Kur’an yahudilere;
Şayet siz imanlı iseniz “İmanınız
size ne kötü bir şey emrediyor...” demekle akıl-iman ilişkisine
atıfta bulunuyor..
Akıl görülmez, eserleri görülür.
Satürn Gezegeninden gelen
kozmik etkiler, Dünya üzerinde, maddi planda hükmünü yürüten aklı,
Uranüsten gelen tesirler de madde ötesi planda çalışan üst
seviyede bir aklı oluşturur.
Şiron’la desteklenen bu
yüksek düzeydeki akıl ile kişi, büyük bir ihtimalle velâyet
sahasına adımını atar.
Akıl ile zekâ, farklı özellikleri içerir. Zekâ kısa vadeye dönük
çalışır.
Akıl ise uzun vadeye yatırım yapar. Kimi insan akıllıdır zeki değildir.
Kimi, zekidir akıllı değildir. Bazıları ise hem akıllı hem
zekidir.
Zekâ,
beyinde, Merkür’ün
etkisiyle oluşan açılımla meydana gelir. Zekânın alt boyutu
ahmaklıktır. Ahmağa nasihat fayda vermez. Ahmak bir insanla arkadaşlık
etmek son derece mahzurludur. Mesneviden yapılan bir tercüme de "Ahmaklardan kaç: Çünkü İsa (a.s.) kaçtı. Ahmağın sohbeti çok kanlar döktü.
Hava suyu azar azar sirkat eder. İşte ahmak dahi sizden böyle çalar. O ahmak harareti çalar ve bürüdet
verir. Altına taş koyan bir kimse gibi"
denmektedir. (Bak.Fususu’l – Hikem Ya’kub fassı c.2.s.214)
Akıl, insanda mevcut olan
fikir, hafıza, idrak, şekillendirme gibi görünmeyen özelliklerin
etkisi altında kalmaz.
Onu etkileyen tek güç ‘Vehim’
duygusudur.
Vehim, var olmayanı var, var
olanı da yok sanma halidir. Vehmin çalışma tarzı, sadece ‘zan’na dayalıdır. (Bak.Enam 116, Yunus 36)
Vehim, kişinin aklını kullanarak ‘ben’
denilen şeyin bir beden olduğu kanaatini onda yoğunlaştırır ve
kişi artık akla tabi
olmayarak vehmin hükmü ile
‘kendi aslı ve hakikatinin ne olduğu hususunda
araştırmaya gerek duymaksızın ahirete göçer gider.
Ne var ki, toprak altında çürüyüp yok olan beden ile beynin
ürettiği ruh asıl değildir.
Kendini tanımak yetisine öze dönük akıl ulaşır.
“Akıl”
Arapça “ukl”
kelimesinden gelmiştir. “Bağlamak”
anlamındadır.
Bir yerde Tez, anti-tez yaparak sentez çıkarma fonksiyonudur.
Aklın libası, (elbisesi) vicdan’dır.
Vehmin etkisinde kaldığı anlarda bile, zaman içinde doğruyu
bulması bu nedenledir.
Hikmet ise,
aklın lisanıdır. Hayran olma veya, haşyet/hayret duyma
da aklın ürünüdür.
Efendimizin;
“Ya Rab, hakkındaki hayretimi ziyadeleştir” şeklindeki
Hadisi anlatılan yöne ışık tutar.
Tasavvufta, bireysel mânâdaki akıl, ‘aklı
maaş’ ve ‘aklı
maad’ olarak tasnif edilir.
Aklı maaş, hayatı zahir
yönden devam ettirmekle ilgili bir akıldır.
Aklı maad ise, öze dönük
faaliyet gösteren, bir anlamda, iade olunmuş akıl türüdür.
Akıl, soyutun somutla birleştiği bir geçit/köprüdür.
Orijinden bakışla akla, Zati
ilmin, mahlûkattaki zuhurudur denebilir.
Zuhurdan kasdedilen; melek, cin ve insandaki akıldır.
Bahsi geçen bu üç birimden ikisi akılla, cinler ise zekâ ile
hareket eder.
Anlatılanların yanında şu
alternatifleri de söylemek gerekir;
Aklın
bir sınırı, vardır. Akıl sınıra yaklaştığını, yetersiz
kaldığını hissettiği anda, devreye iman gücünü sokar. Akıl,
iman safhasına, etki altında kalmadan “hür olarak” yaklaşımı
temin eder. İman edilecek şeyin ne olduğunu araştırır. İman gücü
faaliyete geçtiğinde, akıl, kendi kendini pasifize eder.
Akıl ve iman ayrı ayrı şeylerdir. İman, “Mümin” isminin mânâsının
bir birimden çıkışı ile alâkalıdır.
İman, yine aklın programladığı beyin hücrelerinin belirli bir bölümünün
çalışması ile elde edilebilir.
İmanın fiille dönüştürülmesi şarttır. Sadece
‘inanıyorum’ demek yeterli
değildir. İnanılan şeyin beş duyu ile algılanabilmesi kaçınılmazdır.
Abdülkadir
Geylâni Hazretleri bu nedenle;
“İman,
mutlaka amelle tevsik olunmalıdır” demektedir.
Böylece
beyin aktivite kazanarak ruha kayıt yapmaya başlar.
Ayeti Kerime’de;
“Ey iman ehli, Allah’a iman edin” (4-136) denmesinden kasıt,
iman eksikliğinin hissedilmemesi ve imanın kesafet kazanmasını
temini içindir.
Netice de Yoğunluk kazanan
idrak, mutlaka fiile dönüşecektir.
İmandaki prensiplerin amele dayandırılmasındaki espri budur.
