undan
700 yıl önce Oğuz Türklerinin Kayı boyundan Osman Bey adında bir
yiğit Söyüt yaylasında bir fidan dikti. Bu bir çınar fidanı
idi. Orhan Bey, Murat Hüdavendigar, Yıldırım Bayazıt, Fatih,
Yavuz ve Kanunî gibi büyük hakanların sulaması ve bakımı ile bu
çınar büyüdü, dal budak saldı, şarkı ve garbı himayesine
alan, gölgesi Adriyatik'ten Çin seddine uzanan
ulu bir çınar haline geldi. Bu çınarın gölgesinde bulunan
geniş bir coğrafyaya şekil verilmeye çalışılır ve bütün âleme
nizam vermekten söz edilir olmuştu.
Ancak
ulaşılan bu kemâl çok sürmedi ve XVII. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren uğranılan yenilgiler sonucu Avusturya, Lehistan, Venedik ve
Rusya ile imzalanan Karlofça antlaşması
çınarın yapraklarında sararma, dallarında kurumaların başladığının
habercisi olmuştu. Artık ulu çınarın ihtişamı eskisi gibi
hissedilmemeye, gölgesi kısa düşmeye başlamıştı.
Durumun
farkına varan ileri görüşlü, bilge kişiler bünyede bir rahatsızlık
olduğunu dile getirmeye, gidişatın iyi olmadığını haykırmaya
başlamışlardı. Durumun vahametini nizamın bozulduğu, usûle
riayetsizliğin başgösterdiği, geleneğin terkedildiği, mevki ve
makamların ehliyetsiz kişilere dağıtıldığı ve eğitim düzeyinin
düştüğü şeklinde seslendiriyorlardı.
Kendi
tarihini tek başına yazan ve parlak mazinin gururuyla kendi içine
çekilmiş olan Osmanlı, başlangıçta batılılaşmayı hiç düşünmemişti.
Çünkü o, hastalığın iç sebeplere dayandığını ve geçici
olduğunu düşünüyor, nedenlerinin şeklî ve çoğunlukla da
askeri alanla sınırlı olduğunu kabul ediyor, tedbirleri de buna göre
alıyordu. Dış dünya ile kültürel ve ekonomik temaslarının azlığı
nedeniyle oralarda olup biten gelişmelerden habersizdi.
Osmanlı'da
"ıslahat" düşüncesi bu iç tedbirler çerçevesinde gündeme
gelmiştir. İlk ıslahatlar Genç Osman, IV. Murat ve Köprülü
ailesinden gelen vezirler tarafından uygulamaya konulmuştur. Köprülü
Fazıl Mustafa Paşa'nın Balkanlara inen düşmanlara karşı, bura
halkının gönlünü almaya yönelik tedbirlerinde görüldüğü
gibi
bu dönemin ıslahatları, Batı'nın taklidi düşüncesinden uzak,
imparatorluğun meselelerine, tamamen kendi iç dinamikleriyle çözümler
bulma düşüncesi taşımaktaydı. Tedbirler sıralanıyor ve
"kanun-i kadîm"e
dönülmesi şeklinde özetleniyordu.
Osmanlı'da,
Tanzimat öncesi ilk sistematik ıslahatların Lâle devrinde yapılmaya
başlandığı görülmektedir. XVIII. yüzyılın ilk yarısını içine
alan Lâle devri, Osmanlı aristokrasisinin yaşam felsefesini değiştirmiş,
onları Sadabad ve Göksu gibi mesire yerlerinde tabiatla buluşturmuştur.
Dönemin populer şairi Nedim bu felsefeyi: "Gülelim, oynayalım,
kâm alalım dünyadan." mısraı ile dilegetirmektedir. Lâle
devrinin, zevke düşkünlüğü ve sanata yönelmeyi teşvik eden bu
tutumu, rönasansın bir yansıması mıdır? Bu konuda kesin bir şey
söyleyemiyoruz, ancak artık Osmanlı'nın Avrupalı komşularında
olup bitenlerden haberdar olmaya başladığını görüyoruz. Nitekim
Lâle devrinin simge isimlerinden olan Damad İbrahim Paşa Parise elçi
olarak gönderdiği Yirmisekiz Çelebi Mehmed'e verdiği talimatta:
"Fransa'nın ilim ve medeniyette ilerlemesine neden olan hususların
tespit edilerek tatbiki mümkün olanlarının rapor edilmesini"
istemiş,
o da görevini bitirdiğinde, Garb'a açılan bir pencere
mahiyetindeki Sefaretname'sini yazmış olarak
İstanbul'a dönmüştür. Ayrıca bu dönemde Avrupa'dan gelen
bazı edip, bilgin ve ressamlar aracılığıyla bu ülkeler tanınmaya
çalışılmış, oluşturulan "Tercüme Kurulu" vasıtasıyla
Batı'nın önemli eserleri Türkçe'ye çevrilmiştir. Ancak Patrona
Halil isyanı Lâle devrine son vermiş (1730), bunun sonucu olarak da
söz konusu girişim ve temaslar durmuştur.
