Dünyamız hayal mi?
Gördüklerimiz hayal mi?
Okuduklarımız hayal mi?
Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi?
Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu?
Şimdiye kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış
mıydı?
MADDENİN hayalden ibaret olduğu yolunda,
tarih boyunca Doğuda ve Batıda pek çok defalar tartışma konusu teşkil
etmiş bulunan bir eski iddia, son birkaç senedir bizim toplumumuzda
yine gündeme getirilmiş bulunuyor. Bu defa, iddia, bilimsel bir buluş,
ispatlanmış bir gerçek, bir tevhid delili ve bir inanç esası olarak
sunuluyor ve bu kimliğiyle, girdiği zihinlerde pek çok soruya yol
açıyor:
Biz bir hayal miyiz? Dünyamız hayal mi? Gördüklerimiz hayal mi?
Okuduklarımız hayal mi? Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi?
Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu? Şimdiye
kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış mıydı?
Daha yüzlercesi, daha binlercesi—ve bütün bunların yanı sıra, bir de
can alıcı soru:
Herkes ve herşey bir hayal ise, hakikat olan ne?
Ayrıca belirtmeye belki hiç gerek yok; ama, eğer herşey bir hayalden
ibaretse, bu konuyu tartışmak da bir hayalin ötesine geçemeyecek
demektir. Ancak biz bu görüşü peşin peşin benimsemiş olmadığımız için,
hayal peşine düşme endişesine kapılmaksızın, konunun hakikî ve ciddî
bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Böyle bir tartışma, bütün ayrıntılarıyla ve tarihsel seyriyle birlikte
ele alınacak olursa, elbette ki bir dergi sütunlarına sığmaz. Ancak
konunun temel noktalarını aydınlığa kavuşturmak ve “Bu iddialarda bir
gerçeklik payı var mı, yok mu?” şeklindeki bir soruya net bir cevap
ortaya çıkarmak için, bu sütunların o kadar da dar gelmeyeceği
düşüncesindeyiz.
FELSEFE Mİ, TASAVVUF MU, KELÂM MI?
İçinde yaşadığımız dünyanın gerçek bir
varlığa sahip olmadığı yolundaki düşünce, insanlık tarihinin yabancısı
değildir. Bu konudaki tartışmalar, bir tarafta Batının, diğer tarafta
Doğunun eski din ve felsefelerine kadar uzanır. Tarih boyunca da
çeşitli inanç ve felsefe mensupları, eşyanın gerçek bir varlık
olmadığı yolunda görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm kültürü içinde
ise, bu iddiaların, İslâmın ortaya çıkışından asırlarca sonra,
“vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şuhud” kavramlarıyla birlikte, tasavvuf
akımları içinde ciddî biçimde taraftar bulduğunu görüyoruz. Felsefe ve
tasavvufun yanı sıra, kelâmcılar arasında da bu konu, akaidle ilişkisi
yüzünden, uzun uzun tartışılmıştır. Böylece, varlıkların hayal ve
vehimden ibaret olduğu yolundaki görüşlerin felsefe, tasavvuf ve kelâm
(veya akaid yahut usulüddin) olmak üzere üç ayrı alanla ilgisinin
bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Ancak, her üç açıdan yaklaşım da,
diğerlerinden kesin biçimde ayrılan bakış açısı, yöntem ve sonuçları
ortaya çıkardığından, bugün tartışılmakta olan hayal modelini
incelemeden önce, onun ait olduğu yeri belirlememiz gerekecektir.
Bu konu, gündemimize bir akaid meselesi olarak getirilmiştir;
kamuoyunda yol açtığı sorunlar da inançla ilgili tereddüt ve
tartışmaları içermektedir. Onun için, söz konusu modelin felsefî
dayanakları bulunsa bile, pratikte bizi çok fazla ilgilendirmeyeceği
ortadadır. Bu durumda, geriye kelâm ile tasavvuf alanları kalmaktadır.
Ancak, tartışılan şeyin bu ikisi arasında nereye oturduğunu kesin
sınırlarla belirlemek, göründüğü kadar kolay bir iş değildir.