Taklidi iman düzeyinde bulunanların, kendi aslını ve hakikatını
bulabilmeleri mümkün değildir.
Hz.Abdullah’dan (r.a)
rivayet edildiği gibi, Efendimiz’e
vesvese soruldu, O; “o imanın
halis olanıdır!..” diye buyurdu. (Bak Çağrı yayınları, Kütübü
Sitte no.4, Müslüm Kitab-ı iman Bab 60 s.211, Ahmed İbn.Hambel
S.456)
İman düşündüğünü tatbik ettiren bir faktördür. İmanlı kişi
Kur’an’a aykırı hareket yapamaz. Bir yerde iman=idrak’tır
diyebiliriz.
Aslında iman da aşılması
gereken bir basamaktır. Zira iman, amaç değil, araçtır. Aynen
kulluk çalışmalarında olduğu gibi...
Hedef, “Allah’a vasıl
olma”dır. Amaç ile aracı karıştırmamak gerekir.
İman, görmediğin bir şeyi kabullenmendir. Bir anlamda, akıl ve
ikan arasında sırat-ı mustakimi oluşturur. Gözle görülen,
kulakla işitilen şey’e artık iman edilmez.
Akıl, yeni bir devreye, ‘ikan’
boyutuna ulaşmıştır.
Resulullah Efendimiz bir
Hadisinde, Hz Ali’ye
hitaben “...sen, Allah’a
aklın ile yakın ol” sözleriyle,
bilinenin dışında, farklı meziyetlere sahip bir akla işaret
etmektedir.
Peygamberler ve bazı yüksek düzeydeki veliler, iman değil ikan sahibidirler.
“İnsanlar Ayetlerimize ikan
sahibi olamadılar.” (27/82)
Kur’an'ın bu ayetinin yorumu yapılabildiği takdirde, akıl iman duygusunu aşarak
kendi aslını ve hakikatini bilme, sistemi çözebilme yetisine ulaşır.
Bu noktada kasdedilen akıl, evrene dönük Resûlullah Efendimizin sahip olduğu akıldır, yani Aklı
kül’dür.
Beşerde zuhur eden Zati ilme ‘akıl’
demiştik.
Kişinin beşeriyetin getirdiği kısıtlı değer yargılarından arınışı,
bir bakıma vehmin hükmü altından sıyrılışı ile akıl, aklı küll’e dönüşür.
Aklı Küll’e sahip olanın
birimliliği de kalkar.
Bu şartlarda yaşayanın sadece farzlara riayet etmesindeki etmen
budur.
Akıl, şayet varlığa dönük, hakim, tümel bir yapıdaysa aklı kül,
ilminde seyirde ise, aklı
evvel adını alır.
Hadisteki “Ya Cabir, Allah önce
aklımı yarattı” sözleriyle kastedilen Aklı Evvel dir.
Allahın ilminde, Esma ve Sıfat seyrini yapan bir özelliktir.
Anlatılan bu hususlara
atfen Resulullah Efendimiz,
başka bir Hadisinde şöyle buyurmuştur;
“Hiçbir
Nebi’ye benim gibi eza olunmadı.”
Çokları bu sözü
zahir yönlü değerlendirmiştir.
Bahsi geçen Hadisi, batıni manasıyla algılamak gerekir.
Onun sahip olduğu akıl özelliğinin yanında, etrafının akıl düzeyinin
çok sınırlı kalması ve aradaki telafisi mümkün olmayan farkların
bulunuşu, kendisine ‘eza’
olunma şeklinde ifade edilmiştir.
Tedbirat-ı İlahiyye’de Muhiddin
Arabi konuya böyle değinmiştir.
Beyin gücünü % 100 kullanan bir insan ile, o kapasiteyi en çok % 3
nipetinde ortaya koyan insanların beraber yaşadığını düşünün...
Tahmin ederim konu daha bir algılanır hale gelecektir.
Tasavvuf ilminde bahsedilen “Muhammedi
Kemalât” bu cihet ile alâkalıdır.
Yani yüksek düzeydeki akıl sahiplerinin mertebesi...
“Varisi
Resûlullah” sözü,
ilim ve irfanla ‘Kemalâtı
Muhammediyye’ ye vasıl olan kimse anlamındadır.
Dolayısıyla, her kişiyi, ‘Muhammedi Kemalât’la vasıflandırmak doğru değildir.
İnsanın beş duyuyla tespit edilemeyen özelliklerinden biri olan ‘akıl’
ile, söz konusu kemalâtı algılamak mümkündür.
Efendimiz
(a.s) akıl düzeyi belli bir seviyede olan çoğunluğa yine de müşfik
davranır, onları kırmamak için özen gösterirdi.
Örneğin, Abdullah B.Ümmü Mektum’u nerede görse, halini hatırını
sorar, ‘senin yüzünden bana Sure indi’ diyerek ona iltifat eder
ve gönlünü alırdı. (Abese 1-4)
Melekler içinde normal akla
sahip olanlar olduğu gibi (bak.Bakara 30-31-32) Aklı Küll’ün
varlığı ile yaşayan ‘yakiyn’
ehli, Mukarrebun zümresinden
olanları vardır.
Bunlar, evrene dönük akla sahip Azrail,
Cebrail, Mikâil ve İsrafil
Aleyhisselâm ile
onların üstünde ilk dörtte yer alan, Nûn,
Kalem, Müdebbir ve
Mufassil isimli meleklerdir.
Müheymin
melâike ve Ruh (Ruhu Azam) Aklı Evvel’e sahiptir.
Aklın muhtelif boyutlarda değişik
isimler alması, onun ‘Hu’viyetini değiştirmez, çünkü;
‘O’
‘ilim’ dir.
Ahmet F. Yüksel
Londra - 28.2.2000
|