hakkında bağış yapmak isteyenin koyduğu
para yetmiyorsa "devir" yapılır. Buna "İskat-ı Savm" denilir. ("İskat-ı Salât"
bölümüne bakabilirsiniz.)
Kendisini şeyh-i fâni sanıp fidye vermiş olan kimse, sonradan oruç tutmaya güç
kazansa, fidyenin hükmü kalmaz. Oruç tutması ve geçmiş günleri kaza etmesi
gerekir.
Yolcu, hasta hayz, ve lohusa halinde bulunanların kendilerini oruçlu gibi
göstermeleri gerekmez. Yolcu ile hasta aşikâre yiyebilirler. Ancak kendilerini
yolcu veya hasta tanımayan insanlara karşı açıkta yemeleri uygun değildir.
Suçlanmadan kurtulmak ve din kardeşlerine saygı göstermek için meydanda
yememelidir. Hayz ve lohusa için de, gizli yiyip içmek edebe daha uygundur.
Oruç tutması gerekmeyen bir kimse, ramazan günleri içinde oruç tutmasını
gerektiren bir hal ile karşılaşırsa; günün geri kalanını oruç tutması (yeyip
içmemesi) uygundur. Örnek: İmsak vaktinden sonra temizlenen haiz veya lohusa bir
kadın, o günün akşamına kadar imsak etmelidir.
Yine, bir yolcu oruçlu olarak sabahlayıp da ondan sonra beldesine dönse veya
başka bir beldeye girip ikamet etse veya oruçlu olmadığı halde imsak vaktinden
sonra ikametgâhına dönse, artık o günün akşamına kadar imsak etmelidir. İftar
etmesi çirkindir.
Yine, İmsak vaktinden sonra sağlığa kavuşan bir hasta, aklını kaybettikten sonra
kendine gelen bir mecnun, büluğa eren çocuk, İslâmı kabul etmekle ihtida eden
kimse ve herhangi bir sebeble orucu bozulan için gerekli olan, günün geri kalan
kısmını oruçlu gibi geçirmektir. Din terbiyesi bunu gösterir. Hatta böyle
davranmak, sahih olan görüşe göre vacibdir. Diğer bir görüşe göre müstahabdır.
Büluğa eren çocuk ile ihtida eden (İslâmı kabul eden) şahsa, o günün orucunu
ayrıca kaza etmek gerekmez. Çünkü bunlar imsak vaktinde mükellef
bulunmamışlardır. Diğerlerine ise, kaza etmek gerekir:
Bir yolcu için güçlük yoksa, ramazan orucunu tutması daha faziletlidir. Fakat
güçlük çekilecekse veya arkadaşları oruçsuz olup yiyecekleri aralarında müşterek
ise, iftar etmesi daha faziletlidir.
Nafakasını (geçimini) kazanmaya muhtaç olan bir işçi veya sanatkâr, bu işle
uğraştığı takdirde, orucunu bozmasını mübah kılacak bir hastalığa uğrayacağını
bilecek olsa, daha hasta olmadan iftar etmesi helal olmaz.
Keffaretin Mahiyeti ve Nevileri
Keffaret, lûgat deyiminde gidermek ve örtmek manasındadır. Allah, bazı kusurları
ve günahları birtakım vesilelerle bağışlayıp örttüğünden bu vesilelerden her
birine "Keffaret" denilmiştir. Bunun çoğulu "Keffarât"dır. Günahları affetmeğe
de "Tekfir-ı Zünûb" denilir.
Keffaretler, "Keffaret-i Savm Oruç Keffareti", "Keffaret-i zihar zevceyi haram
kılma keffareti" Keffaret-i halk İhramda tıraş olmanın keffareti", "Keffaret-i
katil hataen adam öldürme keffareti" ve "Yemin keffareti" diye başlıca beş
kısımdır. Bu keffaretler, yasak olan şeylerden insanları alıkor ve engeller.
Yapılan bir günaha, verilen bir ceza yerinde bulunur. Aynı zamanda bir ibadet
manasında bulunduğundan günahların bağışlanmasına bir vesile olur. Bunları
sırasıyla açıklıyoruz:
Oruç Keffareti
Oruç keffareti, Ramazanda bir özür bulunmaksızın belli şartlar içinde orucunu
bozan bir mükellefin, müslüman veya gayr-i müslim bir köle veya cariye azad
etmesidir. Buna gücü yetmiyorsa, arka arkaya kesinti yapmaksızın iki ay oruç
tutar. Buna da gücü yetmezse altmış fakire (sabah-akşam) yemek yedirir.
Oruç keffareti böyle yemek yedirmekle olabileceği gibi, yiyeceği aynen verip
temlik etmekle de olur.
(Oruç keffaretinde böyle sırayı gözetmek hem Hanefilerce, hem de Şafiîlerce
gereklidir. Malikîlerde sıra gözetmek yoktur, insan dilerse köle azad ederek,
dilerse oruç tutarak ve dilerse yemek yedirerek bunu yapar.)
Yemek, aç olan büluğa ermiş veya yaklaşmış altmış fakiri sabah akşam doyuracak
kadar yedirmektir. Bu yedirilecek yemek yalnız buğday ekmeği de olabilir, buğday
ekmeği yanında katık mecburiyeti yoktur. Fakat katıksız arpa ekmeği yeterli
değildir.
Eğer yüz yirmi fakire yalnız bir vakit yemek yedirilse, bu ancak altmış fakire
yedirilmiş sayılır. Bunlardan altmış fakire tekrar sabah veya akşam yemek
yedirmek gerekir. Böyle altmış fakire bir defa yemek yedirildikten sonra dağılıp
gitseler, ya gelip hazır olmalarını beklemeli, ya da tekrar altmış fakiri
sabah-akşam doyurmalıdır.
Oruç keffaretinin eşya verilip temlik yolu ile yapılmasına gelince, altmış
fakirden her birine beş yüz yirmi dirhem (yarım sa) buğday veya bin kırk dirhem
(bir sa') arpa veya huma veya kuru üzüm verilir. Bu, tam bir fitre sadakası
miktarıdır. Bunların kıymetini vermek de caizdir.
Oruç keffaretinde bir fakire altmış gün sabah-akşam yahut yüz yirmi sabah veya
yüz yirmi akşam yemek yedirmek de yeterlidir.
Yine, bir fakire iki ayda her gün ya aynen veya kıymet olarak birerden altmış
fitre sadakası verilmesi de yeterlidir. Fakat bir fakire bir günde topluca
verilecek altmış fitre miktarı, yalnız bir günlük fitre yerine geçer. Onun için
her gün bir fakire bir fitre miktarı verilir. Bu keffaretlerde uygulanır.
Oruç keffaretinin iyi hal sahibi olan fakirlere verilmesi daha faziletlidir.
İmam Ebû Yusufa göre, bu keffaret bedeli gayr-i müslim fakirlere verilemez.
Fetva da buna göredir.
Oruç keffareti, oruç tutmak suretiyle olunca, bunda kesintisiz arka arkaya
tutmak şarttır. Onun için bu oruca başlayan kimse, ara vermeden iki ay oruç
tutar. Eğer daha iki ay dolmadan herhangi bir sebeble orucunu bozarsa, yeniden
iki ay oruç tutmaya başlar. Bundan kadınların lohusa halleri değil de, âdet
halleri müstesnadır. Geçirecekleri âdet günleri kesinti sayılmaz. Çünkü bu
halden kurtulmak kadınlar için mümkün olmayacak derecede zordur. Ramazan
orucunun veya muayyen bayram günlerinin araya girmesi de, keffaretin arka arkaya
olmasına engeldir.
Keffaret hususunda, keffaret ödeyecek kimsenin ödeme zamanındaki haline bakılır.
Buna göre, bir keffaret ödeyicisi, keffaretin gerektiği zamanda zengin iken,
bunu ödeyeceği zaman fakir düşmüşse, keffaretini oruç tutmakla yerine getirir.
Fakat daha orucunu bitirmeden tekrar zenginleşip köle azad etmeye güç kazansa,
köle azad etmek suretiyle keffareti yerine getirmesi gerekir.
Keffaret orucuna, kamerî aylardan birinin başlangıcında başlanırsa, ayın ilk
günü esas alınır. Böylece tam iki ayın geçmesiyle oruç keffareti tamamlanmış
olur. Fakat ayın başında oruca başlanmazsa, birinci ay üçüncü aydan tamamlanarak
otuz gün hesab edilir. İkinci ay ise, ayın başı alınarak oruca devam edilir. Bu,
iki İmama göredir. İmam Azam'a göre, bu takdirde tam altmış gün oruç tutmak
gerekir, ay başına bakılmaz.
Bir kimse bir ramazan içinde veya birkaç ramazanda özürsüz olarak birkaç defa
kasden orucunu bozmuş olsa, bunlardan dolayı yalnız bir keffaret öder. Sahih
olan görüş budur. Çünkü ceza yönü, keffarete üstün gelmektedir. Sebebleri bir
olan cezalarda bir ceza yeterlidir. Bu bir ceza hepsine yeter. Fakat keffaret
yapıldıktan sonra tekrar orucunu aynı şekilde kasden bozacak olursa, bundan
dolayı ayrıca bir keffaret gerekir. Birinci keffaret ile tam bir ders
alınamadığı anlaşılmış olur.
Zihar Keffareti
Bir kimse karısının tamamını veya onun yarısı gibi bir payını veya tümüne
delâlet edecek bir uzvunu, kendisine ebedî olarak haram bulunan anne ve kız
kardeş gibi bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzetirse,
bu zihar olur. Karısına şöyle demesi gibi: "Sen bana anam gibisin, sen bana
anamın arkası gibisin, senin boynun annemin arkası gibidir." Bu şekilde söz
söyleyen mükellef bir müslüman üzerine keffaret gerekir ki, bu keffareti yerine
getirmeden karısı ile ilişki kurması helal olmaz. Böyle söylemekle yalan
konuşmuş ve helal olan bir şeyi haram göstermiş olur.
