BİRİNCİ FASIL
VÜCÛD
“Vücûd”un lisânımızdaki mukabili (karşılığı)
“varlık”,
ve lisân-ı fârisîde (farsça’daki
karşılığı)
“hestî” dir.
Ma’nâ-yı lügavîsi
(sözlük
ma’nâsı) “matlûbu
(arzu edileni)
bulmak”
tır. Örfte müsta’mel olan (hâlen
kullanılır olan)
“cisim ve
beden” ma’nâsı
kütüb-i lügatte (sözlük kitaplarında)
ancak ma’nâ-yı
mecâzî olarak
mezkûrdur. (adı geçmektedir)
Istılâh-ı sûfiyyede
(Tasavvuf terimlerinde)
“zü’l-vücûd olan mevcûd” (vücût sahibi olan varlık)
dan ibârettir. İmdi
vücûd lafzı ile bir hakîkat murâd olunur ki,
onun varlığı
kendi zâtından
ve kendi
zâtı iledir.
Ve bâkî (sonu olmayan)
mevcûdâtın varlığı
ondan olup
onunla kaimdir.
(mevcûttur)
Muhakkikîn-i mutasavvife
(tasavvuf
ileri gelenleri) âlem-i
kelâmda, (konuşmalarında) o
hakîkate işâret
için “Lâ taayyün” / ve
“Vücûd-i mutlak” derler. Çünki
zât-ı vücûd
bu mertebede hiçbir “isim” ve
“sıfât” ve
“fiil” ile
mukayyeden müteayyin (kayıtlı olarak zâhir olmuş) değildir;
bi’l-cümle kuyûd-i taayyünâttan
(bütün
kayıtlı oluşumlardan, kayıt altına girmekten)
mutlaktır.
Belki kâffe-i
taayyünât (bütün
oluşumlar) bu
mertebede ayn-ı
zâttır.
“Vücûd-i sırf”
derler. Çünki zât, isim ve resim ve na’t (sıfat)
ve vasıftan kendi sırâfeti (sırf,
saf, som oluşu) ile hâlistir.
“Zât-ı sâdic”
ve “ayn-ı kâfûr”
derler. Zirâ esmâ ve sıfât ve ef’âl levninden (renginden)
sâde ve sâfîdir; ve hiçbir levn (renk) ile
mülevven (renklenmiş)
değildir.
“Mechûlü’n-na’t”
derler. Zîrâ bu mertebede cemî’-i
nuût (bütün
sıfatlar) ma’rûf ve meşhûd (bilinir
ve görülür) değildir. Ve na’t (sıfat)
ise ism-i subûtî ve selbîden (isim
koymak ve ismi kaldırmaktan) ibârettir. Bu mertebede tasavvur-i
sübûtî ve selbîden (hayâlde
yaratma ve yok etme, yani zihinsel faaliyetlerden)
hiç birisi yoktur. Binâenaleyh mechûlü’n-na’t olur.
“Ezelü’l-âzâl”
derler. Zîrâ vücûdun bundan yukarı bir mertebesi yoktur. Ve cemî’-i
merâtib (bütün
mertebeler) bu mertebenin mâ-dûnudur.
(altındadır)
“Gaybü’l-guyûb”
derler. Zîrâ a’yân-ı sâbiteden i’tibâren tâ misâl-i
mutlaka kadar olan gayb-i izâfî merâtibi, (bilinmeyen ve kayıtlı olan bütün
mertebeler) bu mertebede gâib-i
mutlaktır. (varlıkları gizlidir)
Ne tasavvur-i hârîcileri (tasarlanmış, yani hayalde varlıkları) ve
ne de tasavvur-i ilmîleri (tasarlanmış,
hayalde ilimleri) vardır.
“Münkata’u’l-işârât”
derler. Zîrâ
bu mertebede bi’l-cümle işârât-ı esmâ ve sıfât münkatı’dır. (bütün
esmâ ve sıfât belirtileri son bulmuştur, yoktur)
“et-Tevhîdü
ıskatu’l-izâfât” bu
mertebede vâkı’ olur.