Lâle
devrinin ardından I. Mahmud, III. Mustafa ve I. Abdülhamid
devirlerinde "Avrupa kaidesi" çerçevesinde hareket etme düşüncesiyle
Batı'nın askeri usûllerinin uygulanmasına ağırlık verilmiş,
bilhassa Fransa'nın öncülüğünde askeri alanda ıslahatlar yapmak
üzere De Bonneval, Baron de Tott gibi uzmanlar getirtilmiştir. Ancak
söz konusu çalışmalar da, bu faaliyetlerin öncüsü olan Halil
Hamid Paşa'nın azli ile son bulmuştur.
Ünlü
Fransız ihtilalinin olduğu yıl olan 1789'da tahta geçen
III. Selim, bir taraftan
Avrupa'nın gidişatından haberdar olmak ve Osmanlı'nın işine
yarayacak hususları tespit etmek üzere Paris, Londra, Berlin ve
Viyana gibi merkezlere elçiler gönderir ve Fransa ile doğrudan
temas kurup, kralla görüşmek üzere İshak Bey'i Paris'e yollayıp
orada "her nevi ilim ve fenni öğrenmesi" talimatını
verirken, öte yandan Viyana büyükelçisi Ebu Bekir Ratib Efendi'ye
rapor hazırlatmıştır. Ratib Efendi söz konusu raporunda
"Frenklerin harp fennine dair kitapların tercüme edilmesini ve
Avrupa'dan uzmanlar getirtilerek askerlerimizin eğitilymesini"
önermiştir .
III.
Selim dışarıda bu yenilik hazırlıklarını yaparken, içeride de
devlet adamlarına görüşlerini sormuş, layihalar hazırlatmıştır.
Bu layihalarda da ordunun yenilenmesi ve kanun-i kadime dönülmesi önerileri
ortak görüş
olarak yer almıştır. Bu yenileşme önerilerini benimseyen
padişah, Fransa'dan askeri uzmanlar istiyor ve "Nizam-ı Cedîd"
devrini başlatıyor. Bu dönemin yenileşme hareketleri askeri saha
ile sınırlı gibi görünmekle beraber "Nizam-ı Cedîd"
isminden de anlaşılacağı üzere yapılmak istenen daha kapsamlı
bir yenileşmedir. Ancak bu teşebbüsler de Kabakçı Mustafa isyanı
sonucu III. Selim'in tahttan indirilmesi (1807) ile son bulmuş ve
Nizam-ı Cedîd teşebbüsleri sona ermiştir.
III. Selim'in yerine
tahta çıkan IV. Mustafa'nın hükümdarlığı da uzun sürmemiş,
Balkanlardaki ordunun başında bulunan Alemdar Mustafa Paşa'nın İstanbul'a
gelerek IV. Mustafa'yı tahtan indirip yerine II. Mahmud'u çıkarmasıyla
ıslahat hareketlerine kaldığı yerden devam edilmiştir. II.
Mahmud, devlette askerî, idarî, kültürel, maarif ve iktisadî
sahalardaki yenilikleri ile öne çıkmıştır. Vak'a-i Hayriyye diye
anılan yeniçeri ocağının kaldırılması (1826) ve yerine Asâkir-i
Mansûre-i Muhammediyye isimli talimli bir ordu kurulması, ilk öğretimin
zorunlu hale getirilmesi, Harbiye ve Tıbbiyenin tesisi, Avrupa ülkelerine
tahsil için öğrenci gönderilmesi ve bazı kitapların tercüme
ettirilmesi onun zamanında yapılan yenilik hareketlerinden bazılarıdır.
II. Mahmud'a kadar Osmanlı'daki yenilikler hep Fransa kaynaklı idi.
Ancak Yunan isyanında rol oynamaları sebebiyle II. Mahmud, Fransızlar
yerine Almanlara yönelmiş, ıslahat yapmak üzere Almanya'dan
uzmanlar getirtmiştir.