Zihar keffareti aynen oruç keffareti gibidir. Bu konuda "Hukuk-u İslâmiye ve
Istılâhat-ı Fıkhiye" adındaki eserimizde ayrıntılı açıklama vardır.
Tıraş Olma Keffareti
Tıraş keffareti, hac için ihrama girip de, bir özürden dolayı saçlarını
vaktinden önce tıraş ettirenin tutacağı üç gün oruçtan ibarettir. Bu orucun arka
arkaya tutulması şart değildir, ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hac bölümüne
bakılsın.
Adam Öldürme (Katil Keffareti)
Adam öldürme keffareti, bir müslümanı veya İslâm idaresi altında yaşamakta olan
bir gayr-i müslimi (Zimmîyi) kasıdlı olarak değil de, bir hata sonucu öldüren
bir müslümana gereken keffarettir. Gücü varsa bir mümin köle veya cariye azad
eder. Buna gücü yoksa iki ay arka arkaya oruç tutar. Ava atılan bir kurşun ile
bir şahsın öldürülmesi, hata yolu ile adam öldürme kısmındandır.
Yemin Keffareti
Yemin keffareti, yaptığı bir yemine bağlı kalmayıp onu bozan bir müslümana
gereken bir keffarettir. Eğer gücü yetiyorsa, müslim veya gayr-i müslim bir köle
veya cariye azad etmekten veya on fakiri akşam-sabah doyurmaktan ibarettir.
Yahut on fakire birer parça orta halli birer elbise giydirmektir. Bu üç şeye
gücü yetmeyen üç gün arka arkaya oruç tutar. Bu oruç arasına, hayız sebebiyle
dahi olsa, bir kesinti girerse yeniden tutulması gerekir.
(Şafiîlere göre, bu oruçta tevali (arka arkaya oruç tutmak) şart değildir.)
Yemin keffareti için on fakire fitre miktarı bir şey verilmesi de yeterli olur.
Bir fakire on gün birer fitre verilmesi veya on gün sabah-akşam yemek
yedirilmesi de yetişir. Çünkü bir fakir değişik günlerde başka başka fakir
yerindedir. Bir vakit yemek verip bir vakit yemeğin bedelini vermek de caizdir.
Yemin keffareti için bir fakire on gün birer elbise verilmesi de caizdir. Fakat
on elbise bir fakire bir günde verilse, yalnız bir elbise verilmiş gibi olur.
Yine bu keffaret için on fitre miktarı bir fakire bir günde verilse, bir fitre
verilmiş sayılır.
Keffaret için her fakire verilecek elbise, hiç olmazsa onun bedeninin tamamını
veya çok kısmını örtecek bir halde bulunmalıdır. boylu bir entari gibi. Onun
için yalnız kısa bir gömlek veya yalnız bir don verilse yeterli olmaz. Çünkü
bunlardan yalnız birini, giyinen kimse örf bakımından çıplak sayılır. Doğru olan
görüş budur. Bu elbisenin iki üç parçadan ibaret olması ise, daha iyidir.
Bununla beraber bir elbise kısa da olsa, yemek yerine bir bedel olarak da
verilebilir.
Bir kimse yeminini bozmadan keffarette bulunamaz. Çünkü keffaret bir tevbe
demektir. Tevbe ise, günahdan sonra yapılır. Bir de keffaret, yeminde sadık olma
yerine geçer. Asıl üzerinde durmak mümkün oldukça onun yerini tutacak olana
gidilmez.
Mal ile yapılan keffaretler, ölülerin kefenlerine, borçlarına veya mescidlerin
inşasına harcanamaz. Çünkü keffaret bedellerinin fakirlere yedirilmesi veya
onlara temlik edilmesi (mülkiyetlerine geçirilmesi) şarttır. Bu harcamalarda ise
yemek yedirme ve mülkiyete geçirme bulunmaz.
Yeminin Mahiyeti ve Yemin Sayılıp Sayılmayan Şeyler
Yemin, lûgat'ta kuvvet manasınadır. Din deyiminde, bir işi yapmak veya yapmamak
için verilen karara kuvvet kazandırılsın diye Yüce Allah'a and vermektir. Yahut
boşamak ve azad etmek gibi bir şeye bağlamak suretiyle yapılan bir bağlantıdır.
Buna türkçemizde "and" da denir.
Misal: Vallahi falan işi yaptım veya yapmadım, şeklinde yapılan yemin, şarta
bağlı olmayan bir yemindir. Falan işi yaparsam veya yaptım ise, kölem azad
olsun, demek de talik (şarta bağlı) bir yemindir.
Yemin edene "halif and içen" denir. Yemini korumaya "berr" yemini koruyup sadık
kalana da "barr" denir.
Aksine olarak, yemini bozmaya veya gerçeğe aykırı yemin etmeye "hins" denildiği
gibi, yemini bozan veya gerçeğe aykırı yemin eden kimseye de, "hanis" denir.
Kasem sureti ile olan yemin ya: "Vallahi, Billâhi, Tallahi" denilmekle Allah'ın
zatına veya Allah'a yemin edilmesi âdet haline gelen "Rahman ve Rahim" gibi
mübarek isimlerinden birine veya "Allah'ın izzeti ve kudreti" gibi sıfatlarından
birine and içmekle olur.
Allah'dan ve O'nun sıfatlarından başka olan şeylere, peygamberlere, Kâbe'ye
yemin edilemez. Yaratıklardan birinin başına ve hayatına yemin edilmesi de caiz
değildir.
"Kasem ederim", "Yemin ederim", "Şehadet ederim", "Allah Tealâ ile ahd olsun",
"Allah Tealâ ile misakım olsun", "Üzerime yemin olsun", "Üzerime ahd olsun"
sözleri de birer yemin sayılır.
Bir kimseye hitaben: "Sen vallahi bugün şöyle yapacaksın" veya "Yapmayacaksın"
şeklindeki sözler de birer yemindir. Bunun için o şahıs bu yemine aykırı olarak
hareket ederse, bu sözü söyleyen kimse yemininde hanis olur. Eğer bu sözle o
şahsa yemin verdirmek istemişse, o zaman ikisine de bir şey gerekmez.
Helalı haram kılmak da yemin sayılır. "Şu yemeği yemek bana haram olsun" demek
bir yemindir. Onun için bu yemeği sonradan yemek keffareti gerektirir.
Bir kimse: "Şöyle yaparsam kâfir olayım" yahut "Yahudi, Hıristiyan olayım",
yahut "Allah'ın kulu Peygamberin ümmeti olmayayım", yahut "Kıblesi başka tarafa
olanlardan olayım" yahut "Allah ruhumu imansız alsın " yahut "Allah'a iki
demişlerden olayım, Peygamberin ümmetinden olmayayım" yahut "Peygambere dil
uzatanlardan olayım", demiş olsa onun inancına ve maksadına bakılır. Eğer bu
sözü yemin maksadı ile sözünü sadece kuvvetlendirmek için söylemişse, bu bir
yemin olur. Yeminini bozunca (hanis olunca), üzerine keffaret gerekir. Fakat
söylediği o sözle kâfir olacağına inanarak söylemişse, bu yemin olmaz. Ancak
tevbe ve istiğfar etmesi ve böylece hem imanını, hem de evli ise nikâhını
yenilemesi gerekir. Yeminini bozsun (hanis olsun), olmasın fark etmez. Dine ve
imana sövmek de bu hükümdedir. İmanın ve nikâhın yenilenmesi icab eder.
Bir kimse: "Şöyle yaparsam Allah'ın gazabına, lânetine, buğzuna uğrayayım, zani
olayım, hırsız olayım" diye söylese, bununla yemin etmiş olmaz. "Namazım, orucum
şu kâfirin olsun," demesi de böyledir. Bununla beraber bir görüşe göre, namazın
ve orucun bir ibadet, Allah'ın rahmetine bir yakınlık olması bakımındın kâfire
ait olması kasdedilirse, yemin olmaz. Bu gibi sözler İslâm terbiye ve adâbına
aykırıdır. Bunlardan sakınmalı. Eğer böyle bir söz çıkarsa, hemen tevbe edip
istiğfarda bulunmalıdır.
"Mushaf hakkı için, Kur'an hakkı için, okuduğum Kur'an hakkı için falan işi
yapmam" dediği halde, o işi yaparsa keffaret gerekmez. Tevbe edip mağfiret
dilemesi lâzım gelir. Bununla beraber Kur'an-ı Kerim, Allah kelâmı olduğundan
bir görüşe göre, Kur'ana yemin geçerlidir.
Yalan yere: "Allah bilir ki, şu şöyledir, şöyle değildir," denilmesi bir görüşe
göre küfrü gerektirir. Çünkü yüce Allah'a bilmezlik nisbet edilmiş olur. Diğer
bir görüşe göre de, küfrü gerektirmez. Çünkü bununla küfür değil, yalanın
geçerli kılınması kasdedilmiştir. Ancak bu büyük bir günah olduğundan hemen
tevbe edilmesi gerekir.
Yalan yere: "Allah şahiddir ki," denilmesi de keffareti değil, tevbe ve
istiğfarı gerektirir.
Kasem Suretiyle Olan Yeminin Nevileri ve Hükümleri
Kasem suretiyle olan yeminler: Lağıv (boş yere) yemin, Gamus (yalan yere) yemin
ve mün'akıd (şarta bağlı yemin) kısımlarına ayrılır. Şöyleki:
1) Lağıv yemin: Yanlışlıkla veya doğru olduğu zannı ile yalan yere yapılan
yemindir. Bir kimsenin bir maksadı olmaksızın başka bir şey söyleyecek yerde
"Vallahi" diye yemin etmesi bu kısımdandır.
