On
birinci Vasl:
HİLKAT-İ
ÂDEM
(İnsanın
Yaradılışı)
Hilkat-i
Âdem (Âdem’in
Yaratılması) hakkında
sûret-i umûmiyyede (genel
olarak) dört
kavil (deyiş,
anlatım) vardır:
BİRİNCİSİ:
Kur’ân-ı Kerîm’in ve ahâdîs-i Nebeviyye’nin (Peygamberimizin
hadislerinin) maânî-i
zâhiresi (zahir
manâsı) üzerine
müfessirîn-i kirâm (tefsirciler)
taraflarından
beyân buyurulan (bildirilen)
kavildir
(sözlerdir)
. Bunda
ehl-i kitâbın cümlesi (kitap
sahiplerinin hepsi) müttefiktir
(hemfikirdir)
.
Mücmelen
(öz
olarak) beyânı
(açıklaması)
budur
ki:
“Hak
Teâlâ Hazretleri hey’et-i âlemi (âlemin
sûretini) bütün
levâzımı (gerekli
olan şeyleri) ile
halk (yaratıp)
ve
ikmâl buyurduktan (kemâle
erdirdikten) sonra,
âdem’in sûret-i cesedini (insanın
sûretini, madde bedenini) tıyn-i
lâzibden, ya’nî kokmuş çamurdan tesviye edip (düzeltip)
,
ona
rûh nefh etti
(nefes verdi)
ve melâikeye secde ile emreyledi, secde ettiler. İblîs “Ben ondan hayırlıyım,
çünkü beni nârdan (ateşten)
ve
onu topraktan halk ettin (yarattın)
”
diyerek
secdeden ibâ eyledi (secdeden
çekindi, kabûl etmedi)
.
Terk-i
edeble (saygısızlık
ederek) böyle
bir kıyâsa (karşılaştırmaya)
müsteniden
(dayanarak) Hakk’a
karşı nizâ’a cür’et
(münakaşaya
cesaret)
eylediğinden,
İblîs huzûr-ı İzzet’ten matrûd oldu (huzurdan
kovuldu)
.
Ba’dehû
(daha
sonra) Âdem’in
dıl’-ı eyserinden (kaburga
kemiğinden) Hak
Teâlâ Havvâ’yı yarattı. Yiyip içerek cennette tena’um (nimet
içinde rahat) etmelerini
ve fakat şecere-i menhiyyeye (yasaklanmış
ağaca) takarrub
etmemelerini (yaklaşmamalarını)
onlara
emretti. İğvâ-yı İblîs (iblis’in
baştan çıkartması) ile
bu şecere-i menhiyyeye (yasaklanmış
ağaca) takarrub
ettiler (yaklaştılar)
.
Hak
Teâlâ: “İhbitû” (ininiz)
(Bakara,
2/38) emriyle onları cennetten
ihrâc edip, rûy-i zemîne (yeryüzüne)
indirdi.
Âdem ile Havvâ arzda bi’t-tenâsül (yeryüzünde
üreyerek) nev’-i
Benî Âdem (insan
cinsi) türedi.
Ehl-i tefsîrin kavline (tefsir
edenlere) göre,
hilkat-i Âdem’den (ilk
insanın yaratılmasından) bu
âna değin, yedi bin sene kadar bir müddet mürûr etmiştir (geçmiştir).
İKİNCİSİ:
Kur’ân-ı Kerîm’in ve ahâdîs-i (hadisi)
şerîfenin
maânî-i bâtınesi (batın
manâsı) üzerine
kâşif-i esrâr-ı ilâhiyye (ilahi
esrarın keşfi) olan
muhakkıkîn hazarâtı (hakikâti
bulup ortaya çıkaran hazretler) taraflarından
beyân buyurulan (bildirilen)
kavildir
(sözlerdir).