Tanzimat
öncesinin ıslahatçıları, Osmanlı'nın problemlerinin,
uygulamadaki aksaklıklardan kaynaklandığını, kısmî ıslahat ve
yenileşmelerle durumun düzeltilebilceğini düşünmüşlerdi. Yaptıkları
düzeltmeleri "ıslahat" ve "cedîd" terimleri ile
ifade ediyorlardı. Tanzimat
aydınları ise problemin kısmî değil topyekun olduğunun farkına
varmıştır. "Tanzimât", adından da anlaşılacağı üzere
birçok alanda düzenleme yapmayı öngören bir harekettir. Tanzimat,
II. Mahmud döneminde İngiltere büyükelçisi olan ve I. Abdülmecid'in
tahta geçmesi ile vezarete getirilen Mustafa Reşid Paşa'nın hazırlayıp
ilan ettiği Tanzimat-ı Hayriyye Fermanı ile başlayan (1839),
Islahat Fermanı (1856) ile geliştirilen ve meşrutiyetin ilanına
kadar devam eden bir süreçtir. Bu harekete Âlî ve Fuad Paşa gibi
dönemin devlet adamları ve Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa,
Âgah Efendi gibi aydınları destek olmuşlardır. Ayrıca Genç
Osmanlılar ve ilk dönem Jöntükleri onu savunmuşlardır.
Tanzimat
aydın ve devlet adamları kendi dışlarında batıda bir medeniyetin
oluştuğunu, Osmanlı'da bunun siyasî ve askerî etkileri yanında kültürel
ve ekonomik tesirlerinin de hissedilmeye başlandığını görüyorlar,
medeniyet olarak doğulu, hatta onun temsilcisi olan Osmanlı'nın Batı
karşısında uğradığı zaafı hazmedemiyorlar, Doğudan vazgeçmeden
Batı'daki güzellikleri almanın yollarını arıyorlar ve
üzerinde yaşadıkları coğrafyanın kendilerine verdiği
role uygun olarak bir sentezin yapılması gerektiğini savunuyorlardı.
Tanzimatçılar, Osmanlı'yı oluşturan değerleri muhafaza ederek
devleti yeniden canlandırmayı amaç edinmişler, Âlî Paşa'nın teşvikleri
ile Ali Suavi, Ahmet Cevdet Paşa ve Ömer Hilmi gibi aydınların öncülüğünde
İslâm klasiklerinin tercümesine başlanmıştı. Onlar, kendilerine
"Bu devlet nasıl kurtulur?" ve "Doğu ile Batı'nın
sentezi nasıl yapılabilir?" sorularını sorup cevap aramışlardı.
Her ne kadar "Eğer Avrupa'yı taklitte acele etmezsek, Asya'ya
çekilmeye mecbur kalacağız"
diyerek uygulamalarda acele edilmesini isteyen Halil Paşa gibi bazı
idareciler bulunmakta idiyse de, çoğunluk olarak Tanzimat idareci ve
aydınları aceleci davranmamayı, radikal çıkışlardan sakınmayı
tercih ediyorlardı. Onlar, hilafet ve saltanata bağlı kalmayı ve
Osmanlı'yı oluşturan unsurları bir arada tutmayı (ittihad)
hedefleyen, doğu ile batıyı birleştirici (te'lifçi), eğitim
kurumları ve mahkemelerde görüldüğü gibi eski müesseselere
dokunmadan yenilerini oluşturan (dualist) ve fırsatları değerlendiren
bir tarzı benimsemişlerdi. Padişah otoritesi üzerine kurulmuş
olan devleti,
sistemi kökten değiştirmeden, bazı idari değişiklik ve
nizamlarla yeni bir şekle sokmak, hukukî teminatlara kavuşturmak
istiyorlardı. Bunun için halka yeni
hedefler göstermek ve motivasyonu sağlayıcı bir ideoloji
kazandırmak gerekiyordu. Tanzimatın öngördüğü siyasî hedef
"Osmanlıcık", ideoloji ise "içtihad",
"hürriyet", "tecdid", "terakki" ve
"uzlaşma" anlayışına dayanan bir dindarlık olmuştur.
Tanzimatçılar,
dış düşmanlara karşı osmanlı ruhunu canlı tutarak ayakta
durulabileceğini savunuyorlardı. Ancak Balkanlarda bulunan Sırp,
Bulgar, Yunan v.b. gayr-i müslim tebeanın bu ruhu paylaşmamaları
ve isyanlara devam etmeleri bir taraftan Tanzimat'ın omurgasını oluşturan
Osmanlıcılığı zayıflatırken, bir taraftan da asabiyet duygularını
körüklemiştir.