Yine, borcunu ödemediği halde, ödemiş olduğunu sanarak "Vallahi borcumu ödedim"
diye yemin etmesi de böyledir. Bu tür yeminden dolayı keffaret gerekmez. Bunun
bağışlanacağı umulur.
2) Gamus yemin: Yalan yere kasden yapılan yeminidir. Borcunu ödemediğini bildiği
halde bir şahsın: "Vallahi ben borcumu ödedim" diye yemin etmesi bu türdendir.
Bu, pek büyük bir günahtır. Böyle yalan bir yemin evleri harab eder, yalancıları
perişan bırakır. Bunun bağışlanması için keffaret yeterli olmaz. Bundan dolayı
yalnız tevbe edip mağfiret dilemek ve bu yüzden bir kimsenin hakkını zayi
etmişse onu yerine getirip helallık almak gerekir.
(İmam Şafiîye göre, Gamus yeminden dolayı da keffaret gerekir.)
3) Mün'akid yemin: Mümkün olan ve geleceğe ait olan bir şey hakkında yapılan
yemindir. "Vallahi ben yarın borcumu vereceğim, vallahi ben falan kimse ile
konuşmayacağım" denilmesi gibi...
Böyle bir yemin üzerinde durulursa keffaret gerekmez. Fakat yemin bozulursa,
keffaret gerekir. Yukarıdaki yemininde borcunu ödemezse veya adamla konuşursa
yemin bozulmuş olur ve keffaret ödenir.
İşte bizce, yalnız bu tür yeminlere riayet edilmemesinden dolayı keffaret
gerekir. İster riayetsizlik bir zorlama karşısında, ister unutarak, ister
yanılarak olsun, hüküm aynıdır. Bu tür yeminin bozulmasında dinî bir görevi
yerine getirme veya insanlar için bir yarar varsa, yemin bozulur ve keffaret
ödenir. Bozulmasında bir yarar yoksa, yemine riayet edilmesi gerekir. Bir kimse
borcunu ödememeye veya babası ile konuşmamaya yemin etse; bu yemine riayet
edemez. Borcunu vermesi ve babası ile konuşması gerekir. Sonra da af dileyerek
keffaretini yerine getirir.
Yemine Dair Çeşitli Meseleler
Yemin birkaç tane olunca, keffaretler de ona göre olur. Yeminlerin yapıldığı yer
değişmese de yine hüküm böyledir. Buna göre, bir kimse şöyle yapacağına veya
yapmayacağına "Vallahi" diye yemin ettikten sonra başka başka yerlerde benzeri
yeminler yapsa, yeminler birkaç tane olur. Bozduğu bu yeminlerin her birinden
dolayı ayrı ayrı keffaret ödemesi gerekir. Fakat İmam Muhammed'e göre, yemin
keffaretleri çoğalınca, bunlar bir keffaret ile ödenir. Tercih edilen görüş
budur.
"Vallahi falan ve falan kimselerle konuşmayacağım" yahut "falan ve falan yerlere
gitmeyeceğim" gibi sözler bir yemin sayılır. Onun için o iki kimseden yalnız
birisiyle konuşulsa veya o iki yerden yalnız birine gidilse, yemin bozulmuş
olmaz.
"Vallahi yemek ve su tatmam" denilmesi de böyledir. Bunlardan birini tatmakla
yemin bozulmuş olmaz. Ancak bunlardan her hangi birini tatmaya niyet etmişse, o
zaman bunlardan birini tatmakla yemini bozulur.
Olumsuz bir ek ilâvesiyle: "Vallahi ne falan ve ne de falanla konuşurum" veya:
"Vallahi ne yemek ve ne de su tadarım" denilse bu, iki yemin olmuş olur. Hangi
biri ile konuşulsa veya herhangi biri tadılsa, yemin bozulmuş olur ve keffaret
gerekir.
Yeminlerin hükmü, örfde kullanılan sözlere göredir. Yemin edenin maksad ve
niyetine göre değildir. Onun için bir kimse, bir şahsa hiç bir şey vermemek
maksadı ile: "Ben sana para vermeyeceğim," diye yemin etse, ona paradan başka
bir şey vermekle yeminini bozmuş olmaz. Çünkü söz ve yemin para lâfzı ile
yapılmıştır. Örfde (gelenekte) başka şeye para denmez. Yine bir kimse: "Evde
oturup dışarıya çıkmam" diye yemin etse, o evin bacasından veya penceresinden
çıkmakla yemininde hanis (yeminini bozmuş) olmaz.
"Şu odaya girmem" diye yemin edildigi halde, onun harabesine girildigi takdirde
de hüküm böyledir. Çünkü harabe örfde oda sayilmaz.
Yeminler, yapildiklari beldelerin örfüne (geleneğine) göre değerlendirilir. Onun
için bir kimse: "Baş yemeyeceğine" yemin etse, bu yemini, bulunduğu beldede
satılan başlara bağlı kalir. Serçe ve çekirge gibi hayvanların başlarını
kapsamaz. Bunları yemekle yeminini bozmuş olmaz.
Yine, bir kimse "meyve yemeyeceğim" diye yemin etse, yemini beldesinde örfen
meyve sayılan şeylere bağlı kalır. Yaş üzüm gibi, meyve sayılmayan şeyleri
kapsamaz. Anlaşılıyor ki, yeminde kullanılan bu gibi umumi ifadeler, örf ile
özelleştirilip kısıtlanıyor.
Aklen mümkün olup da âdet bakımından muhal olan bir şeye yemin, hemen hanis
olmayı gerektirir. Bunun için bir kimse: "Ben göğe çıkacağım, ben şu taşı altın
yapacağım" diye yemin etse, hemen hanis olur (yemini bozulur ve keffâret ödemesi
gerekir.) Fakat böyle bir yemin, bir vakte bağlanmış olursa, o vakit çıkmadıkça
hanis olmaz. "Vallahi şu demiri on güne kadar elmas yapacağım" diye yemin
edilmesi gibi. Bu yemin üzerinden on gün geçmeden hanis olmayacagi gibi, on
günden önce ölse yine hanis olmaz, keffaret de gerekmez.
Zaman belirlemeksizin yapılan yeminlerde, yemin edilen şey imkânsız hale
gelmedikçe yemin bozulmaz. Fakat iş imkânsız hale gelince, yemin bozulur ve
keffaret gerekir. Bir kimse bir zata hitaben: "Vallahi ben seni ziyaret
edeceğim" dediği halde uzun bir müddet ziyaret etmese, yemini bozulmaz. Fakat
ziyaret etmeden o yemin eden veya ziyaret edilecek zat ölürse, yemin bozulur
(hanis olur.)
Zaman belirlenince, o zamanın sonuna bakılır. "Ben, seni yarın ziyaret edeceğim"
diye yemin edilmesi gibi ki, o günün güneş batması zamanına kadar devam eder. O
gün ziyaret yapılmadan güneş batınca yemini bozulur.
Bir hududa bağlı olan bir yemin, o hududun kalkması ile geçersiz olur. Çünkü
yeminde durmaya bir imkân kalmamıştır. Bunun için bir kimse: "falan zat izin
vermedikçe, ben şu kimse ile konuşmam" diye yemin edip de, o zat izin vermeden
ölse, artık yeminin bir hükmü kalmaz. Yemin eden şahıs, o kimse ile konuşur ve
bundan dolayı da keffaret gerekmez.
"Sen borcunu vermedikçe senden ayrılmam" diye yemin yaptıktan sonra, borcun
bağışlanması da bu türdendir. Artık yemin kalkmış olur.
Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, bu gibi hallerde yemin devamlılığını sürdürür.
Artık şart (mesela konuşma) ne zaman gerçekleşirse yemin bozulur ve keffaret
veya şarta bağlanan ceza gerekli olur.
Yemin edilen şeyin yok olması veya gitmesi, yemin bağlantısına engel olur. Buna
göre bir insan: "Falana şu hakkını yarın veririm" diye yemin ettiği halde, bugün
verecek olsa yemininde hanis olmaz (yemini bozulmaz) ve keffaret gerekmez. Bu
mesele İmam Azam ile İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, ertesi gün
olunca hanis olur.
Yeminler evvelce söylenmiş bir söz veya işle bağlantılı olur. Buna göre bir
kimse, hazırlanan belli bir yemeğe davet edilmekle: "Vallahi ben yemem" diye
yemin etse, bu yemini o belli yemeğe bağlı kalır. Başka bir yemek yemesi ile
hanis (yeminini bozmuş) olmaz.
Yeminler mümkün olan bir mertebe ile bağlı kalır. Bunun için: "Falan şahsı şu
eve sokmayacağım" diye yemin edilse, bakılır: Eğer yemin eden o evin sahibi ise,
o şahsı eve girmekten hem söz, hem de fiil ile mümkün olduğu kadar engellemesi
lâzım gelir. Değilse, eve girmekle hanis olur. Fakat ev başkasının olduğu
takdirde, yalnız sözle engellemesi yeterlidir. Çünkü kiracılıktan dolayı onu
bilfiil çıkarmak hakkına sahib değildir. Yemin eden için mümkün olan böyle sözle
çıkarmaya teşebbüs etmektir.
Yine, bir şahsa hitaben: "Ben, seni hapsettirmem", diye yemin eden kimse, o
şahsı hapsettirmek isteyen alacaklılara karşı sözü ile engel olmaya çalıştığı
halde, engel olamazsa hanis olmaz (yemini bozulmaz).
Yine, "Falan şahıstaki alacağımı bugün onda bırakmayacağım" diye yemin eden
kimse, o gün hakime başvurup alacağını istese (dava etse), borçulunun da inkârı
üzerine ona yemin teklif edilmesini istese, artık hanis olmaz. Çünkü kendisi
için mümkün olan bundan başka bir şey yoktur.