Bir açıdan bakıldığında, konunun bir tevhid ispat aracı olarak gündeme
getirildiğini görüyoruz ki, bu durumda yerini de kelâm ilmi olarak
belirlemek gerekiyor. Diğer yandan, iddiaların kaynağına ve ispat
biçimine baktığımızda, kelâmın kaynaklarının terk edildiğini
görüyoruz. Konunun tasavvufla ilişkisini incelediğimizde ise, bu defa
tasavvufun yöntemlerini göremiyoruz. Ve sonunda, kendimizi,
felsefe-tasavvuf-kelâm karışımı bir model karşısında buluyoruz.
HAYAL MODELİ VE TASAVVUF
Önce, maddenin bir hayalden ibaret olduğu
yolundaki görüşün, İslâm kültüründe, tasavvufa dayandığını dikkate
almamız gerekir. Zaten iddia sahipleri de bu konuda delil olarak iki
İslâm mutasavvıfını, Muhyiddin b. Arabî ile İmam Rabbânî’yi
göstermektedirler. Ancak bu iddianın bir doğru, bir de yanlış tarafı
vardır. Muhyiddin b. Arabî’nin, Allah’tan başka bir varlık kabul
etmeyen “vahdet-i vücud” görüşüne sahip olduğu doğrudur; İmam Rabbânî
ise, yaratılmışların da haricî bir varlık sahibi olduğunu net bir
şekilde ifade etmektedir. İmam Rabbânî’nin tevhidi, vücuda değil,
şuhuda dayanan bir tevhiddir ki, vahdet-i şuhud adıyla anılır. Bunu,
İmam Rabbânî şu şekilde açıklamaktadır:
“Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse, bu
yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez.
Fakat güneşi temâşâ eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda,
onda, güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Buna rağmen, bu
insan mutlaka bilir ki, yıldızlar yok değildir; güneşin parlak
ışığından dolayı görünmezler. … Güneş doğduktan sonra yıldızları yok
bilmek başka, o anda görmemek başkadır.”1
İmam Rabbânî’nin, Muhyiddin b. Arabî’yi birçok mektubunda bu açıdan
tenkit ettiği de bilinmektedir. Meselâ, Mektubat’ının ikinci cildinin
birinci mektubunda, “Şeyh Muhyiddin ve izinden gidenlerle aranızdaki
fark nedir?” şeklindeki bir soruyu Rabbânî şöyle cevaplandırıyor:
“Bu ikisi arasında ne büyük fark vardır! … Onlar gölge varlığın ancak
vehim ve hayalde var olduğunu ileri sürüp mücerred teklikten başka
hariçte bir mevcudun varlığını kabul etmezken, bu fakir, bu gölgeye
ait varlığın hariçte varlığını sabit görüyor. … Eğer bu büyükler,
hariçte gölge varlığın, hariçteki asıl varlığın gölgesi olduğunu
bilselerdi, hariçte âlemin var olduğunu inkâr etmez, bunu yalnızca
vehim ve hayalde var saymazlardı.”2
Bu durumda, âlemin bir hayal ve vehimden ibaret olduğu yönündeki
görüş, iddia edildiği gibi İmam Rabbânî ile Muhyiddin b. Arabî’nin
ortak görüşü değil, bunlardan sadece Muhyiddin b. Arabî’ye ait olan ve
diğer İslâm âlimleri gibi İmam Rabbânî tarafından da ciddî şekilde
tenkide uğramış bir görüş olarak kalmaktadır.
Bununla birlikte, kim tarafından savunulursa savunulsun, vahdet-i
vücud modelinin bir tasavvufî görüş olduğunu dikkatten uzak tutmamak
gerekir ki, bu durum, birtakım hususları sağlıklı bir incelemenin
vazgeçilmez şartları hâline getirmektedir.
Birincisi: Bu model, İslâm tasavvufunun bir ürünüdür ve Doğunun veya
Batının diğer din ve felsefeleriyle bir ilişkisi yoktur.