23
Aralık 1876'da Kanun-i Esasî'nin ilanı ile Osmanlı'da yeni bir döneme
girilmiştir. Bu meşrûtî yönetim dönemidir. Ahmet Cevdet Paşa'nın
öncülüğünde hazırlanan Kanun-i Esasî kabul edilmiş ve bu
anayasanın öngördüğü 130 milletvekilinden oluşan meclis teşkil
edilmiştir, fakat ömrü uzun sürmemiş, altı aylık bir çalışmadan
sonra faaliyetleri II. Meşrutiyetin ilanına kadar tehir edilmiştir.
II. Meşrutiyet ise 10 Temmuz 1324/ 24 Temmuz 1908'de Kanun-i Esasî'nin
yürürlüğe konulmasıyla açılmıştır. Zamanın basını bu olayı
"hürriyetin ilanı" olarak takdim etmiştir. Kanun-i Esasî'de
yapılan değişikliklerle partilerin çalışmasına imkan tanınmış,
bunun üzerine İttihad ve Terakki Cemiyeti
partiye dönüşmüş ve devlet yönetiminde en etkili güç
haline gelmiştir.
Ancak duurum, iktidara geldikleri takdirde ıslahatların yapılacağını,
bozgunların duracağını ve devletin kurtulacağını iddia eden İttihatçıların
söyledikleri gibi olmamıştır. Ne bozgunlar durmuş, ne ıslahatlar
yapılabilmiş, ne de devlet kurtulmuştur.
Tanzimattan
beri kendilerine çok olumlu yaklaşılan gayr-i müslimler, bu iyi
niyete karşılık vermemişler, aksine isyanlara devam etmişlerdi.
Artık Osmanlıcılığın yürümeyeceğini anlıyan aydınlar, bu düşüncenin
karşısına geçtiler. Bunların başında Yusuf Akçura gelir. O, Üç
Tarz-ı Siyaset (İstanbul 1327) adlı eserinde devleti
kurtarmak için üç siyasi yol önerildiğini kaydederek, bunları
Osmanlıcık, İslamcılık ve Türkçülük olarak sıralamış,
bunda
ve "Osmanlı Saltanatı Müessesatı Tarihine Dair Bir
Deneme"
(Bilgi Mecmuası, İstanbul 1913) başlıklı makalesinde
"Osmanlı milleti" oluşturma gayretlerinin neticesiz
kalmaya mahkum bir teşebbüs olduğunu savunmuştur. İlk zamanlar
Ali Kemal ve Ahmet Ferid gibi yakın arkadaşları dahi kendisine karşı
çıkmış ise de daha sonra ona hak vermişler, İttihad Terakki
mensupları da onun görüşlerine katılarak 1911'deki kongrede
Osmanlıcılığı terk ederek İslamcılık ve Türkçülüğü
benimsemişlerdir. Ayrıca bu tarihten itibaren Batılılaşma siyaset
tarzları içine girmiş ve Balkan harbinden sonra da
İttihad Terakki Partisinin âdeta programı haline gelmiştir.
II.
Meşrutiyetten sonra İttihad ve Terakki Partisi iktidara geçince,
II. Abdülhamid karşıtları, Jöntürkler içinde toplanmaya
başlamıştır. Hareketin içinde Ahmet Rıza'nın öncülüğünü
yaptığı pozitivistlerden, Prens Sabahattin'in öncüsü olduğu Teşebbüs-i
Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti yanlısı liberallere kadar birçok
akım yer almıştır. Siyasi planda ise Teşebbüs-i Şahsî, Ahrar,
Ahali, Osmanlı Demokrat partilerinin oluşturduğu Hürriyet ve İtilaf
cephesi
bulunmaktaydı.
II.
Meşrutiyetin en güçlü siyasi hareketi İslamcılıktır.
Bu hareketin öncüleri içinde Said Halim Paşa, Ahmet Cevdet Paşa,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Babanzade Ahmet Naim, Mehmet
Akif, Süleyman Nazif gibi ünlü isimler bulunmakta olup Beyanü'l-Hak,
Sırat-ı
Müstakim, Sebilürreşad ve Mihrab
gibi dergileri çıkarmışlardır.
Diğerleri
gibi, İslamcılar da Osmanlı'da işlerin iyi gitmediğini ve
Batı ile aramızda bir mesafenin oluştuğunu kabul etmekte,
bunun için Batının bilim ve teknolojisinin alınmasını
savunmaktaydılar. Adı geçen dergiler tarandığı takdirde, bu yayın
organlarında teceddüd, terakki, garpçılık, şarkçılık, ibda,
taklid, içtihad gibi konuların çokça ele alındığı görülür.