Yeminler nisbetin kaybolması ile son bulur. Şöyle ki: "Falan şahsın evine
girmem." veya "yemeğinden yemem, elbisesini giymem, zevcesiyle ve dostu ile
konuşmam" diye yemin eden kimse, ev satıldıktan sonra o şahsın evine girse veya
yemeğinden yese veya elbisesini giyinse veya kendisinden tamamen ayrılan zevcesi
ile veya o adama düşman kesilen dostu ile konuşsa, yemini bozulmuş olmaz. Fakat
yeniden satın alacağı bir eve girse veya yemeğinden yese veya elbisesini giyse
veya nikâhlayacağı yeni zevcesi ile veya edineceği yeni bir dostu ile konuşsa,
yemini bozulur ve keffaret gerekir.
Ev, yemek ve elbise işaretle belirtilmiş olsun veya olmasın fark etmez. Çünkü
bunlardan dolayı sahiblerine düşmanlık edilmez. Fakat zevceye veya dosta işaret
ederek: "Şu karısı ile, şu dostu ile konuşmam" diye yemin edilirse, yemin
bunlara bağlı kalır. Bunlarla zevciyet veya dostluk ilgisinin kalkmasından sonra
da, onlarla konuşulursa hanis olur (yemin bozulur ve keffaret gerekir). Çünkü
bunların zatlarına düşmanlıktan dolayı yemin edilmiş olması mümkündür.
Bir kimse karısına veya borçlusuna: "Benim iznim olmadıkça evimden veya şehirden
bir tarafa çıkmayacaksın", diye yemin etse, bu yemin zevciyet ve alacağın
devamına bağlanır. Zevciyet kalktıktan veya borç ödendikten sonra çıkacak
olsalar, artık o yemin eden kimse hanis olmaz (yemini bozulmuş olmaz).
Yeminin bir cümlesinde bulunan bir belirsizlik, aynı cümledeki diğer bir
belirsize dahil olur. Fakat belirli olan bir şey, belirsize dahil olmaz. Buna
göre, bir insan: "Şu eve kim girerse, şöyle olsun" diye yemin etse, o eve
kendisinin girmesi ile de hanis olur. O ister kendine ait olsun, ister olmasın
fark etmez. Fakat: "Şu evime her kim girerse, şöyle olsun" diye yemin ederse
oraya kendisinin girmesi ile hanis olmaz. Çünkü evi kendisine nisbet etmekle
kendisi belirlenmiş oluyor. Artık aynı cümlede bulunan belirsiz bir anlama dahil
olmaz.
Başkasına hitaben: "Senin şu evine her kim girerse, senin yemeğinden her kim
yerse, şöyle şöyle olsun" diye yapılan bir yeminde de, muhatabın o eve
girmesiyle veya o yemekten yemesiyle yemin bozulmuş olmaz (keffaret gerekmez).
Yemin ifadesinin bir cümlesindeki belirlilik, diğer bir cümlesindeki
belirsizliğe dahil olur.
Örnek: Bir kişi kendi kölesine hitaben: "Bana şu haberi her kim müjdelerse, sen
azad ol" diye şarta bağlayarak yemin ederse, o haberi bizzat kölesi de
müjdelese, köle azad olur. Demek ki, bu durumda, "Sen azad ol" hüküm cümlesine
muhatap olan köle "her kim müjdelerse" şart cümlesinin kapsamı içine girmiş
oluyor.
Bir kimse âdete göre bizzat kendisinin de yapabileceği bir işi yapmamaya yemin
ettiği halde, o işi kendisi için başkasına vekâlet ve emir suretiyle yaptırsa,
bakılır: Eğer o işlem, hukuku bizzat yapana ait işlemlerden ise, bunun
yapılmasından dolayı o kimse hanis olmaz. Alım, satım, kiraya verme, kiralama,
bir maldan ikrar yolu ile sulh olma, bir malı bölme, bir davayı ikrar veya inkâr
yolu ile cevablama, akıl ve baliğ olan bir çocuğu evlendirme gibi işlemler bu
türdendir.
Örnek: Bir kimse: "Vallahi ben bu evi satın almayacağım" diye yemin ettiği
halde, onu bir vekil aracılığı ile satın alsa, yemininde hanis olmaz. Fakat
yemin edilen işlem, işi yapana ait olmayıp müvekkile ve emreden kimseye ait
işlemlerden ise, bu işi vekil ve emir suretiyle yaptırmakla da o kimse hanis
olur. Evlenme, boşanma, mal karşılığında boşanma hibe, sadaka, havale, vasiyet,
vakf, emanet, ariyet verme ve alma, borç alma, kısastan dolayı sulh, emanet
verip alma, borcu ödeme, borcu alma, elbise dikme, elbise giydirme, hayvan
kesme, hayvana bindirme, küçük yaştaki çocuğu evlendirme gibi...
Örnek: "Vallahi falan kadını nikâhlamayacağım" diye yemin eden kimse, o kadını
bir vekil aracılığı ile nikahlasa, yemininde hanis olmakla üzerine keffaret
gerekir. Çünkü bu hususta vekil, bir araç ve bir elçiden başka bir şey değildir.
Bu işlemin bütün hakları o yemin edene aittir.
"Şunu, şu adama bağışlayacağım" diye yemin eden kimse, o şeyi bağışladığı halde,
o adam kabul etmese hanis olmaz (yemini bozulmuş sayılmaz). Ariyet, vasiyet,
ikrar gibi, diğer bağış suretiyle olan sözleşmelerde de hüküm böyledir.
Fakat: "Şu malı falan zata satacağım" diye yemin eden kimse, o malı sattığı
halde o zat malı kabul etmese hanis olur (yemini bozulmuş olduğundan keffaret
gerekir). Çünkü satma işlemi kabule bağlıdır. Yalnız sattım demekle bağlantı
olmaz. Satma işlemi de yapılmamış olur. Kiralama, nikâh ve rehin gibi, iki
tarafın icab ve kabulleri üzere yapılan diğer işlemlerde de hüküm böyledir.
Bunlar üzerindeki yemin, olumsuz olarak yapıldığı takdirde de bu hüküm
uygulanır. Örnek: Bir kimse: "Şu malı falan adama bağışlamayacağım" diye yemin
ettiği halde, bağışlayıp da o adam kabul etmese, hanis olur. Aksine olarak:
"Satmayacağım" diye yemin ettiği halde satsa da o adam kabul etmese, hanis
olmaz.
Demek oluyor ki, hibe gibi bağışlamalarda, yalnız bağışlayıcının icabı (tek
taraflı irade beyanı) yeterli oluyor. Fakat alış-veriş ve kiralama gibi
karşılıklı irade beyanlarını (icab ve kabulü) gerektiren işlemlerde, yalnız bir
taraftan yapılan icab beyanı yeterli olmuyor. Kabulün de bulunması gerekiyor.
Sohbet ve birbiriyle anlaşıp yaklaşma, lezzet ve acı duyma, üzüntü ve sevinç
gibi sağlığa bağlı bulunan işlerde, yemin, yalnız sağlıkla kayıtlanır. Ölünün
diriye ortak olacağı işlerde ise, hem hayat, hem de ölüm hallerinde geçerli
olur.
Buna göre, bir kimse, bir adama hitaben: "Seninle konuşursam, senin yanına
girersem, seni öpersem, seni döğersem şöyle olsun" şeklinde yemin ettikten
sonra, o adam ölse, artık yeminin bir hükmü kalmaz. Ölü halinde olan o adama söz
söylemekle veya yanına girmekle veya onu öpmekle veya onun cesedine vurup
dövmekle yemin bozulmaz ve ceza gerekmez.
Fakat: "Seni yıkarsam, sana elbise giydirirsem, sana dokunursam, seni bir şeye
bindirirsem, seni taşırsam" şeklinde yemin etse, onu öldükten sonra yıkamakla,
kefenlemekle, vücudunu okşamakla, bir şeye bindirmekle veya taşımakla hanis
olur, keffaret gerekir.
"Falan kimse ile konuşmayacağım, söz söylemeyeceğim" diye yapılan yemin, o
kimseye sadece işaret etmekle, mektub yazmakla veya haber göndermekle bozulmuş
olmaz. Çünkü bu işler, konuşma ve söyleme sayılmaz.
"Konuşmayacağım" diye yemin eden kimse; namazda Kur'an okumakla veya tesbih
çekmekle hanis olmaz (yemini bozulmaz). Namaz dışında ise bir görüşe göre hanis
olur, diğer bir görüşe göre olmaz. Çünkü bu okuma, örfde konuşma sayılmaz. Diğer
kitabları okumada da alimlerin ihtilâfı vardır.
"Oruç tutmam" diye yemin eden kimse oruca niyet edip başlayınca hanis olur.
Çünkü orucun mahiyeti mutlak surette imsaktan ibarettir. O da, oruca başlamakla
gerçekleşmiş olur.
"Namaz kılmamaya" yemin eden kimse, namaza başlayıp ilk rek'atta secdeye alnını
koymakla hanis olur. Çünkü böyle bir rekat kılınmadıkça namazın mahiyeti tamamen
bulunmuş olmaz.
"Hac yapmamaya" yemin eden bir kimse de, sahih bir hacca başlayıp farz olan
tavafın çoğunu yapınca hanis olur.
