Onuncu
Vasl
AVÂLİM-İ
ŞEHÂDİYYE-İ SÂİRE
Ma’lûm
olsun ki, fezâda lâ-yuad (sayısız)
ve
lâ-yuhsa (hesapsız)
avâlim-i
şehâdiyye (şehadet
alemleri) vardır.
Bu hakîkat, ilm-i hey’et ulemâsının (astronomi
ilmi bilginlerinin) keşf-i
istidlâlîlerinden (bir
delile dayanarak yaptıkları keşiflerden) mukaddem
(önce)
,
Nebiyy-i
zî-şân (s.a.v.) Efendimiz ile onların vârisleri (mirasçıları)
olan
kümmelîn-i Evliyâullâh (yüksek
dereceli Evliyâ) tarafından
haber verilmiştir, şöyle ki: Şeyh Zâde’nin Tefsîr-i
Fâtiha
haşiyesinde (kitabında)
beyân
eylediği (bildirdiği)
hadîs-i
şerîfte:
“Allah Teâlâ, milyonlarca kandîl halk edip, onları arşa ta’lîk
buyurdu; / ve semâvât (gökler)
ve
arz (dünya)
ve
onlarda olan şeyler, hattâ cennet ve cehennem, kâffesi (hepsi)
bir
kandîl içindedir. Kandillerde olan şeyi Allah Teâlâ’dan gayri bir
kimse bilmez” buyurulmuştur.
Bu hadîs-i şerîfe nazaran (göre),
manzûme-i
şemsiyyelerin (güneş
sistemlerinin) her
biri bir “kandîl”
i’tibâr buyurulduğuna ve “milyonlarca” ta’bîri ile bunların fezâda gayr-ı kabil-i ta’dâd (saymanın
imkânsız) olduğuna
işâret vardır.
Ve
kezâ diğer bir hadîs-i şerîfte buyurulur:
“Vaktâ ki (ne
zaman ki) Mûsâ
(a.s.) rü’yetullâhı (Allah’ı
görmek) talep
etti (istedi)
ve
onun üzerine bayılmış olduğu halde kendisinden hicâb (perde)
keşfolundu;
her birinin üzerinde “Rabbi
erînî” (A’râf, 7/143) diyen
bir Mûsâ bulunan yetmiş bin Tûr gördü.”
Ve
kezâ Hz. Mevlânâ (r.a.) MESNEVÎ-İ
ŞERÎF’inde buyurur:
Tercüme: “Yıdızların verâsında
(ötelerinde)
yıldızlar
vardır ki, onlarda ihtirâk (yanma)
ve
nahs (zayıflama)
olmaz;
onlar başka âsumanlarda (göklerde)
seyr
ederler; bu meşhûr olan yedi âsumânın (göğün)
gayrı
olarak.”
Ve
kezâ Ebu’l- Alemeyn Seyyid Ahmed er-Rifâî (r.a.) buyururlar ki:
“Âfitâb-ı ziyâdâr (güneş
ışınları) bu
füshat-serây-ı (geniş
alemin) âlem-i
bâlâda (yüksek
âlemlerde) yuvarlanan
bir kevkeb-i münevverdir (nurdan
yıldızdır)
.
Tabakat-ı
muhtelifede (çeşitli
katmanlarda) nice
kevâkib (yıldızlar)
dahî
münteşirdir (yayılmıştır)
. Kevâkib-i
meşhûdenin (görülen
yıldızların) ba’zısı
bu dünyadan büyük olduğu gibi, sûret-i mütefâvitede (farklı
çeşitli sûretlerde) yekdiğerinden
(birbirinden)
cesîm
(irilik)
,
azîm
(büyüklük)
olarak,
ziyâ (ışık)
ve
envâr (nûr)
ve
makadîr-i muhtelifede (çeşitli
miktarlarda) eşi’a-nisâr
(ışıklar
saçar) olup,
nâr-ı şuâ’ (ışınlar)
her
cihetten imtidâd (uzayıp,
yayılması) ile
öyle karışmış ki, müsâdeme-i dâima (bir
birleri ile çarpışma hali devamlı) cârîdir
(akar
gider)
. Ebrâc-ı muayyenede (bilinen
belli burçların) hepsi
dönüp dolaşarak seyrinde sâbit (dönüşü
kesin) ve
sebâtında
sâirdir
(dönmede
kararlıdır)
.