Ancak onlar bu kavramlara batıcıların farklı anlamlar yüklüyorlardı.
İslamcılar, doğu ve batı medeniyetlerinin ayrı ayrı şeyler
olduklarını söylüyor, Batının doğu üzerindeki istilacı
emellerine dikkat çekiyor, batıcıların terakki ile Frenkleşmeyi
birbirine karıştırdıklarını söylüyorlardı. İslam birliğini,
medreselerin ıslahını, İslam'ın esaslarına ve sosyal yapımıza
uygun yasaların çıkarılmasını, taklidin terk edilmesini, içtihad
kapısının açılarak bir İslam rönesansının yapılmasını
savunuyorlardı.
Meşrutiyet
dönemine damgasını vuran İslamcılık hareketi, en büyük darbeyi
Balkan Savaşı'ndan sonra yemiştir. Zira bu tarihte bir taraftan
Balkanlardaki Arnavut ve diğer bazı müslüman unsurların isyanı,
bir taraftan Arapların İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yaparak
Osmanlı ordularını arkadan vurması, İslam birliği projesini boşa
çıkarmıştır. Anadoluya cepheden ölüm haberleri geldikçe, halk
arasında artık müslüman milletlerin de bir arada tutulamayacağı
kanaati yerleşmeye başlamış ve bazı aydınlar bu defa Türk
soyundan gelen unsurların bir araya getirilmesi tezini daha yüksek
sesle savunmaya başlamışlardır.
Türkçülük
hareketini,
siyasi planda İttihad Terakki Partisinin ileri gelenlerinden Enver,
Talat ve Cemal Paşalar; fikri planda ise Ziya Gökalp, Yusuf Akçura,
Ahmet Ferid, Necib Asım, Şemseddin Sami, Halim Sabit, Veled Çelebi,
Hasan Tahsin, ve Zeki Velidi Togan gibi aydınlar savunmuşlardır.
Bunlar Türk
Yurdu,
Genç Kalemler, Yeni
Mecmua ve İslam
gibi dergilerde yazdıkları yazılarda Osmanlının kozmopolit yapısında
Türk millî kimliğinin köreldiğini, Türk dilinin, harsının,
tarihinin, töresinin işlenmediğini ve dolayısıyla Türk
milletinin millî değerlerinin ortaya konulamadığını dile getirmişler
ve Tanzimatın öngördüğü Osmanlıcılığa karşı çıkmışlardır.
Türkçüler batılılaşma konusunda da medeniyet ile harsı ayırarak,
Batıdan medeniyetin alınabileceğini ancak harsın millî olduğunu
savunmuşlardır. Türkçüler, Batının bilim ve teknolojisini alıp
kültür ve ahlâkını
reddetme konusunda İslamcılarla birleşirken, dış
politikada İslam birliği siyaseti yerine pantürkizmi savunarak
onlardan ayrılmaktadırlar.
Yusuf
Akçura Üç
Tarz-ı Siyaset'te, Tanzimattan itibaren kuvvet kazanmak ve
terakkiyi sağlamak için Osmanlıcık, İslamcılık ve Türkçülük
yollarının önerildiğini, Osmanlıcık ve İslamcılığın çıkar
yol olmadığını kaydettikten sonra devleti kurtarmak için tek çarenin
milliyetçilik olduğunu savunmaktadır. Ziya Gökalp ise Garplılaşmak,
İslamlaşmak ve Türkleşmek şeklinde üç yoldan söz ederek üçüncüsünü
çıkar yol olarak göstermektedir.
Türkçülük
hareketi, çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı'da endişe ile
karşılanmıştır. Bu harekete hem dış kamuoyu hem de içerideki
bazı aydınlar tepki göstermiştir. Bunlar içinde Ali Kemal ve
Ahmet Ferid gibi ideolojik olarak Türkçü oldukları
halde siyaseten Osmanlıcılığın savunulmasının doğru
olduğunu düşünen Türkçü aydınlar da bulunmaktadır. Bu tarz
endişeleri metin içinde verdiğimiz "Teceddüd-i Hayat" başlıklı
makalede de görmek mümkündür. Türkçülük hareketi de en büyük
yarayı Enver Paşa'nın hayalci uygulamaları ile almıştır.