“Münkata’u’l-vicdânî”
derler. Zîrâ bu mertebede tasavvur-i vicdân yoktur. Bu ifâde
“zât için vicdân yoktur”
ma’nâsına değildir. Çünki tasavvur-i vicdân ilim mertebesinde
olur. Bu mertebede ise ilim mutasavver (tasarlanmış) değildir.
Binâenaleyh (nitekim)
eser-i ilimden (İlmin
eserinden) ibâret olan
vicdân dahi yoktur.
Suâl: Zâtın Zâta vicdânı
olmamak olur mu?
Cevap: Bir şeyi bir şeyden
selb etmek (kaldırmak)
için, o şeyin-velev ki hayâlen olsun-sübûtu (var
olması) lâzımdır. Halbuki vücûd-i
hak’iki muvâcehesinde (karşısında)
ilim ve hayâl dahi mevcûd değildir ki, keyfiyyet-i selb (kaldırma keyfiyeti)
vâkı’ olabilsin. (gerçekleşebilsin)
Bu isimler “Lâ-taayyün”
isminin müterâdifidir. (eş
anlamlısı) Lâ taayyün
mertebesi cemî’-i taayyünâtın (bütün
oluşumların) selbidir. (kalktığı,
görülmediği mertebedir) Böyle
olunca / Lâ-taayyünün tasavvurundan (düşüncesinden)
zât “münkata’u’l-
vicdânî” olur.
“Münkata” lafzı
feth-ı “tâ”
iledir; ve vicdânî” deki “yâ”
dahi nisbettir.
“gayb-i hüviyyet”
derler. Zîrâ vücûdun cemî’-i merâtibi (bütün mertebeleri)
bu mertebede merâtib-i zuhûra nisbetle (açığa
çıkan mertebelere göre) gayb (gizli)
ve fikdân içindedir. (yokluktadır) Nitekim, karanlık
gecede bi’l-cümle eşyâ bi’l-fiil mevcûd-i hâricîdirler. (Mevcût dışıdırlar)
Fakat galebe-i zulmetten nâşî (karanlığın üstün gelmesinden dolayı)
eşyâ aslâ görünmez. Zîrâ olmamak başka ve olup da görünmemek
yine başkadır.
“Aynü’l- mutlak”
derler. Zîrâ zât-ı sırf bu mertebede min-külli’l-vücûh (her
bakımdan) mutlaktır; bir vech (yön,
taraf) ile ki, kayd-ı mutlakıyyetten
de (mutlak olma kaydından da)
mutlaktır.
“Zât-ı bilâ-i’tibâr”
derler. Zîrâ zâtın cemî’-i i’tibârâtı (bütün
kabul edişler) bu mertebede bilâ-i’tibârdır.
(itibara alınmaz)
...............................
bu mertebeden kinâyedir. (dolayı
söylenmiştir)
İsm-i
“lâ-taayyün”ün mürâdifi
(eş anlamlısı)
olmak üzere muhakkikîn (tahkik sahipleri) bu mertebeyi âtîdeki
(aşağıdaki)
isimler ile de tevsîm ederler: (belirtirler)
zât-ı hüviyyet
Zât-ı ahadiyye
zât-ı bilâ-taaddüd
gayb-i mechûl
mahzen-i şuûn
evvel-i lâ-nihâye
hestî-i mutlak
kenz-i mahfî
ahadiyyet-i sırf
zât-ı hüve hüve
vücûd-i baht
gayb-ı masûn
ademü’l-adem
âhir-i lâ-bidâyet
hestî-i sâde
mechûl-i mutlak
ahadiyyet-i mutlak
zât-ı mutlak
vücûd-i mahz
gayb-ı meknûn
kıdemü’l-kıdem
gayetü’l-gâyât
hest-i sırf vücûd-i hakîki
ahadiyyet-i zât
zât-ı sırf
tûfân-ı mahz
meknûnü’l-meknûn
hafâü’l-hafâ
zât-ı sâdic nihâyetü’n-nihâyât
hakîkatü’l-hakayık
zât-ı baht
gayb-ı mutlak bütûnü’l-butûn
hakk-ı hakîkî
makam-ı ev
ednâ ma’dûmü’l-işârât
ebtan-ı butûn lâ-taayyün
alem-i zât
zât-ı bilâ-i’tibâr
aynü’l-mutlak
gayb-ı hüviyyet
münkata’u’l-işârât
gaybü’l-guyûb
ezelü’l- âzâl vücûd-i sırf
mechûlü’n-na’t
münkata’u’l-vicdânî.