Cenâb-ı
Ni’metullah (k.s.) hazretleri: “Vallâhü
enbeteküm minel erdı nebâta” (Nûh,
71/17)
âyet-i kerimesinin tefsîrinde şöyle buyururlar:
“Allah
Teâlâ, sizi arzdan (yerden)
ibdâî
olarak bitirmek (örneksiz,
eşsiz meydana getirme) sûretiyle
inbât eyledi (bitirdi,
yetiştirdi)
. Ve
sizi envâ’ (çeşitli)
ve
asnâf (sınıflar)
olarak
yaptı. Evvelâ nebât cinsinden, sâniyen (ikincisinde)
hayvân
ve sonra da îmân ve ma’rifete kabil
(bilgiyi almaya müsait) insan
oluncaya kadar terbiye etti. Ba’dehû (daha
sonra) rütbe-i
beşeriyyeden (insan
derecesinden)
,
mertebe-i
hilâfete (halifelik
mertebesine) ve
niyâbet-i ilâhiyyeye (ilâhi
vekilliğe) irtikanız
(yükselmeniz)
ve
göz görmedik ve kulak işitmedik ve kalb-i beşere hutûr etmedik (insanın
hatırına gelmedik) şeye
fâiz (başarılı,
üstün) olmanız
için size tekâlîf-i şâkkayı (eziyetli
mükellefiyetleri) teklîf
etti.”
Sath-ı
arzda (yeryüzünde)
nev’-i
Benî Âdem’in (insan
türünün) netîce-i
istihâlât olarak (hal
değiştirerek) tekâmülât-ı
tedrîciyye (aşama
aşama ,kemâle gelip olgunlaşması) ile
zuhûrunu (meydana
çıkması)
,
pek
açık beyândan (açıklamalardan)
ibâret
olan bu tefsîre diğer mütâlaât (düşüncelerin)
ilâvesine
hâcet görülemez. Bu tarz-ı beyân üçüncü cild Mesnevî-i Şerîf’
te dahi aynen böyledir:
“Cemâdlıktan
(taş,
toprak, madenden) öldüm
ve nebât (bitki)
oldum;
ve nebatlıktan öldüm, hayvan mertebesinde zâhir oldum. Hayvanlıktan öldüm,
âdem (insan)
oldum.
Böyle olunca ne korkayım, ne zaman ölmekten noksan oldum! Diğer bir
hamlede de beşer (insan)
mertebesinden
ölürüm. Âkıbet (nihayet)/
melâike (melekler)
arasından
kanat ve baş kaldırırım. Diğer def’a da melek mertebesinden kurbân
olurum. O şey ki vehme gelmez, o olurum.” Ve kezâ Mesnevî-i Şerîf’in
dördüncü cildinde de şöyle buyurulur:
Sûre-i
Secde’de vâki’: “Ve
bede ehalkal insâni mintın sümme ceale neslehü min sülâletin min main
mehin sümme sevvâyehü ve nefeha fihi min rûhihî” (Secde, 32/7)
âyet-i kerîmesi, Âdem’in arzdan (insanın
dünyadan) ne
vech ile inbât buyurulduğunu (bittiğine,
yetiştiğine dair) tafsîl
(açıklaması)
ve bâlâdaki (yukarıdaki)
âyet-i
kerîmeyi tefsîr ediyor (açıklıyor)
. Demek
ki, âdem’in halkına (insanın
yapılmasına) tıyn-i
lâzibden (yapışkan
çamurdan) bed’
olunmuş (başlanılmış)
ve
sonra onun nesli sudan, ya’nî nutfeden (meniden)
tekevvün
eden (oluşan)
sülâlelerden
yapılmış ve sonra da ahsen-i takvîm (en
güzel sûret) üzere
tesviye buyurulmuş (düzeltmiş)
ve
bu tesviye (düzeltme)
ile
rûh-i ilâhînin nefhine (üflenmesine)
sâlih
(elverişli)
bir
hâle geldiği için, hilâfet-i ilâhiyye (Allah’ın
halifeliğine) nefh
(üflenilmiş)
ve
ifâza olunmuştur (feyz
verilmiştir)
.
