erçek
adalet anlayışında, büyük
çoğunluğun içinde “ bir imge bütünleşmesi”
nin bulunup bulunmadığı akla gelebilen bir sorudur. Yani
insanlar Adalet/Kader anlayışını nasıl değerlendirebiliyorlar
bireysel mi?, yoksa gerçekçi mi?...
Önemli olan bu.
Kendi
kanaatleri doğrultusunda değerlendirip davranış biçiminde
bulunan ve hareketlerini
kontrol edemeyen karşılığını mutlaka alır.
Kendine
göre bir düşünceye sahip olan, bakış açılarını pek
genişletemez. Onlar, tabandaki oluşların insanıdır. Ve
ancak kendine kendi frekansında yandaşlar bulur ve bu yöndeki
düşüncelerini paylaşır.
Kendi
anlayışına uygun adalet
bekleyen de, umduğu adilliği asla bulamayacaktır!..
Evet
toplumda böyle bir adalet sezinlemesini talep eden fikir birliği
mevcutsa (konsensus) bu tartışılmalıdır. Çünkü, özden
ön plana çıkan gerçekler, ne yazık ki bireylerin veya
toplumların istediği şekilde tecelli etmemektedir.
Aslında
insan, kendine göre bir adalet mekanizmasının işlemesini
istiyor. Arzusu bu!.. Doğru mu, yanlış mı, yapıyor
bilmiyor. Buna pek aldıranın olduğu da söylenemez. Şayet
varsayımsal nedenlerle doğru olduğu kabul edilse bile, sırf
duygulara , isteklere yansıması nedeniyle doğru olarak
nitelendiriliyor.
Birey burada haksızlığını örtmek, yanlışını perdelemek
için bir sürü mazeret öne sürüyor.
Ve ortaya, gerçekçi olmayan, isteklere uygun bir adalet anlayışı
çıkıyor.
İnsanlar,
söylenilenlerle, mistik verilerden bir şeyler çıkarmaktan
ziyade, isteklerine mahkum oluyor. Hatası söylenen insan da,
doğrusu bu ya, sahip olduğu kültürün etkisi, genetik
kodlamaya istinaden, hakikaten gerçek olanı pek
kabullenemiyor.
Adalet
kavramı bu haliyle bireyin kendi isteğine göre şekil alıyor.
Bu husustaki toplumsal
değer yargısı, sınıf farklarını ortaya koyabilecek bir kültüre
yaygınlık kazandırmaktadır.
Bireyi
bu tür değerlendirmeye iten faktörler, bütünlükle alakalı
olmayan, kimilerin bir bunaltı, öfke, korku, ekonomik koşullar,
can sıkıntısı, suçluluk duygusu, çaresizlik, varoluş
gayesini algılayamama, karamsarlık, kimileyin aşırı coşku,
memnuniyet, bireysel şükran olma, karşılıksız sevgiler,
tedirginlik edici, beklenen şeylerin olmaması gibi duygulardan
kaynaklandığı söylenebilir.
Maalesef,
bu faktörler iğreti yaşayan bir insanda, içinde inanç faktörü
taşıyamayan bir din olgusunu ve adalet anlayışını ortaya
koymaktadır.
Bu
nedenle insanlar dengesiz, haksız, orantısız ve
büyük eşitsizliklerin varlığını hissederek bu
teoriyi kabul edemiyor.
Böyle
bir adalet anlayışı oldukça, birey yaşantısı boyunca
adaletin sadece ismini duyabilir lâkin varlığını
hissedemez.
Ve
sonunda tahripkâr bir anlayışın peşinden koşar durur.
Örneğin;
“Gerçeği söylemek gerekirse onlarla aramızda mükemmel bir arkadaşlık
vardı” ve sınıf farklılıkları pek düşünülmüyordu,
kesinlikle belli değildi. Yemeklerimiz onların yemekleriydi. Kıyafetlerimiz
arasındaki farklar gözümden kaçmıyordu. Ama ben bu eşitsizliği,
adaletsizliği asla içime
sindiremiyorum...”
düşüncelerinde olduğu gibi!......
Toplum
arasında yaratılıştan gelen eşitlikten çok, eşitsizlik
olduğuna ama bu eşitsizliklerin çoğunun sonradan kaldırılması
gerektiğine ve bu gücün kendisinde mevcut oluşuna inanan
evrensellikten nasibini almamış bir yığın insan var.
Bunu yapmak isterken eşitlikle eşitsizlik arasında gerçeğe
dayalı bir dengenin bulunduğunun
farkında mıdır?.. Bilemiyorum!..
Acaba
bu konuda değerlendirebildiğimiz bilimsel/sosyal görüşler
yeterli olabilir mi?..
Şayet
eşitlik söz konusuysa:
Hz.
Resulullah’ın “...
belki de sen kardeşinin yüzünden kazanç sağlıyorsun!.”
şeklindeki sözü ne anlama geliyor?..
Bazı
kimselerde kendi anlayışınca adalet isteme
yolunda hezeyanlar bulunsa da bunlar sadece kendi
kendilerini heyecanlandırmaktan başka işe yaramayan ve gerçeklikle
pek fazla ilişkisi bulunmayan fikirler olarak kalacaktır.
Bu
algılama, bence, adalet’ in geleceği açısından çok önemlidir!..
Ve
birey ancak bu gerçeklerle yüzyüze kaldığında gerçek
adalete, yani, mutlak yaratıcının adaletine ulaşmış
olur...
Onun
adaleti ise;
“ Dilediğini yapmaktır.”
Aslında
biz onu yaşıyoruz.
İstanbul
- 09.12.2000
http://afyuksel.com
Not:
Bu yazı Akşam Gazetesi'nin
09.12.2000 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
|