eşitli
medyatik yayınlarda çıkan mistik-siyasi yazıları
incelerseniz, birçoğunda alabileceğiniz pek de bir şey olmadığını
fark edersiniz... Satır aralarına serpiştirilmiş İngilizce
ya da Almanca kelimelerle takviyeli sütunları bitirdiğinizde,
eminim, aklınızda kalan soyut kavramların dışında, sizi
zorlayacak, düşünceye sevk edecek, kısaca istidat ve
kabiliyetinize ayna olabilecek noktalar bulamamışsınızdır.
Zaten, çoğu ‘nakilden nakil’ vasfında olduğundan,
beyinsel faaliyetleriniz, başladığı noktada bitecektir yazının
sonunda...
Aynı
idrâksizlik çukuruna düşmemek ve yazdıklarımın okunup
anlaşılabilir hâle gelmesi için, zaman zaman kullandığım
kelimelere açıklık
getirmek zorunluluğu hissettim.
Allah
ilminden nasiplendiğim kadarı ile belirteyim; Orijinal İslâm
ile klasik Müslümanlığın kavramları arasında oluşan ilk
ve temel fark, “Tanrı yoktur” anlayışı ile hemen
akabinde ‘boyutsallık’ kelimesinin getirdiği mânâdır.
İhlas
Suresi’nde Allah’ın ‘Ahadiyeti’nden,
‘Samediyeti’nden bahsedilerek, O’nun sonsuz sınırsız
oluşu belirtilmişken, günümüz
Müslümanları, bu mânânın çok uzağında kaldıkları için,
Allah’ı sanki ötelerde, yukarılardaki bir Tanrı
gibi kabullenme gafletine düşmüşlerdir.
Efendimiz
Aleyhisselam “Zerre küllün aynasıdır” derken,
varlığın, evrenin aslında
ayrılmaz, bölünmez, tümel bir yapıya sahip olduğuna ve
dolayısıyla Allah’ın Ahadiyetine işaret etmektedir...
İşte
bu bütünselliğin oluşturduğu dekor ve katmanları en güzel
şekilde, modern bilimdeki BOYUT
kavramı ile ifade edebiliyor; aynı zamanda Tanrısallığın
olmayışını da açıkça ortaya koyabiliyoruz.
Aslında boyut, ‘idrak’ anlamına gelir. İdrakteki
farklılıklar, boyut farklarını meydana getirir.
Nuh
Aleyhisselam, Kur’an-ı Kerim’de
“Ben size 'Allah’ın hazineleri benim yanımdadır'
demiyorum. Gaybı da bilemem. Bir melek olduğumu da söylemiyorum.”
(Hud / 31) diyor.
Şimdi
yeri gelmişken, Gayb konusuna değinelim... Bu kelime, sözlükte
“gizli, görünmez, belirsiz” anlamlarına gelmektedir ki,
iki tür gayb vardır:
Mutlak
Gayb; Allah ‘ın Zâtıdır.
Sezilmesi, üzerinde düşünülmesi,
tefekkür edilmesi olanaksız,
aklın ve sezginin sükût ettiği noktadır. Bu
nedenledir ki, Rasulûllah Efendimiz, "Allah’ın Zâtını
tefekkür etmeyiniz, varlıklarını tezekkür ediniz" demiştir;
Zâtına nispetle yaratılmış olanlar, Sıfat, Esma ve
Şehâdet (Efal)
alemi, beş duyu ile tespit edilen
veya edilemeyen alemler,
yani boyutlardır...
İzafi
Gayb
ise, birimseldir. Kişiden kişiye değişir. Algılama araçlarının
kapasitesine göre oluşur. Burada sadece,
beş duyu verilerini değil, üst beyin faaliyetleri
sonucu algılananları da düşünmeliyiz.
Nuh
Aleyhisselam ‘ın yukarıda
belirtilen sözü,
birimselliği, kulluk yönünü ortaya koymaktadır. Tasavvuf
terimleriyle ifade edersek, Efal’den Esma’ya yöneliştir.
Efal, (çokluk) terkibiyet hükmüyle var olduğundan, bulunduğu
boyut açısından söylemesi gereken budur.
Konuya
açıklık getirecek daha pek çok örnek var... Birkaçını sıralayalım;
Hz.