İkincisi: Tasavvuf, kendi özellikleriyle, kendi yöntem ve
ıstılahlarıyla, başlı başına bir kültürdür ve bu kültürün terimlerini
ve olgularını, kendi şartları içinde değerlendirmek icap eder. Seyr,
sülûk, zıll, gölge, hayal, vehim, esmâ, sıfât, şe’n, fenâ, keşif,
zevk, müşahede, cezbe, tecelliyat, mülk, melekût, misal gibi yüzlerce
tasavvufî kavram vardır ki, bir tasavvuf ehlinin hayalden, gölgeden,
vehimden, tevhidden söz ettiği zaman neyi kast ettiğini kavrayabilmek
için, herşeyden önce, bu kavramlara âşinâ olmak ve onları kendi
muhtevâları içinde yerli yerine oturtmak gerekir.
Üçüncüsü: Tasavvufî görüşler teorik bilgileri değil, yaşanan bir hâli
yansıtırlar. İster vahdet-i vücud olsun, isterse vahdet-i şuhud,
bunlar, manevî âlemlerde bir seyir izleyen yolcunun, nice mertebeler
kat ettikten sonra erişeceği bir menzili ifade etmektedirler. Öyle bir
mevkide bulunanlar, baktıkları yere kâinatın gerisinden değil, kâinatı
kendi arkalarına almış olarak bakmaktadırlar; dolayısıyla, şu veya bu
seviyede dünya ile herhangi bir bağı bulunan kimselerin böyle bir
konuda onları anlamaya veya anlatmaya çalışmaları yahut felsefe
ekollerinde bu görüşlerin benzerlerini araştırmaları kadar beyhude bir
çaba düşünmek mümkün değildir.
Dördüncüsü: Yukarıdaki maddeden de çıkarılabileceği gibi, tasavvuftan
alınan bir görüşün ispatı da, açıklanması da tasavvufun kendi
yöntemleri içinde cereyan etmelidir. Bu yöntemler ise, seyir, keşif,
zevk, şuhud yöntemleridir. Bu ise, kelâmın, tefsirin, hadisin yahut
fıkhın yöntemlerinden çok farklıdır. O yüzden, “Madde hayaldir”
şeklinde bir iddia ortaya atıldığı ve bu iddianın kaynağı olarak
tasavvuf gösterildiği zaman, bu iddia sahiplerinin, böyle bir deneyimi
yaşamış, keşif ve gözlemini gerçekleştirmiş olarak ortaya çıkmış
olması ve iddialarının ispat ve açıklamasını da aynı kaynağın
tabiatına uygun yöntemlerle yapması beklenmelidir. Yoksa Muhyiddin b.
Arabî’nin yahut İmam Rabbânî’nin yaşamış olduğu olağanüstü deneyimler
üzerinde bizim yirmi birinci yüzyılın dünyasında oturduğumuz yerden
ahkâm kesmemiz ve bunları yorumlamaya kalkmamız bir değer
taşımayacaktır.
Bugün maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaları savunanlara gelince:
Bunlar, iddialarının İslâm literatüründeki delili olarak tasavvuf
kaynaklarını göstermektedirler. Ancak kendilerinin aynı yolu
izledikleri ve seyr ü sülûk, keşif ve müşahede yoluyla bu gözlemleri
paylaşmış olduklarına dair bir iddiaları yoktur. Hattâ, yapılan
nakillerin de ortaya koyduğu gibi, bu kaynakların ve içerdikleri
terimlerin doğru bir şekilde anlaşılmış olduğuna dair ciddî bir
belirti de yoktur. Bu kaynaklara, daha ziyade, “İslâmî bir dayanak”
bulabilme kaygısıyla başvurulduğu anlaşılmaktadır. Daha net bir
şekilde ifade etmek gerekirse, iddialar hem nitelik, hem de yöntem
itibarıyla, felsefî bir görünüm arz etmekte ve tasavvufla herhangi bir
ilişki ortaya çıkarmamaktadır. Bununla birlikte, akaid alanına girdiği
ve—görüş sahiplerinin iddiasına göre—tevhid hakikatinin bir ispat
aracı olarak kullanıldığı için, konu ister istemez kelâm disiplininin
sahasına taşmakta ve bir de meseleye bu yönden bakmamızı gerekli
kılmaktadır.
KELÂM AÇISINDAN
Kelâm ilmi açısından incelendiğinde ise,
konuya, bu disiplinin kapsamı, yöntemleri ve kaynakları açısından
yaklaşmamız gerekecektir. Önce kelâm ilminin kapsadığı konulara
bakalım.