Âyet-i
kerîmede “sümme” (sonra) kelimeleri merâtib-i istihâlâta (aşama
aşama bir halden diğer bir hale girdiği mertebelere) işâret
olunduğuna şüphe yoktur. Bu istihâlât (hâl
aşamaları) birinci
kavil erbâbı
(söz sahipleri) tarafından
böyle tefsîr olunur:
“Hz.
Âdem’in halk-ı cesedi
(bedeninin yaratılması) hame’-i
mesnûndan, ya’nî yıllanmış, kokmuş çamurdan oldu. Ve onun vücûdundan
Havvâ halk olundu (yaratıldı)
.
Âdem
(insan)
, topraktan
çıkan nebâtâtı (bitkileri)
ve ekl-i nebâtât
(yediği bitkiler) ile
neşv ü nemâ bulan (büyüyüp
gelişen) hayvânâtı
ekl etti (hayvanları
yedi)
.
Bunlar
vücûd-ı Âdem’de (insanın
bedeninde) sudan
ibâret olan nutfe (meni)
oldu.
Bu su, rahm-i Havvâ’ya (Havva’nın
rahmine) munsabb
(dökülmüş) oldu
ve orada etvâr-ı muhtelife (çeşitli
durumlar) geçirdikten
sonra, sûret-i âdemiyyeye (insan
sûretine) girip
tevellüd eyledi (doğdu)
. “Halbuki,
Hak Teâlâ sûre-i Ankebût’da: “Kul
sîrû filerdı fenzuru keyfe bedeelhalk”
(Ankebût, 29/20)
Ya’nî “Arzda geziniz, Allah Teâlâ’nın halka (yaratmaya)
nasıl
başladığına nazar ediniz
(bakınız)
!
”
buyuruyor. Hilkat-ı beşerin (insanın
yaratılmasının) bidâyeti
(başlangıcı)
,
ehl-i
tefsîrin
(tefsir edenlerin) bu
beyânâtı vech (açıklamalarının
bu yönü)
ile olursa, bunu görmek için arzda (dünyada)
gezmeğe
lüzûm yoktur. Çünkü bu istihâlât ve etvârı (haller
ve durumları)
,
insan
arzın (dünyanın)
herhangi
bir noktasında mukîm (oturduğu
yerden) ve
sâkîn olmakla da görüp öğrenebilir. Ve “arzda geziniz!” teşvîki,
arzın gezilmek mümkin olan yerlerine şâmildir (kapsar)
.
Arzın
sathında gezmek mümkin olduğu gibi, hafriyyât (kazılar)
neticesinde,
arzın ka’rında (altında)
da
gezilebilir. İmdi bu âyet-i kerîmenin ma’nâ-yı münîfinden (manânın
yüceliğinden) müstebân
(aşikar)
oluyor
ki, arzda gezip tedkîkat (araştırma)
icrâ
etmekle (yapmakla)
,
hilkat-ı
beşerin (insanın
yaratılmasının) başlangıcına
dâir ilm-i müstehâsâtta (fosillerin
incelenmesinde)/
görülüp anlaşılacak şeyler vardır. Esâsen muhakkıkîn (gerçeği
bulup ortaya çıkaranlar) berâzihi
(geçişi)
beyân
ettikleri (açıkladıkları)
sırada,
cemâdâd (cansız
varlıklar) ile
nebâtât arasındaki berzahın (geçişin)
“mercan”
ve nebât ile hayvan arasındaki berzahın (geçişin)
da
“hurma ağacı” ve hayvânât ile insan arasındaki berzahın (geçişin)
da
“maymun” olduğunu açıktan açığa gösterirler.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Âdem, istihâlât (geçirdiği
haller) neticesinde
tedrîcî olarak (aşama
aşama) değil,
belki topraktan def’î (bir
defada) olarak
halk buyurulmuştur (yaratılmıştır)
. Sâhib-i Vâridât
olan
Bedreddin Simâvî ile ba’zı zevât (zatlar)
buna
zâhib olmuşlardır (bu
fikri benimsemişlerdir)
. Cenâb-ı
Bedreddin, Kitâb-ı
Vâridât’ında
şöyle buyurur.