Hakîkat-i vücûd bir mefhûm-i
küllî-i nûrânî (bir
bütün nûr yapı) olduğundan o
kadar latîftir (şeffâftır)
ki, onu akıl, fehm, (akılla
idrâk etmek) vehîm, (vehim)
havâs (beş
duyu) ve kıyâs
(mukayese etmek, karşılaştırmak) ile
anlamak mümkin değildir. Zîrâ, âlât-ı
idrâk (idrâkın aletleri) olan bu vesâit-i
ma’dûde, (belli,
araçlar) o eltaf-ı latîfin (lâtifin
lâtifi) muvâcehesinde (karşısında)
eksef-i kesîftir. (koyuluğun
koyusudur) Kesîfin (maddeci olan)
mertebe-i kesâfette (madde boyutunda)
kaldıkça kendi aslı olan latîfi (nûr’u) idrâk etmesi mümkin değildir.
Vücûd-i mutlak öyle bir
kenz-i bî-pâyândır (gizli
hazînedir) ki, meknûnâtı (gizli
şeyler) kendisinden mahfîdir. (saklıdır.)
Zîrâ vücûd-i mahz kendi cemâl-i zâtîsinde (kendi
cemâlinde, zatında) müstağraktır
(batmış, boğulmuştur) “Kendinden
âgâhlık” (bilmeklik, bilinç)
bir sıfat olduğundan, bu mertebesinde, vücûd-i mahz ondan dahi münezzehdir.
(beridir,arıdır,
temizdir) Vücûd-i hâdisin (sonradan
yaratılmış olanın) bu
mertebeye aslâ şuûru olamaz. (bilemez.) Zîrâ,
hudûs (sonradan
var olma) ve kıdem
(evveli olmama) yekdîğerinin
(birbirinin)
zıddıdır. ...................... Kaidesince, birinin zuhûrunda (meydana
çıkışında) diğeri ihtifâ
eder. (gizlenir)
Bunun için a’ref-i enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz
............................. kavl-i şerîfi ile hâdisü’l-vücûd (sonradan
yaratılmış) olan abdin (kulun)
fikir ile bu mertebe-i vücûdu (vücûdun
bu mertebesini) idrâk edemeyeceğini
tefhîm buyurmuşlardır. (izâh
etmişlerdir) Bu mertebede vücûd
tecellîden (oluşumlardan)
münezzehdir. (berîdir)
Zîrâ tecelli (oluşum)
meşiyyet (istemek)
ile olur halbuki meşiyyet (istemek) bir
sıfât olduğundan vücûd-i mahz ondan dahi münezzehdir. (berîdir, temizdir)
Vücûd-i hakîki öyle bir
mefhûm-i küllî-i vâhidü’l- ayndır (bölünmez
parçalanmaz bütün tek yapıdır) ki,
hudûd (sınır) ve
cihet (yön)
kabûl etmez. Zîrâ bir had (sınır) kabûl
etse, haddi (sınırı)
bittikten sonra diğer vücûda geçilir ve haddin (sınırının)
nihâyeti (sonu)
olan her bir vücûdu ta’dâd etmek (saymak) mümkin
olur. Bu ise münâfî-i vahdettir. (Teklik
anlayışına zıtdır) Cihet ise
bir şeyin diğer bir şeye olan vech-i mukabili (karşılığı)
olup bu da hudûdu (sınırı) îcâb ettiğinden, (gerektirdiğinden)
vücûd hakkında bu da mutasavver (tasarlanmış) değildir. Binâenaleyh (nitekim)
vücûdun vahdâniyyeti (tekliği)
adedî (sayı)
olan “birlik”
değildir; belki bir muhît-i nâmütenâhî (sonsuz
sınırsız muhit) olan varlıktan ibârettir. Ve kendisinin bir
mebdei (başlangıcı)
olmayıp belki kendisi cemî’-i mevcûdâtın mebdei (başlangıcı,
evveli) ve menşeidir. (aslıdır)
Farz edelim ki, bir mevcûd-i mukayyed (izafî,
kayıtlı varlık) ve müteayyin (meydana
gelmiş) olan herhangi bir şahıs
arzın (yeryüzünün)
herhangi cihetinden (yönünden)
fezâya doğru nâ-mahdûd (belli)
zamanlarda tayarân etse (uçsa),
bir intihâya vusûl (sona
varmak) mümkin değildir. Zîrâ
onun bu seyri (seyehâti)
“vücûd”
içindedir. Ve fezâ-yı lâ-yetenâhî (Fezâ
sonsuz, sınırsız) ayn-ı vücûddur.