Muhammed, Bir Hadisinde "Ya Rabbi! Seni lâyıkı vechi ile
senâ eden bir kul olmayayım mı?" derken, başka bir
hitabında tamamen farklı şekilde "Men reani fekad real
Hak" (Beni gören, Hakk’ı görmüştür.) demiştir.
Birinci hitap, Efal (Esma terkibi), ikincisi ise varlığın
Esma boyutu itibariyledir.
Kısacası,
her iki boyutla seslenmektedir.
İlk durumda mekân ve
zaman söz konusuyken, ikincide bu ölçüler yoktur .
Maide
Suresi’nde geçen;
“Sen
mi insanlara, 'beni ve anamı Allah‘tan başka ilah tutun'
dedin?
İsa cevap verdi:
‘Sen Sübhansın’
ve devam etti:
"Benim için Hak olmayan bir şeyi söylemem olmaz."
(5/116)
ifadeleri,
Seninle
aramda bir başkalık nispeti yapamam.
Sen sonsuz, sınırsız bir varlıksın. Sen benim Zâtımsın.
Ben, bulunduğum yer (boyut)
itibariyle senin bölünmez,
parçalanmaz bir varlık olduğunu söylüyorum, demektir.
Efal yönlü olan bu hitap, Hz. İsa‘nın Allah ‘tan ayrı
bir varlık olmadığı anlamına alınır ehlince...
Gerek
Nuh Aleyhisselam ‘ın gerek Hz. Muhammed ve Hz. İsa ‘nın söylediği
tüm sözler, içinde bulundukları konumla (boyutla) ilgilidir.
Buna Uluhiyet kemâlatı diyebiliriz.
Boyut
kavramı, sadece çokluk platformunu kapsamaz. İnsana göre
melek, hücreye göre atom, yine insana göre cin, yani maddeye
nispetle nâri boyut veya Allah ‘ın güzel isimlerinin salt mânâ
düzeyinde olduğu Sıfat boyutu olarak algılanabilir...
Şu
iki önemli hususa dikkât etmek gerekiyor;
Allah
‘ın bölünmez, parçalanmaz , sonsuz, sınırsız bir varlık
oluşunu,
Allah ‘ı iyi bilerek, varlıkları ilminde icat etmesini,
alemleri ilminde seyretmesini, Kendi ilminde seyrinin tabii
sonucu oluşacak alemlerin bizler tarafından algılanmasını
ve boyutların yerini bulmasını idrak edebilmek...
Kuran’ın
inzalinin mekânsal olmadığını başka yazılarımda belirtmiştim.
Bir de örnek vermiştim, Londra’ nın merkezî bir yerinden
Finchley’e gelmek hakkında... Anlatmak istediğim şuydu:
Bizim kesitsel araçlarımızın tesbit ettiği platformda,
mesafe ve zaman söz
konusu olabilir; ancak, maddenin bir alt boyutunda bu ölçüler
söz konusu değildir. Dolayısıyla, “iniş boyutsaldır”
denildiğinde, atom altı boyutun zaman ve mekânla ilgisi
yoktur diye anlaşılmalıdır.
Oradaki
tüm oluşlar, ancak boyut kavramı ile ifade edilebilir.
Allah
ilmine sahip Evliyaullah’a göre: Esasen tecelli
tektir, o da Tecelli-i Vahid’dir. İkinci
tecelli olmamıştır. Görülen, yaşanan, hissedilen, idrak,
tahayyül ve tefekkür edilen her şey, bu Vahid’in
tafsilinden ibarettir.
Nefis
mertebeleri de insandaki şuur boyutlarını anlatabilmek için
oluşturulmuştur. Bunun yanı sıra âhiret hayatının
birer kesiti olan Berzah
Alemi, Cennet ve Cehennem yaşantıları,
bize nisbetle boyutsallığı, o platformlardaki
melaikeye göre, mekân içinde mekânsızlığı ifade
etmektedir.
Bütün
bu kavramlar, idrak edilemediği takdirde, soyut ve gayb
hükmünde kalacak, idrak düzeyine geldiği oranda da
somutlaşarak, boyut
kapsamında değerlendirilecektir.
Mekke
- 30.11.2000
http://afyuksel.com
Not:
Bu yazı Akşam Gazetesi'nin
30.11.2000 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
|