“Avâmın
(insanların)
zu’m
ettikleri (zannettikleri)
şey
üzere haşr-ı ecsâd (cesetlerin
haşrolacağı, kıyamette toplanacağı) sahîh
(doğru)
değildir.
Velâkin mümkindir ki, nev’-i insanda (insan
türünde) âlemde
(dünyada)
bir
şahsın kalmadığı bir zaman gele; ve ba’dehû (daha
sonra) topraktan
babasız ve anasız bir insan tevellüd ede (doğsa)
,
sonra
da tenâsül (üreme)
ile
doğa.”
DÖRDÜNCÜSÜ:
Tedkîk-i müstehâsâta (incelenen
fosillere) nazaran
(bakarak)
târîh-i
tabîî ulemâsının akvâlidir (dünyanın
oluşumunu, evrimi anlatan bilimcilerin görüşleridir)
.
Bunlar
da derler ki: “Sath-ı arzda tekevvün eden (yeryüzünde
oluşan) mürekkebât-ı
fahmiyyeden (kömürümsü
karışımdan) nebâtât
ve hayvânât-ı ibtidâiyye (bitkiler
ve ilkel
hayvanlar) tahassul
edip (sonuçta
ortaya çıkıp ) bu
ecsâm-ı uzviyye-i ibtidâiyye (bu
ilkel cesetler)
ya basît veyâ mürekkeb (bir
araya gelmiş) hücerât
cümlelerinden (hücreler
topluluğundan) mürekkeb
(birleşmesinden
ibaret) idiler.
Bunlar üşniyye fasîlesinden (su
yosunları familyasından) nebâtât-ı
mevâdd-ı jelâtiniyye (jelâtin
maddesinden olan bitkiler)
ve hayvânât-ı nâ’imeden (kemiksiz
yumuşak hayvanlardan) ma’den
ve hayvan ve nebât (bitki)
evsâfını
câmi’ (vasıflarını
toplamış)
olan
mercanlar, süngerler ve hayvânât-ı kışrıyyeden (kabuklu
hayvanlardan) ibâret
idi. İlk hayvânât cüzûrsuz nebâtâttan (köksüz
bitkilerden) başka
bir şey değildir.
Seyyârenin
şurût-ı (gezegenin
şartları) uzviyyesi
kesb-i mükemmeliyyet etmesi
(canlı, organiklerin meydana gelmesi) ve
hâl-i mebâdîde (başlangıçta)
bulunan
ba’zı a’zânın (organların)
neşv
ü nemâ bulması
(yetişip gelişmesi) ile
hayât ıslâh-ı hâl (kendi
kendini geliştirmesiyle) ve
kesb-i kemâl eylemiştir (kemâle
ermiştir)
. Ezmine-i ibtidâiyyede (ilk
zamanlarda)
,
bihâr-ı
evveliyye derûnunda (önceleri
denizler içinde) yüzen
hayvânât-ı adîmetü’l-fıkarâttan (omurgasız
hayvanlardan) başka
bir şey görülmezdi. Devr-i mezkûrun (adı
geçen devrin) nihâyetine
doğru devr-i sillûrî esnâsında ilk esmâk (balıklar)
ve
fakat esmâk-ı gudrufiyye (kıkırdaklı
balıklar)
zuhûr
etmiştir. Esmâk-ı azmiyye (kemikli
balıklar) ise
ondan pek çok zaman sonra vücûd bulmuştur. Devr-i evvelde (ilk
zamanlarda) galîz
hayvânât-ı zü’l-ma’îşeteyn, (hem
karada, hem denizde yaşayabilen kaba cüsseli hayvanlar) cesîm
zevâhif, (iri
sürüngenler) batî
hayvânât-ı kışrıyye (ağır
hareket eden
kabuklu
hayvanlar) başlar.