Bunların
her biri mâverâsına (arkadakine)
hicâb
(perde)
olduğu
halde, âlem-i gaybda kaim ortada (meydanda
mevcût olduğu halde bilinemediğinden dolayı gaybda kalmış) daha
ne hicâblar (perdeler)
vardır
ki, müntehâ-yı basardan (gözün
görebildiğinden) daha
uzakta bulunarak görülemediğinden, akıl inkâr ediyor. Halbuki bu ecrâm
(cansız
olan cisimler) ve
ecrâmdan başka / gözlerimize küçük görünen nice ecsâm (gövdeler,
bedenler) vardır
ki, onlar bile hadd-i zâtında dünyâdan çok büyüktür. Ve Maarrî dahi
bir beytinde şöyle der:
Tercüme:
“ey nâs! (insanlar)
Allah
Teâlâ’nın nice feleği (yıldızı)
vardır
ki, nücûm (yıldızlar)
ve
şems (güneş)
ve
kamer (ay)
onunla
seyreder.”
İmdi
arzımızın (dünyamızın)
bile
bu avâlim-i şehâdiyye (görülen
âlemler) arasında
fark-ı azîm (çok
büyük fark) olduğunda
şüphe yoktur. Nitekim efrâd-ı insânîyyenin (insan
ırkının) sûret-i
teşekkülü (sûretin
şeklin meydana gelmesi) yekdiğerine
(birbirine)
mümâsilen
(benzer
olarak) vâki’
(var)
olmakta
ise de, her ferdin şuûnâtı (yaptığı
işler, fiiller) dahi
sûreti (bedeni)
gibi
tafsîlen yekdiğerinin (birbirinin)
aynı
değildir. Her birinde azîm (büyük)
fark
ve temeyyüz (ayrılıklar)
vardır.
Avâlim-i sâiredeki suverin (başka
alemlerdeki sûretlerin) ahvâlini
(durumunu)
ilmen
tedkîk etmek (incelemek)
müstahîldir
(saçma
ve imkansızdır)
;
zîrâ
Hak Teâlâ Hazretleri: “ve yahluku mâ lâ ta’lemûn”
(Nahl, 16/8)
buyurur. Bunların ahvâline (durumuna)
ancak
kuvve-i ilâhiyye (ilâhi
kuvvet) ile
aktar-ı semâvât (gökleri)
ve
arzı (dünyayı)
geçen
kümmelîn-i Evliyâullah’ın (kâmil
Evliya’nın) ihbârıyla
(haber
vermeleriyle) vâkıf
olabiliriz.
Nitekim
Hak Teâlâ buyurur: “ya
ma’şeral cinni vel insi tenfüzü min ektarıs semâvâti vel ardı fenfüzüne
illâ bi sultan” (Rahmân,
55/33)
Ya’nî: “ey ins
ve cin tâifesi! Aktâr-ı semâvât ve arzdan nüfûza kudretiniz varsa çıkınız
bakalım? Hayır, çıkamazsınız! Ancak sultan ile, ya’nî kuvvet-i ilâhiyye
ile çıkabilirsiniz.”
Bizim
ilmimiz, sâkin olduğumuz arz üzerindeki kavânîn-i tabîiyyenin (tabiat
kanunlarının) esrârına
bile nüfûz edememiştir; nerede kaldı ki, kavânîn-i teşekküliyyeleri (meydana
geliş kanunları) bizim
âlemimizin kavânîn-i teşekküliyyelerinden (meydana
geliş kanunlarından) farklı
olması iktizâ eden (gerektiren)
avâlim-i
bî- nihâyeden (sonsuz
âlemlerden) her
birinin ahvâlini (durumunu)
idrâk
edebilelim! Kâmillerden ba’zılarının bizim anlayabileceğimiz birtakım
ibârât (cümleler)
ile verdikleri haberleri bile ukul-i zaîfemiz (güçsüz
aklımız) kabûlde
tereddüt eder. Bunların ahvâli (durumları)
ehl-i
arzın (dünya
ehlinin) beyânât
(açıkladıklarına)
ve
ibârâtına (sözlerine)
sığar
şeyler değildir. Ve târîf ve beyâna (açıklamalara)
sığamayan
şeye ve maârife, (bilgilere)
ıstılâh-ı
/ muhakkikînde “âlem-i
simsime” derler. Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a.) Efendimiz’in Fütûhât-ı
Mekkiyye’lerindeki
beyânât-ı aliyyelerinden (yüce
beyanlarından) ba’zı
fıkarât (fıkralar)
nümûne olarak zikrolunur:
“O
âlemde Hak Teâlâ’nın yumuşak, kırmızı altından bir arzı (dünyası)
vardı
ki, eşçâr (ağaçlar)
ve
esmârı (meyveleri)
vesâir
eşyâsı hep altındandır. Bir kimse onun meyvesinden alıp yese, bir
derece tarâvet (tazelik)
ve
lezzet ve râyiha-i tayyibe (hoş
koku) bulur
ki, vassâflar (övenler)
onu
vasfedemez (övemez)
ve o arzın (dünyanın)
meyvelerinden
olan nukuş-ı bedîa (güzel
nakışlı, işlemeleri) ve
zînet-i garîbeyi (şaşılacak
ziynetleri) nüfûs
(nefisler)
tahayyül
(hayâl)
edemez.