Osmanlı'da
sona doğru yaklaşırken, kurtuluş için öne sürülen bütün reçeteler
bir bir tükenmiş ve önlerinde denenmeyen tek tez olarak Batıcılık
kalmıştı. Zaten Tanzimattan itibaren bütün tezlerde birlik
(ittihad) ve yenileşme (teceddüd-terakki) düşünceleri ortak
anafikir olarak yer almakta ve hepsi belli dozlarda batılılaşmayı
öngörmekteydiler. Bazı aydınlar, 1911 yılından itibaren
terakkinin, ancak Batı ile bütünleşme veya toptan batılılaşma
ile mümkün olabileceğini savunmaya başlamışlar ve bunlara
"Garpçı" denilmiştir.
Garplılaşma
ilk olarak Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı, Ahmet Rıza,
Beşir Fuad, Ahmet Ağaoğlu gibi aydınlar tarafından savunulmuştur.
Bunlar, Mehtap
ve İçtihad
gibi dergilerde yazdıkları yazılarda Batı medeniyetinin bir bütün
olduğunu, bilim ve tekniği yanında hukuk, ahlak, gelenek, hatta
adab-ı muaşeretiyle toptan alınması gerektiğini savunuyorlardı. İçtihad'da
H. S. rumuzuyla "Terakki Yolları ve Çareleri" başlığıyla
yazılan seri yazıların birinde Macarlar ile Türkler mukayese
edilerek, her ikisi de Ortaasya'dan göç etmesine rağmen, Macarlar
Batı medeniyetini tümüyle kabullendikleri için kalkındıkları, Türklerin
ise bu medeniyetten uzak kaldıkları için medenileşemediği iddia
edilmektedir.
Ahmet Ağaoğlu ise Üç
Medeniyet'te (İstanbul 1927) insanlık tarihi boyunca İslam,
Hint ve Batı medeniyeti olmak üzere üç tecrübenin yaşandığını,
bunlardan ilk ikisinin mağlup olduğunu, Batı medeniyetinin ise bütün
yaşayış, düşünüş ve duyuş tarzlarında üstünlüğünü ilan
ettiğini, onu parça parça değil, bütünüyle almak gerektiğini
ileri sürmüştür. Kılıçzade 1912 yılında 18 maddelik bir batılılaşma
programı hazırlayarak İçtihad'da
yayınladı. Abdullah Cevdet ise Resimli Adab-ı
Muaşeret Rehberi isimli kitabını kaleme alarak günlük
yaşamda Batılı gibi yaşamanın yollarını göstermeye çalışmıştır.
Batıcılar
ençok din konusundaki fikirleri dolayısıyla tenkit edilmişlerdir.
Onların deist bir tanrı inancına sahip oldukları, pozitivizmi
benimsedikleri, dinin bir gaye değil vasıta olduğunu söyleyerek
yeni bir yoruma tutulmasını (reforme edilmesini) savundukları ve dünyevî
hükümlerde dinin öngörülerine göre değil akıl, tecrübe ve
ihtiyaçlara göre hareket edilmesi gerektiğini savundukları ileri sürülmüştür.
Kılıçzade Hakkı İ'tikadat-ı Batılaya İlan-ı Harb isimle
eserinde bu konulardaki inançlarını şöyle hülasa etmektedir:
Allah vardır ve birdir. Bütün güç ve irade onundur. Koyduğu değişmeyen
kanunlarla, ezelden ebede, maddî ve manevi bütün varlıkları idare
etmektedir. O, yeniden hiçbir şey yaratmadığı gibi, yeni bir
kanun da koymaz. İradesi ezeli kanunlarına tabidir. Ezeli kanunlarını
bir defa için bile bozacak kadar sebatsız ve prensipsiz değildir.
Allah, insanlara verdiği akıl ile, onlara büyük işler yapma gücünü
ihsan etmiş ve onları serbest bırakmıştır. İnsanları irşad için,
yine kendi içlerinden peygamberler, dahiler yaratmıştır. Bu büyük
insanlar, diğer hemcinslerine doğru yollar göstermişlerdir. Allah'ın
sünnetleri, kanunlarıdır. Bunların birçoğu ilim ve fen tarafından
tefsir ve keşfedilmiştir.
Peygamberimizi
insanların en akıllısı ve bu mahiyetle de en faziletlisi biliriz.
Onun en büyük mucizesi aklı ve kitabıdır. Başka mucize aramayız.