Kelâm ilmi, (1) Allah’ın zâtını ve sıfatlarını, (2) peygamberliğe ait
meseleleri, (3) ilk yaratılış ve diriliş itibarıyla mahlûkatın
hallerini kapsayan “usul-ü selâse,” yani, üç aslı İslâm kanunu üzere
inceleyen bir disiplin olarak tanımlanır.3 Kâinatın yaratılışını ve
mahiyetini ilgilendiren bir model, en azından, usul-ü selâsenin
üçüncüsünü ilgilendirdiği için, kelâm ilminin alanında incelenebilir.
Ancak, tanımdaki “İslâm kanunu üzere” kaydı bu konuda önemli bir şart
olarak durmakta ve meseleyi İslâmî bir çizgide ele alıp almama
hususunda bizi ihtiyata davet etmektedir.
İkinci olarak, kelâm ilminde ispat amacı söz konusudur. Zira, İmam
Gazalî’nin ifade ettiği gibi, kelâm ilminin gayesi, “Ehl-i Sünnet
akidesini, bid’at ehlinin sebebiyet vereceği zihin karışıklıklarından
korumaktır.” Maddenin hayalden ibaret olduğunu öne sürenler, bu
iddialarıyla, maddeye tapanların sığınaklarını yok ettiklerini
savunmakta ve böylece tevhid inancını ispatlamaya çalıştıklarını öne
sürmektedirler. İşte bu yönüyle, konunun kelâm disiplini içinde
incelenebileceğini söyleyebiliriz; ancak, burada da Gazalî’nin dikkat
çektiği husus ciddî bir soru ortaya çıkarmaktadır: Bu modelin,
gerçekten zihinleri karışıklıklardan koruma olasılığı mı daha
yüksektir, yoksa sükûn ve selâmet içindeki zihinleri karıştırma
potansiyeli mi?
Kelâm ilminin üçüncü özelliği ve şartı ise, Kitap ve Sünnete
dayanmasıdır. Bu ilim, ancak Kitap ve Sünnete uyması hâlinde şer’î
ilimlerden sayılmaktadır.4 İşte burada, maddenin hayaliyeti iddiası en
büyük açığını vermektedir. Çünkü, ne Kitapta, ne de Sünnette, remiz
veya ima ile dahi olsa, böyle bir modeli destekleyecek bir ifade
bulmak mümkün değildir. Tam tersine, biraz ileride de değinileceği
gibi, Kur’ân’ın muhkem âyetleri, hiçbir hayal ihtimaline açık kapı
bırakmayacak netlikte, böyle bir modelin karşı delilleriyle doludur.
Böylelikle, maddenin hayaliyetine dair son
zamanlarda İslâm inancı hesabına ileri sürülen model, ne tasavvuf, ne
de kelâm ekolleri içinde kendisine bir yer edinememiş bulunuyor. Bu
model her ne kadar kendisine tasavvuftan referans almaya çalışsa da,
onun yolunu ve yöntemini izleyerek bu noktaya varamıyor; kelâmın
yöntemlerini izlemeye kalksa da onun dayandığı yere dayanmıyor. Bu
durumda, modelin sığınacağı tek yer olarak felsefe kalıyor ki, bunu da
biz tartışma alanımızın dışında tutuyor ve “Gerisini sofistlerle
felsefeciler düşünsün” diyerek, konuyu asıl incelenmesi gereken açıdan
ele almak ve “Maddenin hayaliyeti iddiası, İslâm akidesine uygun düşer
mi?” sorusuna cevap aramak istiyoruz.
AKAİDİN KAYNAKLARI VE HAYAL MODELİ
Bu konuda ilk ve son olarak söylenecek ve
altı kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken bir söz varsa, o da şudur:
İslâm akaidini, sadece ve sadece Kur’ân ve Sünnet belirler. Kur’ân’ın
ve Sünnetin dışında, İslâm akaidinin hiçbir kaynağı yoktur.
