imyanın
biyolojiye uygulanmasına büyük önem veren ve Laplace ile
birlikte suyun hidrojenin yanması sonucu olduğunu ortaya koyan
ünlü Fransız kimyacı
Lavoisier’in çok anlamlı bir teorisi daha vardır.
Sanırım biliyorsunuzdur...
“Varolan
şey yok olmaz, yok olan bir şey de varolmaz.”
Gerçekte
var olduğu düşünülen bir şey sonradan yok olabilir mi?
Yani böyle bir düşünce gerçekçi oluyor mu?
Şayet yok oluyorsa, bu onun daha önceden hiç var olmamış
olduğu anlamına mı gelecektir?
Bu
sorular aslında insanlar arasındaki ilişkilere,
birlikteliklere şekil veren “mutlak değerler” gibi
kabul edilen duyguların varlığı ile önem kazanmaktadır.
İyilik, cesaret, hoşgörü, cömertlik veya düşmanlık gibi,
toplumun öngördüğü bu ‘konvansiyonel’
duyguların, belirli düzeylerde, dostlukları pekiştirdiği
veya azalttığı ya da tamamen ortadan kaldırdığı görülmektedir.
Bireysel anlamda sevgiyi, dostluğu yansıtan oluşlar, bir
terkip halinde yaşamak zorunda kalan insana yardım elinin uzatılması
veya o kişinin destek bulma ihtiyacının karşılanması değil
midir?
Doğal olarak bireyin kendini güvende hissetmekten başka bir
hakkı yoktur.
Bu şartlarda
sırtını bir yere veya topluma dayayabilmek için böyle bir
ortamı kendisi yaratacak ve ona bağlanacaktır.
Ancak ölüm
gelip çattığında, dünyevi değerlerin asla geçerli olmadığını,
değişen günü birlik duyguların hiçbir şey ifade etmediğini
algılayan insan, bu anı, ilk etapta tüm korkunçluğu ile yaşayarak
şok geçirir.
Duygularıyla yaşadığı yıllar boşa geçmiş, kozası içinde
yaşadığı hava onu bir
robot haline getirmiştir.
Diğer
taraftan, Mutlak değerlere yaklaşabilmenin ise alternatif
hareket tarzı vardır. Allah’ ın sonsuz, sayısız güzelliklerini
bu bedende yaşamanın gereği, insanın kozasını ören şartlanmaları
ve toplumsal olayların getirileri ile uyumlu bir yaşamı terk
etmektir...
Bireyin şartlanmalar, değer yargıları, yorumlar ve kalıtımsal
yollarla çevresinde ördüğü bu değerler dünyasında
bocalaması sonucunda, kendindeki boşluktan Mutlak olana yöneltmesi
gerekecektir.
Sevgiyi doyasıya yaşayanın
avantajlı tarafı, varsayımsal
olan bu değerleri kendiliğinden fark ederek, bağımlılıklarından
kurtulma yolunu seçmesidir.
Bizler,
varsayılan değerlerin gerçek yüzleri ortaya çıkıncaya değin,
kozamızda yarattığımız “kendi alemimiz” de evrensel anlayıştan uzak bir dünyada yaşayıp gideriz.
Bir döneme kadar, kesitsel algılama araçlarına dönük biçimi
ile yaşama adapte olmaktan yani zorunluluktan, ayrıca toplum
ilkelerine karşı koyma cesaretini gösterememekten veya boşvermişlikten
dolayı mahkum olan bireysel bilinç, asli yapısına, gerçek
kimliğine özgürlük anlayışı ile tırmanarak kavuşur.
Özgürlük
yolunda, korkular, elemler, acılar veya geçici zevkler varlığını
kaybeder, geçersizleşir. Neticede, konvansiyonel, alışılmış,
bildik beşeri kavramlar artık yok olur.
Birey renksizleşmiş, en yakın dost bildiği ile can düşmanı
kabul ettiği karışmış varlığına ayna olmuştur.
Yani,
Aynaya
bakan kendini görür.
Ayna
kalkar, kendi kalır.
Tasavvuf
ilmi bu konuma yaklaşım sağlayabileni şöyle tarif
ediyor;
Allah
insana aynadır,
İnsan Allah’a aynadır.
Dünyada sahip olduğu yaşam enerjisiyle, uzlaşılmış değerlerden
kopma yolunu seçen, birey “yok
olan şey var olmaz” düşüncesiyle
ebediyete kadar mutlu oluşunu devam ettirecektir.
Hz.
Resulullah;
Bu anlamdaki yokluğa
“Fakr
iftiharımdır.”
diyerek
noktayı koyuyor.
İstanbul
- 08.4.2000
http://afyuksel.com
|