"Zevcesini döğmemeğe" yemin eden kimse, onun saçlarını çekse veya gerdanını
ısırsa veya sıkıştırsa veya burnuna dokunup kanatsa bakılır: Eğer bunları öfke
halinde yapmışsa hanis olur. Oynaşma halinde yapmış ise, sahih olan görüşe göre
hanis olmaz. Bununla beraber bu döğmekte acı vermek şarttır. Maksada gelince,
bunda iki görüş vardır. Bir görüşe göre, kasıd da şarttır. Diğer bir görüşe göre
şart değildir. Onun için böyle yemin eden kimse, başkasını döğmek isterken,
yanlışlıkla zevcesine vuracak olsa, birinci görüşe göre hanis olmaz, çünkü kasıd
bulunmamıştır. Buna örfen de döğme denmez. İkinci görüşe göre hanis olur; çünkü
döğme işi gerçekleşmiştir (bunda kasıd aranmaz).
"Yeryüzünde oturmamaya" yemin eden kimse, yere bitişik olmayan bir sergi, bir
hasır, deri veya tahta üzerine otursa hanis olmaz.
Yine: "Şu döşek üzerinde uyumamaya" yemin eden kimse, o döşek üzerine konulan
başka bir döşek üzerinde uyusa hanis olmaz.
Yine: "Şu tahta üzerinde uyumamaya" yemin eden kimse, onun üzerine konulan diğer
bir tahta üzerinde uyusa, yemininde hanis olmaz. Fakat döşek üzerine bir yüz
takılsa veya tahtanın üzerine bir sergi çekilse, bir hasır döşense hanis olur.
"Yatağımda" veya "şu yatakta uyumam" diye yemin eden kimse, bedenin çoğunluğu
ile o yatağa girip uyumadıkça hanis olmaz.
"Bir yere veya bir eve ayağını basmayacağına" yemin eden kimse, o yere sonradan
yürüyerek veya bir şeye binerek gidecek olsa hanis olur. Çünkü bir yere ayak
basmak, örfde oraya girmek demektir. Fakat böyle yemin ederken yürüyerek
girmeyeceğini kasdetmiş bulunursa, binitli olarak girmekle hanis olmaz. Çünkü
sözünün gerçeğini dilemiş olur.
"Bir yere girmeyeceğine" yemin eden kimse, oraya tutulup sokulsa, hanis olmaz.
Bu davranışa karşı çıkmasa da hüküm aynıdır. Çünkü yemini, bizzat kendisinin
gitmesi ile ilgilidir. Fakat bu yere sonradan kendisi girecek olsa, hanis olur.
Şiddet ve zorlama, bir maksadı gidermeyeceği cihetle, yeminin akdine engel
olmaz. Buna göre: "Siz belli şeyi yemeyeceğim" diye zorla veya rızası üzere
yemin eden kimse, o şeyi sonradan şiddet ve zorlama ile yiyecek olsa hanis olur.
Yine baygın veya mecnun olduğu halde yediği takdirde de hüküm böyledir.
Fakat: "İçmeyeceğine" yemin ettiği bir şeyi, başkaları zorla boğazına akıtacak
olsalar hanis olmaz. Çünkü bunda kendi işi bulunmamıştır. Sonradan kendi rızası
ile içerse hanis olur.
(İmam Şafiîye göre zorlama, yemin bağlantısına engel olur.)
"Vallahi yersem, içersem, giyersem şöyle olsun" şeklinde yemin eden kimse, her
ne yese, ne içse, ne giyinse hanis olur. Eğer ben şu yemeği, şu suyu veya şu
elbiseyi kasdettim dese, benimsenen görüşe göre gerek kaza (mahkeme hükmü),
gerekse diyanet bakımından sözü kabul edilmez.
Fakat, "Vallahi bir şey yersem, bir şey içersem, bir şey giyersem şöyle olsun"
diye yemin eden kimse, bununla belli bir şeyi kasdetmiş olduğunu söylerse, kaza
(hüküm) bakımından değil de, diyanetçe tasdik olunur.
"Falan şahsın kardeşleri, zevceleri, dostları ile konuşmayacağım" diye yemin
eden kimse, bunların hepsi ile konuşmadıkça hanis olmaz. Kardeşlerinin veya
dostlarının bir kısmı ile konuşmuş olsa da hanis olmaz; çünkü yeminde bunların
tümü murad edilmiştir. Fakat o şahsın yalniz bir kardeşi veya bir zevcesi veya
bir dostu olduğunu bildiği halde böyle yemin etse, yalnız biri ile konuşmakla
hanis olur.
Bir kimse, başkasındakı bir alacağını taksit taksit almayacağına yemin ettiği
halde, ondan bir miktarını alacak olsa, bundan sonra geri kalanını da almadıkça
hanis olmaz.
Bir kimse: "Malı bulunmadığına" dair yemin ettiği halde, ticaret için olmayan
eşyası, akarı veya arazisi bulunsa, bununla hanis olmaz, çünkü bunlara örfde mal
denmez, denilirse hanis olur.
"Ben bu işi elbette yapacağım, şu adamı elbette ziyaret edeceğim" şeklinde
yapılan yeminler, bir defa için geçerlidir. Bir defa ziyaret yapılınca yemin
yerine gelmiş olur.
Çocukların, delilerin, uykuda bulunanların yeminleri geçerli değildir. Fakat
sarhoşluk veren içkilerden birini içmiş olan bir sarhoşun yemini, aklı başında
olanın yemini gibidir. Çünkü onun sarhoşluğu, kendi kasıd ve iradesine bağlıdır.
Onun için ettiği yemine bağlı kalmazsa hanis olur.
"İnşallah (Allah dilerse)" şeklinde istisnada bulunarak Allah'ın dilemesine
bağlanan yemin ve adaklarda, yemine veya adağa aykırı bulunmak hali düşünülemez.
Bunun için bir kimse: "Allah'a kasem ederim ki, yarın inşallah şu işi yapacağım"
diye yemin etse veya.: "Şu işim olursa, İnşallah şu kadar gün oruç tutayım" diye
adakta bulunsa da ertesi gün o işi yapmamış olsa veya işi olduğu halde adadığı
orucu tutmasa hanis olmaz ve günah işlemiş olmaz. Çünkü bu halde o işin
yapılması veya orucun tutulması, Yüce Allah'ın dilemesine bağlanmıştır. Allah'ın
herhangi bir işi dileyip dilemediği,o iş meydana gelmeden önce bizim
tarafımızdan bilinemez.
Bu gibi istisnalar (Allah dilerse sözleri), İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre
sözün hükmünü geçersiz kılar. O sözü kesinlik halinden çıkarır. İmam Ebû Yusuf'a
göre de, o bir şart yerindedir. Artık o şart bizce gerçekleşmedikçe (yemin
anında o işin meydana gelmesi bizce bilinmedikçe) ceza gerekmez.
(İmam Malik'e göre, bu istisna halinde de, yeminin ve nezrin hükmü lâzım gelir.
Çünkü her şey Allah'ın dilemesine bağlıdır. İnşallah denmesi, teberrük içindir.
Bundan dolayı onu söylemekle yapılan yeminin veya nezrin hükmü değişmez.)
Nezrin Mahiyeti ve Nevileri
Nezir, Yüce Allah'a saygı için yasak olmayan bir işin yapılmasını üzerine alıp
yüklenmektir. Böyle bir işin yapılmasını kendine vacib kılmaktır. Nezrin çoğulu
"Nuzûr"dur. Nezr edene de "Nâzir" denir. Nezrin Türkçesi adaktır.
Sadece Yüce Allah'ın rızası için ibadet sayılacak bazı şeyleri adamak geçerlidir
ve sevaba bir yoldur. "Nezrim olsun, yarın Allah rızası için oruç tutayım veya
fakire şu kadar para vereyim" denilmesi gibi.. Fakat dünyalık sağlamak için
yapılacak adak makbul değildir." Falan işim yoluna girerse, üç gün oruç tutayım,
fakire para vereyim" gibi. Böyle dünyaya ait bir maksad için yapılan bir ibadet
ve taat, kutsal bir maksada değil, dünyaya ait bir isteğe ve amaca dayanmış
olur.. Bu ise, ibadet ve taatlarda aranılan ihlâsa aykırıdır. Böyle bir adak
kaderi değiştiremez. Mukadder ne ise, yine o meydana gelir. Şu kadar var ki,
bazan böyle bir adak için cimriden bir mal çıkmış olur.
Bununla beraber adaklara riayet etmek gerekir. Çünkü adak yapan, Yüce Allah ile
sözleşme yapmış demektir. Onun için yapılan adağa vefa gösterilmesi, verilen
sözün yerine getirilmesi gerekir. Yüce Allah, adaklarını yerine getirenleri
Kur'an-ı Keriminde övmüştür.
Adaklar, zaman, yer, şahıs ve adanan şey bakımından belirli ve belirsiz
nevilerine ayrıldıkları gibi, bir şarta bağlı olup olmamak bakımından da mutlak
ve muallak nevilerine ayrılmıştır. Bunlar ileride görülecektir.
Nezrin Şartları
Bir nezrin din yönünden sahih ve geçerli, yerine getirilmesi gerekli olabilmesi
için şu şartları vardır:
1) Nezredilen şeyin cinsinden bir farz veya vacib bulunmalıdır. Buna göre: "Bir
gün oruç tutayım" diye yapılan bir adak sahihdir. Fakat: "Falan hastayı
ziyarette bulunayım" diye yapılacak bir adak sahih olmaz. Her halde bunu yerine
getirmek gerekmez. Çünkü hasta ziyareti cinsinden bir farz veya vacib ibadet
yoktur.
2) Nezredilen şeyin cinsinden olan farz veya vacib bizzat kasdedilmiş olmalıdır,
başka bir farz veya vacibe vesile olmamalıdır. Buna göre "İki rekat namaz
kılayım" diye yapılan bir nezir sahihdir, Fakat "nezrim olsun abdest alayım"
veya "Tilâvet secdesinde bulunayım" diye yapılacak bir adak geçerli değildir.
Çünkü abdest ile tilâvet secdesi, bizzat kasdedilen ibadet değildir Bizzat
kasdedilen ibadetlere birer vesiledir.
