ON
İKİNCİ FASIL
Birinci
Vasl
İNSÂN-I
KÂMİL
Nefes-i
Rahmânî’nin tenfîsinden
(nefes
vermesinden) maksad
................................ hadîs-i
kûdsîsi mûcibince (gereğince)
“hubb”
(sevgi,
aşk) ve
“zuhûr” (meydana
çıkma) ve
“ma’rifet” (bilme,
biliş) bulunduğundan
ve kemâl-i ma’rifet (bilmenin
kemâli) ise
sûret-i ilâhiyyeyi kabûle müsâid (uygun)
bir
endâm âyînesi (boy
aynası) ile
mümkin olduğundan, Zât-ı Ulûhiyyet’in vücûd-ı latîfi, bu sûret-i
İlâhiyye’nin intıbâ’ını
(ilahi sûretin görüntüsünü) kabûl
edebilecek bir mertebe-i kesîfeye (koyu,
yoğun mertebeye) tenzîl
etti (tedrici
olarak aşama aşama indi ki,
bu mertebe-i kesîfe (yoğunlaşmış
mertebe) dahi
âlem-i şehâdettir (içinde
bulunduğumuz âlemdir)
.
Ve
âlem-i şehâdet (içinde
bulunduğumuz alem) her
ne kadar, esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi
isimlerin) zuhûr-ı
ahkâm (hükümlerinin)
ve
âsârına
(eserlerinin meydana çıkmasına) müsâid
ise de, tamâmiyle mücellâ bir âyîne (parlak
bir ayna) olmadığından,
sûret-i ilâhiyye (ilâhi
sûretler, esmalar) onda
kemâliyle zâhir olmaz (görülmez)
. Binâenaleyh (nitekim),
âlem-i
şehâdetten (içinde
bulunduğumuz âlemden) Âdem’in
halk (İnsanın
yaratılması) ve
zuhûru (meydana
çıkması)
, onun
cilâsı (parlaklığı)
mesâbesinde (derecesinde)
vâki’ oldu (gerçekleşti)
.
İmdi
âlem (evren)
,
Âdem’in
vücûdu (İnsanı
Kâmil’in vücûdu) ile
bir mir’ât-ı mücellâ
(parlak bir ayna) olduğundan
Hakk-ı mutlak, onda sûret-i İlâhiyye’sini (esmalarının
sûretlerini) kemâli
ile müşâhede (görmek)
,
uzaktan
ve kendi vücûdunun hâricinde (dışında)
vâki’
olan
(gerçekleşen) bir
şeye nazar (bakmakla)
mütehassıl temâşâ (meydana
gelen seyretme) kabîlinden
değildir. Belki cemî’-i zerrâtta (bütün
zerrelerde) bi’z-zât
zuhûr
(Zâtı ile meydana çıkmak) ve
huzûr ile müşâhede-i zevkiyyedir
(görme zevkidir).
Bu
hâle işâreten Kur’ân-ı Kerîm’de
“lâ
yudrikühül ebsaru ve hüve yudrikül ebsara ve hüvelletîfül habîr”
(En’âm, 6/103)
buyrulur. Zîrâ Zât-ı latîf, eşyâ (hakikâtler,
esmalar) sûretiyle
mütekâsif
(kesafet, yoğunluk kazanmış) olunca,
onlarda bi-hasebi’l-kesâfe (sayısız
yoğunluklarla) zâhir
olan (meydana
çıkan) ahvâl
(haller)
ve
şuûn (fiiller)
,
Zât-ı
latîfin zevk-i şuûdî (görme
zevki) ve
huzûrî ile
(rahatlıkla) ma’lûmu
(haberi)
olur.
Onun için âyet-i kerîmede “Latîf
ve Habîr” (şeffâf
ve
her
şeyden haberi olan) buyuruldu.
Ve “hıbret” ilm-i
zevkîdir. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede dahi: “elâ
ya’lemü men haleka ve hüvel letîfül habir”
(Mülk, 67/14)
buyurulur. Bu taayyünâtta (oluşumlarda)
Hak
can gibidir; ve taayyünât (oluşumlar,
görülenler) ise
cesed hükmündedir. Ve melâike havâsse (meleki
güçler) ve
eflâk
(gezegenler) ve
anâsır (unsurlar,
hava, su, toprak, ısı) ve
mevâlîd (maden,
bitki, hayvan) a’zâya
(uzuvlara,
organlara) benzerler.