Bu iki kaynak içinde de, akaid konusunda asıl belirleyici olan,
Kur’ân’dır; Kur’ân’ın ise muhkem âyetleridir, yani, anlamı açık, net
ve kesin olan âyetlerdir. İlk anda çeşitli şekillerde yorumlanmaya
elverişli gibi görünen müteşabih âyetler ise, Kur’ân’ın deyimiyle
“kitabın anası olan” muhkem âyetlerin ışığında açıklanır. Önceliği
müteşabih âyetlere vererek muhkem âyetlere dayanmaksızın onları
yorumlamaya çalışmak ise, Kur’ân tarafından, “kalplerinde sapıklığa
meyil olanların fitne arayışı” olarak nitelendirilmiştir.5
Hadislere gelince, onların akaid konusundaki rolü, genellikle,
Kur’ân’ın net ve sağlam temellere oturttuğu inanç esaslarını
ayrıntılandırmaktan ibarettir. Bunu da, mütevatir veya meşhur olarak
nitelenen ve çok sayıda râvi tarafından rivayet edilen hadisler yapar.
Âhâd haberler adı verilen ve sadece bir iki râvinin rivayet ettiği
hadislere ise, râvileri ne kadar güvenilir olsalar da, akaid konusunda
belirleyici olarak itibar edilmez.6
Akaid belirleyici olarak Kur’ân ve Sünnetten başka bir kaynak
düşünülemeyeceğine göre, Sahabeden başlamak üzere bugüne kadar gelen
ve gelecek olan İslâm âlimlerine bu konuda düşecek olan şey,
belirlenmiş olan akidelerin açıklanması, ispatı, şüphe ve tereddütlere
karşı korunması gibi işler olacaktır. Onun dışında, akaid esaslarına
taallûk eden ve daha önce Kur’ân ve Sünnette açıkça belirtilmemiş bir
hususta, ne kadar büyük ve tartışılmaz bir kişiliğe sahip olursa
olsun, hiçbir İslâm âliminin görüşü, kendi başına bir belirleyici
unsur olarak ileri sürülemez ve yorumlanamaz.
KUR’ÂN NE DİYOR?
Bu tespitin ışığında, ilk olarak yapılması
gereken şey, maddenin hayaliyeti ile ilgili iddiaları Kur’ân’a arz
etmek olacaktır. Bu konuda Kur’ân’dan açık bir cevap almak hiç de zor
olmaz; çünkü Kur’ân, yüzlerce âyetinde yaratılıştan, yaratıştan,
yaratılmış olanlardan ve onların geçmiş ve gelecek hallerinden söz
etmekte, açık ve anlaşılır tasvirlerde bulunmaktadır. Kur’ân’ın hangi
sayfasını açsanız, içinde yaşadığımız âlemden birşeyleri somut olarak
bir veya birkaç âyette bulursunuz. Bütün bu tasvirleri bir araya
getirdiğiniz zaman, kendinizi dünyadan âhirete, zerreden yıldızlara,
görünen âlemden görünmeyen âlemlere kadar herşeyiyle son derece canlı
ve gerçek bir dünyanın içinde bulursunuz. Pek çok âyette ise, şuna
benzer ifadelerle, bütün bunların hak ve hakikat olduğu ayrıca
vurgulanmıştır:
“Görmedin mi: Gökleri ve yeri, Allah hak olarak yarattı.”7
“Güneşi bir ışık, Ayı bir nur yapan ve yıllarınızı sayıp hesabınızı
bilesiniz diye ona menziller takdir eden de Odur. Allah bütün bunları
başka birşeyle değil, ancak hak ile yarattı.”8
“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık.
Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik!”9
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için
yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları
bunu bilmez.”10
“Onlar ki ayaktayken, otururken yahut yatarken, her hallerinde Allah’ı
anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler: Rabbimiz,
Sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin, bizi ateş azâbından koru.”11
Bütün bu muhkem âyetlerde, hak sözünün tekrar tekrar teyid edilerek
geçmesi, bu sözcüğün anlamına uygun düşmeyen her türlü anlayış ve
yorum için kapıyı ebediyen kapatmış bulunmaktadır. Hak kelimesiyle
dünyada hiçbir zaman bağdaşmayacak iki kavram düşünmek gerekirse,
bunlar herhalde vehim ve hayal olmalıdır. Tefsir ilimlerinin temel
usullerinden birisi, Kur’ân âyetlerinden herhangi biri üzerinde
yapılan yorumların, “âyetin zahir mânâsına ters düşmemesini”
gerektirir. Eğer yapılan yorum akaid konusunda ise, âyetin zahirine
ters düşmemek de yetmez; öne sürülen yoruma, Kur’ân’ın başka
âyetlerinden ayrıca şahit de getirmek gerekir.12 Çünkü, Kur’ân, İslâm
akaidinin temellerini hiçbir tereddüt ve kuruntuya meydan bırakmayacak
bir açıklıkla tespit etmiştir. Eğer âyetlerin bir yerinde, âlemin
hayalden ibaret olduğu görüşüne imkân verecek bir ifade varsa, bu
mutlaka daha başka birçok âyetle de desteklenmiş olmalıdır. Oysa
gerçek bunun tamamen tersi yöndedir: Yaratılmış olanların gerçek bir
varlığa sahip olduğu üzerinde bu kadar vurgu yapıldıktan başka, daha
yüzlerce âyette, pek çok varlığın adı sayılarak onların yaratılışına
dikkat çekilmekte, bunların hikmetleri anlatılmakta ve insanın
hizmetine sunulmuş oldukları bildirilmektedir. Daha da ötesi, bir
kısım hakikatlere dikkat çekerken, Kur’ân, söz konusu varlıklardan
bazılarına yemin ederek sözlerine başlamaktadır. Bu durumda insan
sormaz mı:
Acaba Allah, hayal ve kuruntuları mı “hak ile yarattığından” söz
ediyor?
Veya hayal ürünü gökler ile hayal ürünü yerdeki hayalleri mi Allah
bize “göklerin ve yerin âyetleri” diye takdim ediyor?
Veya “Sizin hizmetinize sundum” dediği hayallerle mi bizi avutuyor?
Yahut “Gökteki ve yerdekiler Onu tesbih eder” derken, Allah, kendisine
sunulan hamd ve tesbihlerin de birer vehimden olduğunu mu söylemek
istiyor?
Yoksa Allah, hakikî bir varlığı olmayan hayaller üzerine mi yemin
ediyor da Ulûhiyetinin izzet ve celâlini—hâşâ—bir vehim oyuncağı
yapıyor?
BİR GARİP
HAYALPERESTLİK
Maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaların
en ilginç yönlerinden birisi, bu iddiaların bir tevhid delili olarak
sunulmak istenmesidir. Madde diye birşey olmadığı anlaşılınca maddenin
bir gücü de kalmayacak, böylece bütün kudret ve kuvvetin Allah’a ait
olduğu kabul edilecektir! İyimser bir görüşle, bu bir çözüm olarak
telâkki edilebilirdi. Nihayet, arabalar olmazsa trafik sorunu, okullar
kapanırsa eğitim sorunu olmaz. Aynı mantığı izleyerek, maddenin
olmadığı yerde, maddenin yaratıcılığından da söz etme imkânının
kalmayacağı öngörülebilir. Keşke iş bu kadarla kalsaydı! Ama herşeyin
bir vehim olarak algılandığı bir hayalî âlemde, olmayan şeyin
yaratıcıya ihtiyacını kim nasıl ispat edecek? Veya bu yaratıcı, vehmî
bir yaratıcı yahut vehimlerin yaratıcısı olmaktan öteye gidebilecek
mi?