3) Nezredilen şey, insan üzerine hemen veya gelecekte yapılması farz veya vacib
olan bir ibadet olmamalıdır. Onun için: "Nezrim olsun yarınki sabah namazını,
vitir namazını kılayım" şeklindeki adaklar sahih olmaz.
4) Adanan şey, aslında bir günah olmamalıdır. Onun için: "Şu işim olursa,
kendimi Hak yolunda kurban edeyim, intihar edeyim" diye yapılan adak sahih
olmaz. Fakat aslen meşru iken, başka bir sebebden dolayı yasaklanmış olan bir
şeyle adak sahihdir.
Örnek: Bir kimse Ramazan bayramının birinci gününde veya Kurban bayramının dört
gününde oruç tutmayı nezretse bu sahih olur. Ancak o günlerde oruç tutulması
yasaklandığından o günlerde iftar edip sonradan kaza yapar. Bununla beraber
iftar yapmayıp o günleri oruç tutsa, adağını yerine getirmiş olur. "Allah için
evlâdını kurban edeceğini" nezreden kimseye, İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî'ye
göre bir şey gerekmez; çünkü bu, caiz olmayan bir adaktır. Fakat İmam Azam ile
İmam Muhammed'e göre, bu halde bir koyun kurban edilmesi gerekir. Çünkü İbrahim
Aleyhisselâm, böyle bir kurban kesmekle emrolunmuştur.
5) Nezredilen şey aslında gerçekleşemez olmamalıdır. Buna göre bir kimse,:
"Geçen falan günde oruç tutayım" diye nezir yapsa, üzerine bir şey gerekmez.
Yine: "Falan zatın geleceği gün oruç tutayım" diye adak yaptığı halde, o zat
zeval vaktinden sonra gelse veya kendisinden oruca aykırı bir hal meydana
çıktıktan sonra gelse, nezir adına bir şey gerekmez. Çünkü o günde oruç
tutulması artık gerçekleşemez (muhal) olmuştur. Geceleyin geldiği takdirde de
hüküm böyledir. Çünkü adak gündüz içindir.
6) Adanan şey, adak yapanın mülkünden daha fazla veya başkasına ait
bulunmamalıdır. Buna göre: "Hemen bin lira sadaka vermesini" adayan kimsenin
yalnız yüz lirası bulunsa, ancak bu yüz lirayı sadaka vermesi gerekir. Veya
başkasına ait bir koyunun kurban edilmesini adayan kimseye de, bu adağından
dolayı bir şey gerekmez.
Belirli ve Belirsiz, Mutlak ve Muallak Adaklar
"Nezrim olsun, yarın oruç tutayım" gibi bir adak, muayyen (belirlenmiş) bir
adaktır. "Nezrim olsun, bir gün oruç tutayım" denilmesi de gayrimuayyen
(belirlenmemiş) bir nezirdir. Bunlar, aynı zamanda bir şarta bağlı olmayan
mutlak (bağlantısız) nezirlerdir.
"Falan kimse gelirse, Allah için nezrim olsun her gün oruç tutayım, şu kadar
sadaka vereyim" gibi, şarta bağlı nezirler de birer muallak
(bağlantılı)nezirdir.
Mutlak olan (bir şarta bağlı olmayan) nezirleri yerine getirmek vacibdir. Belli
gününde yerine getirilmeyen bir nezir, başka bir günde kaza edilir. Bugün fakire
sadaka vermesini adadığı halde, bu sadakayı o gün vermezse, başka bir günde
verilmekle yerine getirilir. Buna kaza denilir.
Olması istenilen bir şarta bağlı nezir, o şartın gerçekleşmesi halinde yerine
getirilmesi vacib olur. Olması istenmeyen bir şarta bağlanmış bulunan bir nezre
gelince, bunda adak yapan serbestir. Şart gerçekleşince, dilerse nezrini yerine
getirir, dilerse yalnız yemin keffareti öder. Sahih olan budur.
Örnek: "Şu nimete kavuşursam bir ay oruç tutayım" diye adak yapan kimse, o
nimete kavuşunca bir ay oruç tutması vacib olur. Çünkü şart kılınan nimet, adak
sahibi için istenen şeydir.
Aksine olarak; bir kimse kendini yalan söylemekten engellemek için: "Eğer yalan
söylersem, bir ay oruç tutmak nezrim olsun" diye nezrettiği halde yine yalan
söylerse, serbestir. Dilerse bu adağını yerine getirir, bir ay oruç tutar.
Dilerse yemin keffareti öder. Çünkü şart koştuğu yalan söyleme işi, kendisince
istenen şey değildir. Bu nezir bir nevi yemin demektir.
Mutlak bir nezir, muayyen (belirli) olsa bile, zamana, mekâna, belli bir paraya,
belli bir fakire bağlı kalmaz. Bu nezir, gerek oruçla, gerek namazla ve itikâfla
olsun, gerek para ve diğer şeylerle olsun eşittir: Buna göre, bir kimse: "Cuma
günü oruç tutayım" veya "Beytü'l-Makdis'de şu kadar namaz kılayım" veya "Bu
parayı cuma günü falan beldede olan falan fakire vereyim" diye nezrettiği halde,
buna aykırı olarak başka bir günde oruç tutsa, başka bir mescidde o kadar namaz
kılsa, o miktarda başka bir parayı başka bir beldedeki başka bir fakire verse,
adağını yerine getirmiş olur.
Bir şarta bağlanmış olan bir nezir, o şartın bulunmasından önce yerine
getirilemez. "Falan zat gelirse üç gün oruç tutayım" diye nezreden kimse, dara o
zat gelmeden üç gün oruç tutacak olsa, nezrini yerine getirmiş olmaz.
Şarta bağlanarak yapılan bir nezir de, zamanla, mekânla, belli bir para ve belli
bir fakirle kayıtlanmaz.
Örnek: "Falan işim olursa cuma günü oruç tutayım, şu yerdeki falan fakire şu
parayı vereyim" şeklinde nezir yapan kimse, o iş olduktan sonra herhangi bir
günde o orucu tutabilir veya herhangi bir yerdeki başka bir fakire o paranın
karşılığını verebilir.
Bir vakte kadar izafe edilen bir oruç, o vaktin gelmesinden önce tutulursa, İmam
Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre caiz olur. İmam Muhammed'e göre caiz olmaz. Receb
ayında tutulması nezredilen bir orucun daha önce gelen Rebiulahirde tutulması
gibi...
"Bir sene oruç tutayım" diye mutlak şekilde yapılan bir nezirden dolayı,
hilâllere göre tam bir sene oruç tutulması gerekir. Şöyle ki: Eğer arka arkaya
devamlı tutulması söylenmemiş ise, bu oruç değişik günlerde tutulabilir. Eğer
fasıla vermeden tutulursa, otuz beş günün kazası gerekir. Bunun otuz günü
ramazana ve beş günü de bayramlara rastlayan günlere karşılıktır. Böyle nezreden
kadın ise, bu yıl içinde tutmayacağı adet günlerini de kaza etmesi gerekir.
Fakat böyle bir yıl aralıksız oruç tutulması nezredilirse, Ramazan günlerini
kaza etmek gerekmez. Çünkü böyle bir sene Ramazandan dışta kalamayacağı için,
Ramazan günleri bu nezirden ayrı tutulmuş gibi olur.
Bir kimse: "Falan ayda, (Receb ayında) oruç tutayım" diye nezrettiği halde, o
ayda hasta olsa iftar eder. Sonra Ramazan orucunda olduğu gibi kaza eder.
"Allah rızası için bir gün oruç tutayım" diye yapılan bir nezrin günü belli
değildir. Nezreden dilediği gün, o borcu tutabilir. İki gün, üç gün... denildiği
takdirde de hüküm böyledir. Bu günlerin oruçları fasılasız tutulabileceği gibi,
parça parça olarak da tutulabilir. Ancak nezir esnasında fasılasız tutulmasına
niyet edilmiş olursa, o zaman ara vermeden, tutulması gerekir.
Örnek: "Ara vermeden on gün oruç tutayım" diye nezretmiş bulunan bir kadın, beş
gün oruç tuttuktan sonra âdet görmeye başlasa, tuttuğu oruçlar nezirden
sayılmaz. Temizlendikten sonra yeniden on gün tutması gerekir. Fakat dağınık
olarak ayrı ayrı günlerde oruç tutmayı adayan kimse, o kadar gün fasılasız oruç
tutsa, adağını yerine getirmiş olur.
"Üzerime oruç vacib olsun" diyen kimseye, bir gün oruç tutmak gerekir. Miktarına
niyet etmeksizin: "Birçok günler oruç tutayım" diye nezreden kimsenin de, İmam
Azam'a göre on iki İmama göre yedi gün oruç tutması gerekir.
"Nezrim olsun ki, yalan söylemeyeyim, nezrim olsun ki, falan yere gitmeyeyim"
gibi sözler, "Ahdim olsun" yerinde birer yemin sayılır. Buna göre, yalan konuşsa
veya o yere gitse, yalnız yemin keffareti gerekir. "Üzerime nezrolsun" sözü de
böyledir. Ancak bu sözlerle sadaka vermek, oruç tutmak, haccetmek gibi bir
ibadet niyeti olursa, o zaman o ibadeti yerine getirmek gerekir.
Yalnız: "Nezrim olsun" denilmesi de böyledir. Bu halde bakılır: Eğer bununla
herhangi bir sayı olmaksızın oruca niyet edilmiş ise, üç gün oruç gerekir.
Miktarsız sadakaya niyet edilmişse, on fakire birer fitre miktarı vermek
gerekir.