Halkı da bu şekilde düşündürmek için onları çokça okutmak
taraftarıyız. İlahî ezelî kanunlara aykırı olarak vuku bulduğu
iddia olunan bütün mucizeler nazarımızda koftur, gayr-i vakidir. Güneş
sistemindeki düzen ve çekimi bozacak bir meteorolojik olay meydana
gelinceye kadar gezegenler ve uydular eksenlerinde seyredip dönmeye
devam edeceklerdir. Gezegenleri parçalayacak dahilî veya haricî bir
sebep bulunmadıkça hiçbiri kendi kendine yarılıp parçalanmaz ve
parçalanmayacaktır. Bilimin aleyhinde ortaya konacak bütün
iddialara safsata nazarıyla bakarız. Meleklere inanırız fakat esas
mahiyetlerini tayin edemediğimiz için softaların bu husustaki
nitelendirmelerini birer acaip heykel gibi telakki ederiz. Kur'an,
hakikatte her şeyi içermektedir. Bu gerçekten, fennin
halledemedikleri hakkında mütalaa beyan ederek naşinaslık etmeyiz.
Dinin birinci esası olan Allah inancı dışındaki bütün hükümlerinin
zaman ve mekâna göre değişebileceğini kabul ederiz. İçtihad kapısının
yeniden açılmasına ve eski içtihadların günümüzde uygulanmasının
mümkün olmadığına inanırız. Ebu Hanife, Şafii, Maliki ve
Hanbeli hareketlerini çok büyük kişiler olarak tanırız fakat
onların yerini tutacak, hatta geçecek alimlerin yetişeceği
kanaatindeyiz. Kâinata hakim olma istidadını göstermek için,
kendimizi
bugünkü medeniyetin bütün vasıtaları ile donatmak
isteriz. Günümüz medeni milletlerini bu şekilde kılan sebepler ne
ise onları aynen kabul edip memleketimizde uygulamaya çalışırız.
Kurtuluşumuz için başka çare yoktur. Günümüzün medeniyeti, Batı
medeniyetidir. Ahlak, millî ve dinî geleneklerimiz dışında her şeyi
Garptan almaya mecburuz.
Abdullah
Cevdet ise İçtihad dergisinde "İçtihad'ın Müdîr
Fikirleri" başlığıyla yayınladığı biildiride din
konusunda şu görüşlere yer veriyordu: Dinlerin amacı insanlar rasında
barış, kardeşlik ve sevgi duygularını (şîme) güçlendirmektir.
Gayesi, insanlar arasında böyle bir olumlu rol oynamak olduğu
halde, şiddet ve düşmanlıkları körükleyen dinlere uymaktan ise
onları terk etmek daha doğrudur (md. 10). Kâinatı, ruhları ve
cisimleri aklına estiği gibi sevk ve idare eden bir yüce zat (tanrı),
bir zorba varlık kabul etmek, büyük bir safdillik göstermekle
kalmaz, aynı zamanda onarılması imkansız bir mantıksızlığa sürükleyerek
beşer ruhunun üzüntü verici bir şekilde küçülmesi sonucunu da
doğurur (md.15).
Batıcılar
arasında ilk çatlak Balkan harbinden sonra ortaya çıkmış ve
batılılaşmanın mahiyet ve sınırları tartışılmaya başlanmıştır.
Celal Nuri bu harpten sonra kaleme aldığı "Şîme-i
husumet" başlıklı yazısında Türklere bu kadar düşmanca
davranan butılılara duyduğu kin ve husumeti dile getirmiş ve batılılaşma
ile Avrupa'nın bilim, teknik ve sanatının alındığı kısmî bir
batılılaşmadan yana olduğunu ifade etmiştir. Buna karşı
Abdullah Cevdet karşı yazısı "Şîme-i Muhabbbet"te, gülü
dikeniyle beraber almak ve her şeye rağmen radikal Batıcılığa
devam edilmesi
gerektiğini savunmuştur. Bunun üzerine Celal Nuri ile
Abdullah Cevdet'in yolları ayrılmıştır. Abdullah Cevdet, İngiliz
Muhibler Cemiyetine üye olacak, Amerikan mandasını savunacak ve Türk
kanına Batılı kanı aşılanmasını isteyecek kadar müfrit batıcılığını
devam ettirmiştir. Bu çizgi Beşir Fuad, Rıza Tevfik, Baha Tevfik
gibi biyolojik materyalizmi ve pozitivizmi savunan batıcıların tercüme
ve yayınları ile devam etmiştir. Celal Nuri ise Hür Fikir
dergisinde radikal batıcılığın, Batının uydusu olmak demek olduğunu,
sınırlı bir batıcılın söz konusu olması ve geleneksel değerlerimizi
de ihmal etmememiz gerektiğini savunmuştur.