Ve
yine bir arz (dünya)
daha
vardır ki, gümüştendir ve eğer onun meyvelerinden bir şey ekl olunsa, (yense)
gayr-ı
kabil-i tavsîf (anlatması
imkansız) tu’m
(tad) ve
râyiha-i tayyibe (güzel
hoş koku) bulunur.
Ve
yine kâfûr-ı ebyazdan (beyaz
kafûrdan) bir
arz (dünya)
daha
vardır ki, ondaki emâkin (mekânlar,
yerler) harârette
ateşten daha şedîddir (şiddetlidir)
; lâkin
insan ona girerse ihrâk etmez (yakmaz)
ve
ba’zı emâkini (mekânlar)
mu’tedil
(orta
halde) ve
ba’zısı bâriddir (soğuktur).
Ve
yine za’ferândan (safrandan)
bir
arz (dünya)
vardır
ki, ehli, inbisât (ehlinin
iç genişliği) ve
beşâşette (güler
yüzlülükte) sâir
arzın ehlinden (diğer
dünyalarda yaşayanlardan) ziyâdedir
(fazladır);
geleni
istikbâl (karşılar)
ve
iclâl (ikrâm)
ederler.
Ve onun meyvelerinden bir şey koparılsa, hemen yerine onun nazîri (benzeri)
biter.
Koparan farkına varamaz ve onda asla noksan görülmez.
Kadınların
hüsnü (güzelliği)
bir
mertebededir ki, cennetteki hûrîlerin hüsnü (güzelliği)
,
onlara
nisbetle, bizim arzımızdaki (dünyamızdaki)
kadınların
hüsnünün, (güzelliğinin)
hûrîlerin
hüsnüne (güzelliğine)
nisbeti
(oranı)
gibi
olur. Onlarda teklîf-i ilâhî yoktur. Belki ta’zîm-i (ikram,
saygı) Hak
üzere mecbûldürler.
(yaratılmışlardır)”
Hz.
Şeyh (r.a.) buyururlar ki: “Âriflerin
âlem-i simsimeye (tarifi
imkansız alemlere) duhûlleri
(girmeleri)
ecsâm
(cisimleri)
ile
değil, ervâh (rûhları)
ile
olur. O âleme duhûl edecekleri (girecekleri)
vakit,
heykellerini (bedenlerini)
arz-ı
dünyâda bırakırlar ve dâhil olduğu arz (dünya)
cinsinden
ona bir libâs (elbise)
giydirirler.
O arz
(dünya) ehlinden
onu sokak başında istikbâl eden (karşılayan)
vardır.
Avdet edeceği (geri
döneceği) vakit,
yine o sokak başına gelirler ve arkasından o arzın (dünyanın)
libâsını
(elbisesini)
çıkarıp
birbirleriyle vedâlaşırlar. Ârif gider, refîki (arkadaşı)
orada
kalır.
Aklın
dâr-ı dünyâda (dünya
yurdunda) muhâl
(olumsuz)
gördüğü
her şeyi biz o âlemde mümkin (olabilir)
bulduk.”
Fi’l-
hakîka (doğrusu)
da altından ve gümüşten, kâfûrdan, za’ferândan (safrandan)
mahlûk arza ve harâreti / ateşten daha şedîd (şiddetli) olan mahalde, bir şeyin
yanmamasına ve koparılan meyvenin yerine farkına varılmaksızın nazîrinin
(benzerinin) peydâ olmasına ve diğer
zikrolunan acâibâta (şaşılacak
şeylere) ehl-i arzın (dünya ehlinin) akılları
ermez. Ve arzımızın (dünyamızın) kavânîn-i
teşekküliyyesi (kanunların meydana gelişi)
ve kavâid-i halkıyyesi (yaratma kanunu) ahvâl-i
mümâsilenin zuhûruna (benzer hallerin görülmesine)
müsâid değildir. Fevkimizde (üstümüzde)
parlayan ecrâm-ı bî-nihâyeden (sonsuz
cisimlerden, yıldızlardan) her birinin dahi bizim kavânîn-i arzıyyemize
(dünyamızın
kanunlarına) müşâbih (benzer) kanûnlar
dâiresinde deverânını (dönmesini) iddiâya,
akıl ve fen müsâade edemez. Zîrâ arzımızın (dünyamızın)
hatt-ı istivâsı (ekvator) ile,
kutupları sekenesinin (kutuplarda oturanların) şerâit-i
hayâtiyyesi (yaşam şartları) arasında
bile azîm (çok büyük) farklar vardır.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://afyuksel.com
09.05.2001
|