Nezirde kasd ve kasıdsızlık (hüküm bakımından) eşittir. Buna göre "Allah için
bir gün oruç tutayım" diyecek yerde yanılarak: "Bir ay oruç tutayım" denilse,
bir ay oruç tutulması gerekir. Bu ayı belirlemek nezreden kimseye aittir. Nezrin
arkasından hemen oruca başlaması şart değildir.
"Allah rızası için şu gün (perşembe günü) oruç tutayım" diye yapılan bir nezir,
en yakın olan perşembe gününe ait bulunmuş olur. Yalnız o gün tutulacak oruç ile
bu nezir yerine getirilmiş olur. Her perşembe oruç tutulması gerekmez. Fakat
buna niyet edilirse, her perşembe oruç gerekir.
Nezredilen günlerden birinde iftar edilirse, kaza gerekir. Örnek: Belli günlerde
oruç tutmayı nezreden kimse, o günlerin şiddetli sıcağından oruç tutmaya gücü
yetmezse, iftar eder ve elverişli günlerde tutamadığı günleri kaza eder.
Oruç tutmak üzere yaptığı adaktan dolayı üzerine kaza gereken kimse, bu kazayı
geciktirip de kocalsa (şeyh-i fâni olsa) veya geçimini kazanmak için pek zor bir
sanat ile meşgul bulunsa iftar eder, her gün için bir fidye verir. Fakirliğinden
dolayı fidye vermeye gücü yetmezse, Allah Tealâ'dan mağfiret diler. Çünkü Yüce
Allah'ın mağfireti boldur, merhameti geniştir.
Bir kimse: "Bir ay oruç tutayım, itikâfda bulunayım" şeklinde nezrettiği halde,
henüz bir gün geçmeden vefat etse, kendisine bir ay oruç tutmak veya itikâfta
bulunmak gerekir. Ayın belli olup olmaması eşittir. Bu halde her gün için bir
fidye verilmesini vasiyet etmesi gerekir, vasiyeti bulunmadığı takdirde
varislerinin izinleri ile bu fidye terekesinden verilebilir.
Fakat bir kimse hasta olduğu halde böyle bir nezirde bulunup da iyileşmeden
vefat etse, kendisine bir şey gerekmez. Amma arada bir gün dahi olsun, iyileşmiş
olsa, bir aylık fidye vasiyet etmesi gerekir.
İmam Muhammed'e göre, yalnız sağlığa kavuştuğu günler miktarı fidye vasiyet
etmesi gerekir.
"Yüce Allah'ın rızası için kurban keseyim" veya "Nezrim olsun Kurban kesip etini
fakirlere sadaka olarak vereyim" diye yapılan bir nezir geçerlidir. Fakat: "Şu
hastalıktan iyi olursam, bir koyun keseyim" veya "Falan türbe için bir kurban
keseyim" gibi nezirler, söz vermeler bir nezir hükmü taşımaz. Allah'ın
rızasından başka bir kimse adına kurban kesilmesi caiz değildir.
"Falan kimseye şu kadar para adadım, falan türbeye şu kadar mum adadım, falan
zatın gelmesi için kurban keseceğim" gibi sözler caiz değildir. Hele bir ölü
hakkında: "Ey mübarek zat! Sen benim şu işimi yoluna koyarsan, şu hastama şifa
verirsen, şu kayıp malımı bana geri çevirtirsen, senin türbene şu kadar şey
harcayayım" şeklindeki adaklar batıldır, haramdır. Belki: "Allah rızası için şu
fakire şu kadar para vermek adağım olsun, Allah Tealâ hastama şifa verirse, şu
kayıp malı bana geri döndürürse, Hak rızası için sadaka vereyim, kurban kesip
etini sadaka vereyim, onların mescidlerine hasır ve zeytinyağı alayım" şeklinde
bir adak yapılabilir.
Adak kurbanının etini nezreden kimse yiyemeyecegi gibi, zevcesi ile usul ve
furuu (baba, babanın babası evlad ve evladların çocukları) da yiyemezler. Bunu
fakirlere sadaka olarak dağıtmak gerekir. Eğer yiyecek olursa, yediklerinin
kıymetini fakirlere vermek gerekir.
Yapilan bir nezir veya yemin keffareti yerine getirilmezse, hakim tarafından
yapılmasına adam zorlanamaz. Çünkü bunlar, sadece diyanetle ilgili olarak
mükellefe yönelen birer borçtur.
İtikâfın Mahiyeti, Nevileri ve Teşriî Hikmeti
İtikâf lûgat deyiminde bir şeye devam etmek manasındadır. Bir şeye devam eden
kimseye de mutekif (itikâf yapan) denir. Şeriatta ise itikâf: Bir mescidde veya
o hükümdeki bir yerde itikâf niyeti ile durmaktan ibarettir.
İtikâflar: Vacib, müekked sünnet ve müstahab nevilerine ayrılır. Şöyle ki: Dil
ile nezredilen bir itikâf vacibdir. Ramazan ayının son on gününde itikâf, kifaye
yolu ile bir müekked sünnettir. Başka bir zamanda ibadet niyeti ile bir mescidde
bir müddet yapılan itikâf da müstahabdır.
Bir itikâfın en az müddeti, İmam Ebû Yusuf'a göre bir gündür. İmam Muhammed'e
göre bir saattır. Bir saat, fıkıh alimlerine göre, zamanın belirsiz olan az veya
çok bir parçası demektir. Yoksa bir günün yirmi dört saatte biri demek değildir.
(İtikâfın en az müddeti, Malikî'lerce tercih edilen görüşe göre bir gündüz
kadar, bir gecedir. Şafiî'lere göre de, "Sübhanallah" denilmesinden bir an kadar
fazla olan pek az bir zamandır.)
İtikâfın meşru olmasındaki hikmet ve yarara gelince, bu pek önemlidir. Resul-i
Ekrem (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicretinden
sonra âhirete göçüşlerine kadar her Ramazanın son on gününü itikâf ile
geçirirlerdi.
İhlâs ile olan bir itikâf, amellerin pek şereflisi sayılmaktadır. Bu sayede
kalbler bir müddet olsun, dünya işlerinden uzak kalır ve Hakka yönelir, birer
Beytullah olan mescidlerden birine şu şekilde devam eden bir mümin çok kuvvetli
bir kaleye sığınmış, kerim olan mabudunun feyiz ve yardım kapısına sığınmış
olur.
İslâm büyüklerinden ünlü Ata demiştir ki: "İtikâf yapan, ihtiyacından dolayı
büyük bir zatın kapısında oturup dileğini elde etmedikçe buradan ayrılıp gitmem,
diye yalvaran bir kimseye benzer ki, Allah'ın bir mabedine sokulmuş, beni
bağışlamadıkça buradan ayrılıp gitmem demektedir."
Bir müminin her gün azalmakta olan hayat günlerinden faydalanarak böyle kutsal
bir yerde bir zaman ebedî ve ezelî yaratıcısına olanca varlığı ile yönelip saf
bir kalb ve temiz bir dil ile ibadette bulunması, manevî bir zevke dalması ne
büyük bir nimettir.
İtikâf yapan kimse, bütün vakitlerini ibadete, namaza ayırmış demektir. Çünkü
fiilî olarak namaz kılmadığı vakitlerde de mescid içinde namaza hazır bir
haldedir. Bu bekleyiş ise, namaz hükmündedir.
Sonuç
İtikâf sayesinde insanın manevîyatı yükselir, kalbi nurlanır, simasında kulluk
nişanları parlar, İlahî feyizlere kavuşur. Ne mübarek, ne güzel bir hayat anı!..
İtikâfın Şartları
Bir itikâfın sıhhatı şu şartların bulunmasına bağlıdır:
1) İtikâf yapan, müslüman, akıllı ve temiz bulunmalıdır. Onun için müslüman
olmayanın, delinin, cünubun, hayz ile nifastan temiz bulunmayanın itikâfı caiz
olmaz.
Gayr-i müslim ibadete, mecnun da niyete ehil değildir. Temiz olmayanların da
mescidlere girmesi yasaktır.
2) İtikâfa niyet edilmiş olmalıdır. Buna göre niyetsiz olarak yapılan bir itikâf
geçerli değildir. Çünkü bunun bir ibadet olabilmesi niyete bağlıdır.
3) İtikâf, mescidde veya o hükümdeki bir yerde yapılmalıdır. Şöyle ki: İçinde
cemaatla namaz kılınan herhangi bir mescidde itİkâf yapılabilir. Büyük camilerde
yapılması daha faziletlidir. Kadınlar da kendi evlerinde mescid edinilen veya
mescid olarak ayıracakları bir odada itikâfda bulunurlar. Buraları onların
haklarında birer mescid sayılır. Kadınların dışardaki mescidlerde itikâf
etmeleri caiz ise de, kerahetten kurtulamaz. Kadınların kendi evlerinde namaz
kılmaları, mescidlerde namaz kılmalarından daha faziletli olduğu gibi, evlerinde
itikâfları da her türlü fitne ve fesad düşüncesinden beri olacağı cihetle
mescidlerde itikâfda bulunmalarından daha faziletlidir.
(İmam Şafiî'ye göre, itikâf tazime lâyık bir yerde yapılabilir ki, o da
mescidlerdir. Evlerde mescid edinilen yerler, bu tazime lâyık değildir.)
4) Vacib olan bir itikâfda, itikâf yapan oruçlu bulunmalıdır. Bu halde orucun
yanılarak bozulması itikâfa zarar vermez. Diğer itikâflar için oruç şart
değildir. Çünkü onlar için bir müddet yoktur. Öyle ki camiden bir iki saat
içinde çıkıncaya kadar itikâfa niyet edilmesi de sahihdir.
(Şafiî'lere göre, vacib bir itikâfda da oruç şart değildir.)