Lâkin unsur-ı hayvânî (hayvanların
bedenleri) bu
devirde henüz tevessü’
etmemiş
(gelişmemiş)
idi. / Milyonlarca seneler mürûr etmiştir (geçmiştir)
ki,
gerek hayvânât ve gerek nebâtâtta (bitkilerde)
zükûr
(erkeklik)
ve
inâs (dişilik)
yok
idi. Bu nevi (tür)
teşekkülâtın
ilk zuhûr edenleri (meydana
çıkanlar) münâsebât-ı
esmâk (balıklardaki
ilişkiler) gibi
zayıf, gayr-ı muayyen (belli
olmayan) ve
şiddet ve faâliyetten ârî (hür)
idi.
Lâkin hayat tedrîcen kesb-i (yavaş
yavaş, aşama aşama kazanılıp) kemâl
ederdi. Muahharan (sonradan)
unsur-ı
hayvânî (hayvanların
bedenleri)
,
envâ’-ı
kesîre ile (çeşitli
çoklukta) yekdiğerinden
(birbirlerinden)
temeyyüz
ettiler
(ayrıldılar).
Zevâhif
(sürüngenler)
zuhûr
etmiş (meydana
gelmiş)
,
kanatlar
tuyûru (kuşları)
havada
uçurmuş, ilk zü’l-fıkarât (omurgalılar)
hayvânât-ı
mükeyyise (karınlarında
bir nevi torbaları bulunan hayvanlar) ormanlarda
temekkün etmiştir (mekân
tutmuştur)
. Devr-i
sâliste (üçüncü
devrede) yılanlar
ayaklarını kaybetmekle büsbütün zevâhiften (sürüngenlerden)
temeyyüz
etmişlerdir (ayrılmışlardır)
.
Nitekim,
ayaklarının vücûdlarına ittisallerinin âsârı
(bitişik eserleri) bugünkü
günde dahi müşâhede olunmaktadır (görülmektedir)
.
Zevâhif
(sürüngenler)
ve
tuyûr (kuşlar)
evsâfını
câmi’ (vasfını
toplamış) olan
hayvânât munkarız olmuşlar (nesli
tükenmiştir) ve
maymun nev’inin aksâmı (türünün
parçaları) ve
bi’l-cümle envâ’-ı hayvâniyye-i cesîme (çeşitli
büyüklükte hayvanlar) kıtaâtta
(kıtalarda)
teşekkül
etmiştir. Lâkin nev’-i benî beşer (insan
türü) henüz
mevcûd değil idi. Efsâf-ı teşrîhiyyece (anatomi
kitaplarında) hayvândan
pek az farkı olan ve fakat mirkat-ı kanûn-ı terakkîde (terakki
kanununun basamaklarında) en
âlî (yüce)
ve
azamet-i fikriyyesi (azâmetli
fikirleri) ile
hüküm-fermâ-yı âlem (aleme
hükmeden) olmak
isti’dâdını hâiz (sahip)
bulunan
insan, daha sonra zuhûr etmiştir. İnsan, kanûn-ı tekâmül (gelişme
kanunu) netîcesinde
zuhûr etmiş (meydana
gelmiş) ve
silsile-i hayvânâtın (hayvan
soyunun) en
mükemmeli bulunmuştur. Meşîmeler (memeli
hayvanlar) arasında
insanın en yakın ceddi (atası)
“perimat”
lar
olduğu gibi, onların en yakın ceddi (atası)
“şibh-i
beşer” (insana
benzeyen) denilen “Kariniyen” lerdir. Paul ve Firiç Sarasen (?) nâmında
iki hayvânât âlimi tarafından 1893 tarihinde icrâ edilen (yapılan)
tedkîk
ve tenkîdler netîcesinde “Seylân” ın ibtidâî ahâlîsinin (ilkel
insanlarından) kendi
teşekkülleri (oluşmaları)
i’tibâriyle
(bakımından)
diğer
ırklardan ziyâde (daha
fazla) maymuna
yakın olduğu anlaşılmıştır. “Anthropoid”
denilen şiph-i beşerler (insana
benzeyenler) arasında
ise insana en çok benzeyenleri “şempanze” ile
“goril” lerdir. 1894 senesinde Cava’da keşfedilen bir kafatası
ile berâber bir oyluk kemiği ve birkaç diş,
“Layt” da mün’akid
(yapılan)
hayvânât
kongresinde, hayvânât ve nebâtât ve mütehâsât (fosil)
âlimleri
tarafından tedkîk olundukta, bunların bir şibh-i beşere (insana
benzeyenlere) âit
olduğu takarrur eyledi. (kararlaştırıldı)
Bu
sûretle tekevvün eden (oluşan)
insanların
zuhûrundan (meydana
çıkmasından) şimdiye
kadar tahmînen beş yüz bin sene kadar bir zaman geçmiştir.”
