evamlı
gezen ve yazdığı Seyahatname adlı eserinde gezdiği tüm yerleri
anlatan Evliya Çelebi’nin, Osmanlı Edebiyatı ve Tarihindeki yeri
büyüktür. Kendine özgü sevimli abartma tarzıyla yazdığı bu eserinin
birinci cildinde IV. Murat, (Deli) İbrahim ve IV. Mehmet’in
saltanat dönemlerinde İstanbul’u anlatmıştır. Bu eser birçok yerli
ve yabancı tarihçi için kaynak olmuştur.
Evliya
Çelebi Haliç’in Unkapanı civarında, Yavuz Ersinan Camii’nin yanındaki
evlerden birinde doğmuştur. Birgün evinde uyurken, rüyasında kendini
Haliç kıyısındaki Ahi Çelebi Camii’nde gördüğünü yazar, rüyası
şöyledir; ana kapı birden açılır, içeri sabah ezanıyla birlikte
nurlar içinde bir cemaat girer. Evliya bu topluluğu görünce korkar.
Selavat getirerek, heyecan içinde kim olduklarını sorar.
Topluluğunun
başındaki insan da “Aşere-i Mübeşşere”den okçuların piri Sad
Vakkas olduğunu söyler. Derhal onun elini öpen Evliya Çelebi
diğer cemaati sorunca, Sad Vakkas onlarında
evliya olduklarını söyler. Biraz sonra da peygamberin torunları, Hasan
ve Hüseyin ile geleceklerini, sahabh namazını beraber kılacaklarını
söyler. Peygamber gelince, Allah katında bağışlanması için
“şefaat ya Resullah” demesini öğütler. Bir süre sonra camiinin
kapısında çakan nurlu bir şimşekle içerisi aydınlanır. Bütün
cemaat ayağa fırlar. Çünkü peygamber gelmiştir. Gerisini kendi yazısıyla
şöyle yazar:
“Saadetle
Hazret-i Risalet yeşil sancağı dibinde, yüzünde peçesiyle, elinde
asasıyla, belinde kılıcıyla, sağında İman Hasan ve solunda İmam
Hüseyin ile görününce mübarek sağ nura boğulmuş camii içre
bismillah ile koyup mübarek yüzünden peçesini kaldırıp, “esselamünaleyke
ya ümmeti” buyurdular. Mecliste bulunanların cümlesi “ve aleyküm
selem ya Resulullah” diye selam aldılar.
Evliya
Çelebi
yazısında, Peygamberi biraz tarif ettikten sonra onun kendisinden cemaatin
başına geçip namaz kıldırması istediğini yazar. Namazın kıldırılmasından
sonra da yazısına şöyle devam eder:
“Sad
Vakkas Hazretleri elimden yapışıp huzur-u hazrete götürüp... “mübarek
el-i şerifleri öp” deyince göz yaşlarına boğulup, mübarek eli
şerifine küstahça dudak vurup, muhabbetinden “şefahat ya
Resulullah” diyecek yerde “seyahat ya Resulullah”
demişim. Hemen Hazret tebessüm edip, “şefahati, seyahati ve ziyareti ve
sıhhati ve selameti Allah bol versin” manasında söz soyleyip
Fatiha okudular.
Bütün
cemaattekiler Fatiha okuyup, mecliste bulunanların el-i şeriflerini öper
idim. Ve her birinin hayır duasını alıp gideridim. Kiminin eli misk
gibi, kimi kamber ve kimi sümbül ve kimi gül ve kimi reyhan ve kimi
karanfil gibi kokardı. Ama bizzat Hazret-i Resul’ün eli handan gülünün
safranı gibi kokardı. Ve mübarek sağ elin öptüğümde güya pembe
misal kemiksiz idi. Ama öteki nebilerin elleri ayva riyası kokardı. Hazret-i
Ebu Bekir’in elleri kavun gibi kokardı. Hazret-i Ömer’inkiler
ise amber gibiydi, Hazret-i Osman’ın menekşe gibi rayihası vardı. Hazret-i
Ali yasemin gibi kokardı. İmam Hasan karanfil gibi, İmam Hüseyin
beyaz güller gibi kokardı.”
Evliya
Çelebi
böylece seyyah oluşunu benzetmelerle anlattığı bu sevimli dil sürçme
olayına bağlıyor.
Osmanlı’nın en ilginç dönemlerinden biri olan IV. Murat dönemi
Evliya’nın seyahatnamesinde geniş bir yer alır. Bir ara IV.
Murat’ın sarayında görev alan Evliya, o dönemi padişahın
saltanta çıkıp, Eyüp’de kılıç kuşanmasından başlayarak çok güzel
anlatır. Padişah onu nüktedanlığı ve edebiyata ilgisi dolayısıyla beğendiğinden
saraya almıştır. Karşılıklı diyalogları olmuştur. Bunları eserinde
sevimli anlatımıyla nakledilmiştir. Bir tanesi şöyledir:
“Birgün
efendimiz Melek Ahmet Ağa’yı ve Silahtar Musa Ağa’yı
ikisi birer adam azmanı iken ikisinin kemerlerine birer ellerini sokup, mübarek
başları üzerine kaldırıp, Musa Ağa’yı sol elinden bırakıp sağ
eliyle Melek Ahmet Ağa’yı yedi sekiz kere gürz gibi çevirdi.