İtikâf için büluğ, erkeklik, hürriyet şart değildir. Buna göre akıllı olan
çocuğun, kadının, kölenin itikâfları sahihdir. Şu kadar var ki, kadının itikâfı
kocasının ve kölenin itikâfı da efendisinin iznine bağlıdır. İsterse bunlar
itikâfı nezretmiş olsunlar, hüküm aynıdır. İzin bulunmayınca kadın, nezretmiş
olduğu itikâfı kocasından ayrıldıktan sonra, köle de azad edildikten sonra kaza
eder.
Bir kimse, itikâf için zevcesine izin verse bundan dönemez, artık engellemesi
doğru olmaz. Efendi ise, kölesine verdiği izinden dönebilir.
Mükâteb (sözleşmeli) bir köle ise, efendisinin izni olmasa da, itikâfda
bulunabilir. Çünkü kısmen hürriyetine sahibdir.
İtikâfın Edebleri
İtikâfın şu edebleri vardır:
1) İtikâf, Ramazan ayının son on gününde ve mescidlerin en faziletlesinde
yapılmalıdır.
2) İtikâf esnasında hayırdan başka bir şey söylenmemelidir. Günah gerektirmeyen
şeyleri konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet inancı ile susmak ise
mekruhtur. Günah sayılan şeylerden dili tutmak ise, ibadetlerin büyüklerinden
biridir.
3) İtikâf esnasında Kur'an-ı Kerimi okumaya, hadis-i şerife, Peygamberlerin
yüksek siyerlerine, dinî meseleleri öğretmeye devam etmelidir.
4) İtikâf yapan kimse, temiz elbiselerini giymeli, güzel kokular sürünmelidir.
Başını da yağlayabilir.
5) Nefsine itikâfı vacib kılacak kimse, buna yalnız kalben niyetle yetinmemeli,
dili ile de söylemelidir.
İtikâfa Dair Bazı Meseleler
Belli bir mescidde, Mescid-i Haram'da itikâfa niyet eden kimse, başka bir
mescidde itikâfa girebilir.
Bir ay itikâf adansa ve bundan yalnız gecelere veya gündüzlere niyet edilse, bu
niyet sahih olmaz. Çünkü ay, belli miktardaki geceler ile gündüzlerden
ibarettir. Onun için geceli ve gündüzlü bir ay itikâf gerekir.
Yalnız gündüzleri itikâfda bulunmaya niyet edilmesi sahihdir. Bu durumda her gün
fecrin doğuşundan önce mescide girip güneşin batışından sonra çıkılır. Fasılasız
itikâfa niyet edilmemişse, istenilen günlerde itikâf yapılabilir. Bir gün için
itikâfa niyet edildiği zaman da, buna gece dahil olmaz. Fakat fasılasız şu kadar
gün itikâfa denilerek nezredilse, geceler de bu nezre girer. Aksi de böyledir.
Bu durumda itikâf için güneşin batışından önce mescide gidilir. Belli olan
geceler ve gündüzler mescidde kalınır. Son günün güneş batışından sonra
mescidden çıkılır. Böylece itikâf sona erer.
Muayyen bir ramazan ayını itikâfla geçirmeğe nezredilse, o ramazan orucu bu
itikâf orucu içinde yeterli olur. Böyle bir nezir yapıldığı halde, ramazan orucu
tutulup da itikâf yapılmasa, başka bir zamanda oruçlu olarak fasılasız bir ay
itikâf edilmesi gerekir. Eğer itikâf yapılmaksızın diğer bir ramazan girecek
olsa, artık bunda yapılacak itikâf yeterli olmaz. Çünkü bu takdirde kazaya kalan
itikâfın orucu, insan üzerine düşen bir borç olmuştur. Bu, ikinci ramazan orucu
ile ödenmiş olamaz.
Belirtilmeksizin bir ay itikâf yapmayı nezreden kimse, ramazanda bir ay itikâfda
bulunmakla bu nezrini yerine getiremez. Çünkü bu itikâf için, bir ay oruç
tutmayı da bu nezirle üzerine yüklenmiş bulunur. Ramazan orucu ise, kendisine
ayrıca faz olan bir ibadettir.
Bir kimse nezrettiği bir itikâfı yapmadan ölecek olsa, her gün için bir fidye
ödenmesini vasiyet etmiş olması gerekir. Çünkü vacib olan bir itikâf, orucun bir
parçasıdır. Onun için oruçtaki fidye, bunda da gerekli olur. Ancak fakir ise, o
zaman Yüce Allah'dan af ve mağfiret dilemelidir.
İtikâfı Bozan ve Bozmayan Şeyler
İtikâf halinde olan bir kimsenin dinî ve tabiî ihtiyaçları için zaruri olarak
mescidden dışarı çıkması, itikâfını bozmaz.
Örnek: İtikâfda bulunanın (mutekifin) cuma namazını kılmak için mescidden
çıkması, din bakımından bir özür olduğundan itikâfına engel değildir. Zaten cuma
namazının süresi bilinmiş olduğundan, adağın dışında kalmış olur.
Yine, abdest ihtiyaçlarını gidermek ve gusletmek için çıkması da tabiî bir özür
olduğundan itikâfa zarar vermez.
Yine, bulunduğu mescidin yıkılmaya yüz tutması veya oradan zorla çıkarılması da,
zarurî bir özür olduğundan itikâfa zarar vermez.
(Şafiî'lere göre, cuma namazı için başka bir camiye çıkılıp gidilmesi itikâfı
bozar. İtikâf bir hafta devam edecekse, cuma namazı kılınan bir mescidde itikâfa
girmelidir.)
Cuma namazını kılmak veya ihtiyacı gidermek için en yakın olan yere gidilir,
arkasından mescide dönülür. Bir özürden dolayı mescidden çıkılınca, başka bir
mescidde o itikâf tamamlanır.
Bir özür olmaksızın mescidden çıkmak itikâfı bozar. Onun için itikâf yapan bir
kimse, geceleyin veya gündüzün özür bulunmaksızın bir müddet kasden veya sehven
mescidden çıkarsa itikâfı bozulur. Bu müddet, iki İmama göre, bir günün
yarısından ziyade bir zamandır. Bir görüşe göre de, günün belirsiz bir saatinden
ibarettir. Kadın da itikâf ettiği odadan özürsüz evinin içine çıkarsa, itikâfı
bozulur.
Şu işleri yapmak için mescidden dışarıya çıkmak da itikâfa engel olur: Hasta
ziyaretinde bulunmak, cenaze hizmetinde bulunmak, cenaze namazı kılmak, şahidlik
etmek, bir hastalık sebebiyle bir saat kadar dışarı çıkmak da itikâfı bozar.
Ancak itikâf adağı yapılırken, hastaları ziyaret ve cenaze namazında bulunmak
şart kılınmışsa, bunlar için çıkılması itikâfı bozmaz.
Pek az rastlanan bir özürden dolayı da dışarı çıkmak itikâfı bozar. Boğulmakta
olan veya yangına düşmüşü kurtarmak için dışarıya çıkmak itikâfı bozduğu gibi,
cemaatın dağılmasıyla dışarıya çıkmak da bozar.
İtikâfda bulunan bir kimseye, bu ibadeti esnasında birkaç gün baygınlık veya
cinnet gelse, itikâfı bozulur. İyileşip kendine gelince yeniden itikâfa başlar.
Öyle ki, bu durum devam ederek birkaç sene sonra üzerinden kalksa, yine itikâfı
kaza etmesi gerekir.
Yukarıda anlatılan meseleler, vacib olan itikâflar içindir. Nafile olan
itikâflarda, bir özür bulunsun veya bulunmasın, dışarı çıkmakla veya hastayı
ziyaret etmekle itikâf bozulmaz.
Vacib olan bir itikâf bozulunca, onun kazası gerekir. Meselâ: Belli bir ay için
yapılan itikâf esnasında bir gün oruç bozulsa veya dışarıya çıkılsa, yalnız bir
günlük itikâf için kaza gerekir. Fakat belirsiz olarak fasılasız bir ay için
nezredilmiş bir itikâf esnasında, böyle bir gün oruç bozulacak veya dışarıya
çıkılacak olsa, yeniden bir aylık itikâfa başlamak gerekir. İtikâf yapan bu
kimse ister kendi iradesi ile oruç yesin ve dışarı çıksın, ister iradesi dışında
olarak cinnet ve bayılma durumuna düşsün, eşittir.
Başlandıktan sonra bırakılan nafile bir itikâfın, tercih edilen görüşe göre,
kazası gerekmez.
İtikâf eden kimse için, zevcesi ile cinsel ilişki kurmak veya buna sebeb olacak
öpme ve okşama gibi herhangi bir hareket, gerek gündüz ve gerek geceleyin olsun,
haramdır. Cinsel ilişki ister kasden, ister unutarak olsun, itikâfı bozar. İnzal
olması şart değildir. Diğer hareketler ise, inzal olmadıkça itikâfı bozmaz.
Bakmak ve düşünmek sonunda meydana gelecek inzal ve ihtilâm da itikâfı bozmaz.
İtikâf halinde olan kimse, muhtaç olduğu şeyleri mescidde bulundurmaksızın
mescidde satın alabilir. Mescide zarar vermeyecek şeyleri mescide getirebilir.
Mescid içinde yer-içer. Mescid içinde hazırlanmış uygun bir yer varsa orada
abdest alıp gusledebilir. Böyle bir yer yoksa, dışarıya çıkar ve en yakın yerde
abdestini alır ve yıkanır, beklemeksizin hemen mescidine döner.
İtikâfda olan kimse, ezan okumak için minareye çıkabilir. Minarenin kapısı
mescidin dışında olsa bile zarar vermez.
"Allahım, bizi kendini senin kulluğuna adamış, emirlerine ve yasaklarına
titizlikle uyan kullarından eyle. Amin. Ve övgü, âlemleri terbiye eden Allah'a
mahsustur."
|