Şu tasvirlere bir göz atalım:
“Çay içerek yakın bir dostu ile sohbet eden bir insan, sıcak çay
bardağından eli yanınca hemen bardağı elinden bırakır. Ancak burada da
söz konusu kişi, bardağın sıcaklığını gerçekte elinde değil beyninde
hisseder. Aynı insan çayın tadını ve kokusunu da beyninde algılar,
görüntüsünü ise beyninde seyreder. Fakat insan, zevkle içtiği çayın
aslında beyninde bir algı olduğunu hiç fark etmeksizin, bardağı kendi
dışında ve maddesel bir gerçek zannederek yine görüntüsü beyninde
oluşan arkadaşı ile sohbet eder. … Bugüne kadar hiçbir insan nanenin
aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, beyninde
oluşan bir algıdır sadece. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne
onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir.13
Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla
yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman
kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Örneğin, şu anda başınızı
kaldırın ve bulunduğunuz odada gözünüzü gezdirin. Kendinizi içinde
mobilyalar bulunan bir odanın içinde gibi görüyorsunuz. Oturduğunuz
koltuğun kollarına dokunduğunuzda, sanki gerçekten bu kolların
asıllarına dokunuyormuş gibi sertliğini hissediyorsunuz. …
Algıladığımız herşeyin beynimizde meydana geldiği bilimsel olarak
kanıtlanmış bir gerçek olmasına rağmen, insanların çoğu, beynimizin
dışında bu görüntülerin asılları olduğunu zan ve iddia ederler. Bu,
hiçbir zaman ispatlayamayacakları bir iddiadır. Ayrıca, maddeyi
dışarıda var zannetseler bile, daha önce de belirtildiği gibi
beynimizin dışında ne ses, ne ışık, ne de renkler bulunmaktadır. Işık,
dışarıda enerji dalgaları veya enerji paketçikleri şeklinde bulunur ve
ancak retinaya çarptığında bildiğimiz ışık kavramı ile karşılaşırız.
Benzer şekilde dışarıda ses de yoktur.
Kuruntu bir kere kurulmaya başladıktan sonra nerede duracağını kimse
kestiremiyor. “Bardak gerçek değil; beyindeki görüntüden ibaret.”
Peki, beyin? O da gerçek değil. “Tadı, kokuyu, sesi, ışığı, gerçek
olmayan beyin algılar.” Ya tad, koku, ses, ışık? Onlar da gerçek
değil. Özetle, vehim diyen dilimizin, hayal gören beynimizin kendisi
de dahil olmak üzere, hiçbir şey yok âlemde. Hattâ âlem de yok; hattâ
“şey” de yok. Var denecek ne varsa, hepsi bir hayalden, bir kuruntudan
ibaret. Muvahhid sofistlerimiz bize böyle bir kâinat modeli tasvir
ediyorlar.
Eğer “Bundan ne çıkar?” diyorsanız, bu kafayla akaid sorunlarını
çözmeyi ve bu dini yaşamayı bir deneyin isterseniz:
Vehimden ibaret bir dünyada, bize inen Kur’ân’ın gerçekliğinden nasıl
emin olabiliriz?
Haydi, bu sorunu aştık ve vehim sıfatını, sadece elimizdeki mushafın
maddesine yakıştırmakla kurtulduk diyelim. Daha ilk sayfasını
çevirdiğimiz zaman, kendisini bize Rahmân, Rahîm, Âlemlerin Rabbi
isimleriyle tanıtan Allah, acaba bu isimlerle neyi murad etmiş
olabilir dersiniz?
Hayalden ve vehimden ibaret bir dünyada, bu isimlerin tecellîlerinden
ve mazharlarından söz etmek hiç de kolay olmayacaktır. Eğer—Allah
Resulünün yaptığı gibi—bağrına yavrusunu basmış bir anneyi bir rahmet
nümunesi olarak gösterecek olursanız, bu, iki kuruntusal varlık
arasındaki vehmî bir ilişkiden başka neyi ifade edebilir? Eğer
“âlemler” lâfzı hayalî âlemleri ifade ediyorsa, “Âlemlerin Rabbi” neyi
anlatır?
İsterseniz, şöyle bir âyeti, bu hayal kuramı ışığında anlamaya
çalışalım:
“Gökten bir su indiren de Odur. Biz herşeyi o suyla bitirdik; sonra
ondan yeşillikler bitirdik; o yeşilliklerden de daneleri üst üste
dizili başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuğundan ise birbirine
bitişik, bol salkımlar, üzümlerden bağlar olur; zeytin ve nar yetişir
ki, onlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Onlara bir meyve
vermeye başlamışken bakın, bir de olgun hallerine. İşte bunda,
inananlar için âyetler var.”14
Bütün varlığın vehim haline dönüştüğü bir dünyada, âyetin bize gök,
yağmur, yeşillik, dane, başak, üzüm, hurma, zeytin, nar, ham ve olgun
meyve olarak tasvir ettiği şeyleri de ister istemez birer hayal ve
kuruntu olarak anlamamız gerekecekse eğer, Kur’ân’ın hak kitap oluşu
ve hak ile nazil oluşu neyi ifade edecektir?