Suâl: Bu vücûd-i hakîkînin
bir mebdei (başlangıcı, evveli)
var mıdır?
Cevap: Bu suâl nâ-becâdır.
(yersizdir)
Zîrâ vehmin îcâd ettiği (vehîmden
ileri gelen) bir suâldir. Her ne
kadar vehme göre bir suâl vârid (ilhâm)
gibi görünürse de, hakîkatte böyle bir suâl yoktur. Ve kuvve-i akliyye
(akıl gücü)
bu suâlin nâ-becâ (yersiz)
olduğunu birkaç vech (yön)
ile isbât edebilir. (kanıtlayalım)
Şöyle ki:
Vücûda bir menşe’ tahayyülü,
(esas olarak düşüncede)
evvelce yok idi, sonradan var oldu, demek ma’nâsını mutazammın (ma’nâsına
gelmiş) olur. Halbûki evvelce
yok olan şeye var denemez; ve bunun kabûlü,
“yokluk” kendisinin
zıddı olan / varlığa tebeddül etti (dönüştü)
demek olur. Halbûki yok olan var olamaz ve var olan da yok olamaz.
Bir mebdee (asıla)
istinâden (dayanarak) var olan
şey, vücûd-i hakîkî değildir. Belki kendinden evvelki vücûdun
izâfâtından (ilişkisinden)
ve müteallıkatından (bağlılığından)
olur. Su ile buz arasındaki nisbet (ilişki)
gibi.
Mâdemki varlığa bir menşe’
(başlangıç,
kök) tahayyül olunur; (düşünülür)
bu menşee (başlangıç,
kök) de, diğer bir menşe’ (köke)
tahayyül olunabilir; (düşünülür)
ve bu tahayyül (düşünce)
böylece ilâ-nihâye (sonsuza dek) teselsül edip (birbirine
bağlı) gider. Ve bu teselsül (zincirleme)
vücûdun değil, yoklukların teselsülü (zincirlemesi)
olur. Ve böylece gidilip bir asl-ı hakîkîye (asıl
hakikate) istinât etmek (dayanmak)
mümkün olmaz. Binâenaleyh (nitekim)
bu teselsül, (zincirleme) vehmin îcâd ettiği
bir ma’nâ olduğu için, akl-ı selîm indinde fâsid (çürük)
olur. Esâsen adem, (yokluk)
boşluk ve sükûndur. Ve teselsül ise doluluktan ve hareketten
başka bir şey değildir. Binâenaleyh (nitekim)
teselsül (zincirleme birbirini takip etmek) ademin
(yokluğun) şânı
değildir. Bu i’tibâr ile de (bu
bakımdan da) evvelce yok olan şeyin bi’t-teselsül (birbirine
bağlı olarak) var olması câiz (doğru)
olmaz.
<Devam
Edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.comı
http://gulizk.com
06.03.2001
|