Padişah
bizzat kendileri dahi çıplak kalıp kispet giyip, çemen sopa denen bahçede
güreş tuttuklarında hakir duacılarıydım.
Birgün
saadetle harem hamamından dışarı has odaya ter içinde çıktık da
herkese selam verip, “Şimdi bir hamam faslı eyledim” dedik de
herkes ‘sıhhatle ve afiyetle’ dediler. Hakir “Hünkarım
pak olup nur olmuşsunuz, bugün artık yağlanıp güreş etmeyin, zira
haremle salavatsız güreşip damarınız kırılıp, kuvvetiniz kalmamıştır...”
dedim. “Ya kuvvetim kalmamış mıdır gör şimdi”
diyip... bu hakiri hemen kemerinden Doğan’ın kargayı yakaladığı gibi
kapıp çocuk fırıldağı gibi fır fır çevrip devran ettirirken hakir
“Bre Hünkarım bu duacın sakın koyverip düşürme” dediğinde
hemen “Kendini sıkı tut” dedi... Yine hakiri gürz gibi çevirip
“Bre Hünkarım dönmeden gönlüm bulandı, kusacağım geldi.., bre
Padişahım başın için öde geldi” deyince gülmekten bitip
mecalsiz düşüp bu latifeden safa edip hakire kırk sekiz altın ihsan
eyledi”.
IV.
Murat’ın buyruğu üzerine 1638 yılında, çoğunluğu Haliç kıyısında
olan esnaf loncaları büyük bir resmi geçit yaptı. Bu geçitin görkeminden
çok etkilenen Evliya, birinci cildin üçte birinden fazlasını bu törene
ayırmıştır. Her esnaf loncasının nasıl ayrı üniforma taşıdığı
ve törende yaptıkları işleri anlatan bir takım harketler yaparak geçtiklerini
detaylı bir şekilde anlatmış sonra da IV. Murat’ı övdükten sonra
bir soluk alıp, loncaların geçit töreninin tam bir dökümünü yaptıktan
sonra kendini kutlar:
“Yeryüzünün
hiçbir memleketinde ne olmuştur ne de olacaktır. Ancak Sultan Murat
Han’ın ferman-ı şerifiyle... böyle bir Alay-ı Orduyu Hümayun
olmuştur... Allah’a hamd olsun ki, İstanbol içindeki cümle esnafı...
geçit ettikleri fasılları tamam edip yine sadete geldik.”
Yine
renkli bir tip olan ve Evliya Çelebi ile aynı dönemde yaşayan
ayyaşların piri Bekri Mustafa’nın mezarının bu civarda olduğuna
inanılmaktadır. Bekri Mustafa’nın nüktedanlığı ile padişaha
kendini çok sevdirdiği bilinmektedir. Bu konuda çok hikaye vardır. IV.
Murat’ın içki yasağının en katı olduğu dönemlerde Padişah tebdil
vaziyetlerde gezerek, gördüğü yasağa uymayan herkesi hemen oracıkta
idam ettirirmiş. Birgün yine tebdil gezerken Bekri’yi içerken görmüş.
Kendisini Bekri’ye davet ettirmeyi başaran Padişah içki aleminin tam
ortasında kimliğini açıklayınca Bekri, “Buyrun ağalar cenaze
namazına “ demiş. Daha sonra Padişah’ın onu saraya aldırdığı
söylenir. Hatta ünlü tarihçi Dimitri Kantemir’e göre Bekri Mustafa ölünce
IV. Murat o kadar üzülmüş ki sarayda yas ilan etmiş.
Bekri
Mustafa ile ilgili anlatılan sayısız hikayelerden biri de şudur: İçkinin
yasak olduğu dönemlerde Bekri’nin evini Yeniçeriler basar Bekri de
elindeki rakı kadehini atamadan kendini bahçedeki havuza atarak Yeniçeri
Ağası’na şöyle çıkışır: “Senin sözün karada geçer. Ben şimdi
denizdeyim. Sen git de Kaptan Paşa gelsin!”
Bekri
Mustafa zamanla hikayeleriyle öyle sevilmiş ki, bizim ermiş yaratmaya
meraklı halkımız Ayyaş Bekri Mustafa’yı Bekri Baba yapmakta fazla
gecikmemiş. Rivayetlere göre bazı gemiciler Bekri Baba’nın mezarında
mum yakarlarmış, yolculuğun fırtınasız geçmesi için, hatta kocaları
ayyaş olan bazı kadınlar da kocalarının bu illeti bırakabilmesi için
ayyaşların piri Bekri Baba’nın kabrinde ruhuna Fatiha okuyup, mezar taşına
yüzlerini sürerek yardım istedikleri söylenir.
İstanbul
- 22.11.2000
http://afyuksel.com
Kaynak:
Haliç Edebiyat Dergisi 11.2000
|