Kur’ân, Kâbe’yi ziyaret etmeyi emrederken bizi hangi hayalî binanın
peşine düşürdü? Hayalî bedenlerimizle kıldığımız namazlarda bizi
Beyt-i Haram yerine hangi vehme yöneltiyor?
Kur’ân’ın anlattığı kıssalar da mı hayal? İsâ, Mûsâ, Lukmân, İmrân,
İbrahim, İshak, Meryem, Sâmirî, Firavun, sihirbazlar, Ebu Leheb, Âd
Kavmi, Salih’in devesi, Lût Kavminin başına yağan taşlar, Bedir’de
mü’minlere gönderilen melekler, Uhud’daki şehidler, hep beynimizde
olup biten hayallerden mi ibaretti?
Ya hergün salât ü selâm gönderdiğimiz Peygamber?
Yoksa o da Allah’ın elçisi olarak algıladığımız bir hayaletten başka
birşey değil miydi?
Yoksa—yoksa, Kur’ân’daki Allah’ı tanıtan ifadeler, bize hayal ve
kuruntudan başka birşey olmayan âlemleri gerçekmiş gibi algılatan
illüzyonist bir tanrı modeli mi resmediyor?
OYUNA GELMEYELİM
Yok, yok…
Bu işin iyi bir yere varacağı yok…
Bu eskimiş vehim modelini ihyâ ederek Allah’ın birliğine hizmet
edeceklerini düşünen arkadaşlarımıza bizden samimî bir tavsiye:
Siz yine eski mücadelenize dönün.
Sizin, Evrim Teorileri adı altında insanlığı imanından soymaya
teşebbüs edenlere karşı yaman bir mücadeleniz vardı.
Çok kaleler fethettiniz bu mücadelede. Çok imanlar kurtardınız.
Sonra, nasıl olduysa, Şeytan, sizin hızınızı kesecek ve size
bindiğiniz dalı kendi elinizle kestirecek bir yol buldu.
Ve siz, vaktiyle kurtardığınız imanları, bu defa vehimler içine
attınız.
Siz, gelin, yine eski mücadelenize dönün ve kaldığınız yerden devam
edin.
Eğer İmam Rabbânî’yi örnek alacaksanız, onun, evvelce yazdığı bir
mektuptaki hatâsını düzeltmek için, “Neşredilmiş bir hatânın tevbesini
de neşretmek gerekir” diyerek yazdığı ikinci mektubunu hatırlayın.
Öyle bir zattan dersini alanlar için, hatâdan dönmek nefse ağır
gelmemelidir.
Şunu da unutmayın ki, bu âlem farz-ı muhal hayalden ibaret olsa bile,
Allah’ın ateşi asla vehim değildir.
Ümit Şimşek
İstanbul - 26.02.2004
http://gulizk.com
KAYNAKLAR:
1 Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları, 1997), s. 295-6.
2 Hayreddin Karaman, İmam Rabbânî ve İslâm Tasavvufu (İstanbul: Nesil
Yayınları, 1992), s. 265.
3 Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi (İstanbul: Damla Yayınevi, 1991), s. 48.
4 Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar
(Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1988), s. 89-90.
5 Kur’ân, 3:7.
6 Bu konuda tafsilât için, bk. Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada
Yöntem (Ankara: Sor Yayıncılık, 1993), s. 190-2.
7 Kur’ân, 14:19. Benzer ifadelerin, “hak” kelimesiyle tekrarlandığı
diğer âyetler için, bk. 6:73; 15:85; 16:3; 29:44; 30:8; 39:5; 44:39;
45:22; 46:3; 64:3.
8 Kur’ân, 10:5.
9 Kur’ân, 21:16-7.
10 Kur’ân, 44:38-9.
11 Kur’ân, 3:191.
12 Cemaleddin el-Kasımî, Kur’ân’ı Anlamak: Tefsir İlminin Temel
Meseleleri (İstanbul: İz Yayıncılık, 1990), s. 58-9; Ali Turgut,
Tefsir Usulü ve Kaynakları (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı
Yayınları, 1991), s. 286-7.
13 “Biz nane yemedik” demek için bu kadar tekellüflü tevillere hiç de
ihtiyaç yoktu!
14 Kur’ân, 6:99.
|