/
İmdi nev’-i Benî Âdem (insan)
sath-ı
arz üzerinde (dünyada)
zikr
olunan (adı
geçen) akvâl-i
erbaadan (dört
görüşten) hangisi
vechile (yönüyle)
halk
edilmiş (yaratılmış)
olursa
olsun, mahlûkat-ı arzıyyenin (dünyadaki
mahlûkların) kâffesine
(hepsine)
fâik
(üstünde)
ve
cümlesinden mükerrem (muhterem)
ve
eşreftir (şereflidir)
. Onun
kerâmet (büyüklüğe,
hürmete layık olması) ve
şerâfeti (şerefliliği)
bu
akvâl-i erbaanın (dört
görüş) kaillerince
de
(düşüncesinde olanlar tarafından da) musaddaktır
(onaylanmıştır)
.Hak
Teâlâ Hazretleri bu hakîkati:
“Ve lekad kerremna benî âdeme hamelnâhüm filberri vel bahri ve razaknâhüm
ve minezzayyibati ve feddalnahüm alâ kesirin mimmen haleknâ tafdile”
(İsrâ, 17/70)
Âyet-i kerîmesinde beyân buyurmuştur. İnsanların istihâlât (bir
halden diğer bir hale geçiş) neticesinde
tekevvününe (oluşumu)
kail
(kanaatinde)
olan
Camille Flammarion bile; “Arz (dünya)
kâinât
içinde bir seyyâre (gezegen)
ve
insan o seyyârenin (gezegenin)
kuvâ-yı
umûmiyyesinin (bütün
meleki güçlerinin) netîce-i
muhassalasıdır (sonucudur)
.
Tabîat
içinde kudret-i ilâhiyyeyi (ilâhi
kudreti) fehm
(anlayan)
ve
idrâk ve şân-ı azamet-i (büyüklüğünün
şanı) ezeliyyesine
(başlangıcı
olmayan öncesine) arz-ı
ubûdiyyet eden
(kulluğunu yerine getiren) ilk
mahlûk insandır” demiştir.
Nev’-i
Benî Âdem’in hilkati (insanın yaratılması) ne
sûretle olursa olsun Allah Zü’l-Celâl’in varlığını ve melâikesinin
vücûdunu (meleklerin
varlığını) ve Resûllerini ve kitaplarını ve yevm-i âhireti
(ahiret gününü) kazâ ve kaderi ve
ba’de’l-mevt ba’si (ölümü tattıktan sonra
tekrar ba’s olunacağı, yani dirileceği)
inkâra sebeb olamaz. Kitab-ı tabîatı (tabiat
kitabını) tedkîk ile meşgûl olup da bunları inkâr edenler,
tedkîk ettikleri şeyin netâyicini (neticelerini) idrâk
edemeyen ve bir şeyde istiğrâkları (kendilerini
fazla kaptırmaları) hasebiyle hey’et-i mecmûa-i ma’rifeti (bütün
bilgilerin hepsini) ihâta edemeyen (kavrayamayan)
mahdûdu’l-efkâr (fikirleri sınırlı) ve
nâkısu’l-isti’dâd (istidadları noksan olan) kimselerdir.
“ya’rifüne ni’metellâhî sümme yünkirû nehâ ve ekseruhumül kâfirun”
(Nahl, 16/83).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://afyuksel.com
16.05.2001
|