Başa
dönecek olursak, Genç Osman döneminden itibaren başlayan hasta çınarı
yaşatma gayretleri 1920'lere gelindiğinde son buluyor, bu yoğun
tartışmalar arasında görkemini kaybeden yaşlı çınar yıkılıyordu.
Bunun yerine Türkçülerin milliyetçilik tezleri ile Batıcıların
asrîlik görüşlerinin sentezi üzerine Cumhuriyet kuruluyordu.
Peyami Safa, Cumhuriyet ile Türkçüler ve Batıcıların hedeflerine
ulaştıklarını, Türk Yurdu ve İçtihad dergilerinin misyonlarını
tamamladıklarını fakat İslamcıların savundukları fikirlerin
rafa kaldırıldığını, bu nedenle Sebilürreşad'ın varlığını
sürdürme hakkı olduğunu savunurken, ona cevap veren Abdullah
Cevdet misyonun
henüz tamamlanmadığını kaydetmektedir.
Cumhuriyet döneminde de bu mücadele durmamıştır. Şevket Süreyya
Aydemir'in öncülüğünde "kadro hareketi", Hasan Ali Yücel'in
öncülüğünde "hümanizma" faaliyeti, Necip Fazıl'ın
liderliğinde "Büyük Doğu" ve Nihal Atsız'ın öncülüğünde
"Türkçülük" hareketleri devam etmiştir. Bu tezlerin her
birinin toplumsal talepleri karşılayan doğru tezleri bulunmaktadır
ancak hiçbiri diğerlerini dışlayarak tek başına kurtarıcı reçete
olma özelliğine sahip değildir. Şu halde önümüzdeki temel
problem doğu ile batının sentezini yapma, değişik siyaset tarzlarının
sahih taraflarını alma, paylaşma ve bir arada yaşama problemidir.
Kendi geçmişimizle kavga bize bir şey kazandırmayacağı gibi, çağın
imkan ve vasıtalarına karşı çıkma da bize bir şey kazandırmaz.
Şu halde biz, nasıl coğrafî olarak doğu ile batının ortasında,
Asya ve Avrupa'nın topraklarında yaşamaya mecbur isek, kültürel
olarak da iki medeniyeti birlikte yaşamaya mecburuz. Batı
medeniyetinin evrensel değerleri ile Doğunun yerel, kültürel,
geleneksel, dinî ve ahlakî değerlerini bir arada yaşamaya
mecburuz.
Biz,
bu çalışmamızda Osmanlı aydınlarının batılılaşma serüvenini
bazı örnek metinlerle ortaya koymaya çalıştık. Metinleri
"Teorik Tartışmalar" ve "Batılılaşmanın Kilometre
Taşları" olmak üzere iki başlık altında topladık. Teorik
tartışmaları
"Şarkçılık- Garpçılık", Taklid-Terakki"
ve "Teceddüd-Tekâmül"başlığı altında; Batılılaşmanın
kilometre taşlarını ise "Tanzimatçılık", "Meşrutiyetçilik"
ve "Cumhuriyet" başlıkları altında vermeye çalıştık.
Metinleri farklı tezleri savunan müelliflerin makalelerinden oluşturmaya
çalıştık. İçtihad, Sebilürreşad gibi birbirlerine karşıt yayınlar
yapan dergilerin bu konulara ilişkin görüşlerini yansıtmaya çalıştık.
Makaleleri kısmen sadeleştirdik, ayet ve hadislerin kaynaklarını gösterdik
yer yer dipnotlar koyarak ifadenin anlaşılmasına yardımcı olmaya
çalıştık.
Bu
konu, ikiyüz yıldır tartışılan bir konudur, hemen hemen her
Osmanlı aydını bu konularda görüşlerini ifade etme zorunluluğu
duymuş, kaynaklarda sayıları yüzlerle ifade edilecek makale yazılmıştır.
Bugünkü Doğu-Batı tartışmaları da dünkü Şarkçılık-Garpçılık
tartışmalarının devamı niteliğindedir. Üzülerek ifade etmek
gerekir ki, her ikisinde de taraflar
birbirlerini anlamaya çalışmaktan daha çok itham etmeye,
hatta mahkum etmeye kalkışmışlardır. Onun için de ne
birbirlerini anlayabilmişler ne de anlaşabilmişlerdir. İşte bu
metinlerle okuyucularımızın her iki tarafı tanıma ve anlamaları
hedeflenmektedir.
Doç.
Dr. İlyas ÇELEBİ
Mar. Ünv. İlahiyat Fak. Öğr. Gör.
24.01.2000
http://afyuksel.com
|