Ve Âdem bunların zübdesi (en
seçkini) ve
hulâsası (özü)
olduğundan
semâvât (göklerin)
ve
arzın (dünyanın)
sebeb-i hilkatı (yaratma
sebebi) Âdem
(İnsan-ı
Kâmil) olmuş
olur.
Rubâî:
(Tercüme)
“Ey Âdem! Nâme-i ilâhînin
(ilâhi
kitabın) nüshası
(kopyası)
sensin./
Âdemde (İnsanda,
evrende) ne
varsa, senden hâriç (senin
dışında) değildir;/
Her ne istersen kendinden iste/ ki, hep sensin.” Ve nitekim............
buyurulmuştur.
Cem’iyyet-i
esmâiyyeden
(ilâhi isimlerin toplamından) ibâret
olan sûret-i ilâhiyyeyi (ilâhi
sûretleri, esmaları) ve emânet-i ilâhiyyeyi (ilâhi
emaneti, esmaların hepsini) kabûl
ve hamle (taşımaya)
, semâvât
ve arzın
(gökler ve dünya) ve
cemâdâtın taayyünâtı
(cansızların oluşumları) müsâit
olmayıp, ancak Âdem’in (İnsanın)
taayyünü
(oluşumu)
müsâit
oldu. Bu hakîkâti müdrik (anlamış)
olmayan
maddiyyûn
(maddeciler)
,
tefekkürün
(düşünme
gücünün) ancak
dimâğ-ı âdemînin
(insan beyninin) azot
ve karbon ve fosfor gibi birtakım mevâd zerrelerinin
(madde parçacıklarının) tevazzu’-ı
hâssından
(özel olarak konmasından)
mütevellid
olduğunu
(meydana
geldiğini)
beyân ile (söyleyerek)
ma’nâyı (ilmi
sûretleri) inkârları,
azot ve karbonun ve vücûd-ı Hakîkî’nin (Hakk’ın
vücûdunun) taayyün-i
mahsûsundan (kendinin
kendine olan oluşumlarından) ibâret
olan bu tevazzu’-ı hâssın (kendine
has konulmanın) ne
demek olduğunu bilmemelerinden mütevelliddir (ileri
gelmiştir)
.
İşte
vücûdun bu taayyün-i mahsûsudur (meydana
geliş özelliğidir) ki,
mefhûm-ı küllî-i ulûhiyyetten ibâret olan emânât-ı ilâhiyyeyi
hamle (ilâhi
emaneti taşımaya) müsâit
oldu. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “aradnel
emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli feebeyne en yahmilnehâ ve eşfekne
minhâ ve hamelehel insân” (Ahzâb,
33/72).
Kalbi
şems (güneş)
ve
diğer seyyârâtı a’zâ (diğer
gezegenler uzuvlar, organlar) olmak
üzere, Allah Teâlâ Hazretleri manzûme-i şemsiyyemizi (güneş
sistemimizi) insân-ı
kebîr (büyük
insan) olarak
halk buyurdu (yarattı)
. Ve
arzdan (dünyadan)
dahi
kemâl-i celâ ve isticlâ (Hakk’ın
kendi Zâtı ile kemâliyye görünmesi)
için onların misli (benzeri)
bir
mir’ât-ı tâm
(tam bir ayna) olan
insanı yarattı. Bunu, Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğunu
bilmemiz için böyle yaptı. Zîrâ insanda zâhir olan
(görülen) sıfât-ı
ilmin (ilim
sıfatının) derecesi,
sâir (diğer)
mahlûkatta
mevcût değildir. Nitekim âyet-i kerîmede
“Allâhüllezî
haleka seb’a semâvâtin ve minel erdı mislehünne yetenezzelül emrü
beynehünne lita’lemü ennâllâhe alâ külli şeyin kadir”
(Talâk, 65/12) buyurulmuştur.
Ma’lûm
olsun ki, insandan maksûd, (murad)
ancak
İnsân-ı Kâmil’dir. Onun kemâli yalnız ilmen değildir; belki
bi’l-cümle esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye’nin ahkâmı
(bütün ilâhi esmâların ve sıfatların hükümleri ile)
kendisinde fiilen zâhir olur (fiil
olarak görülür)
.
Meselâ
kendisinde sıfât-ı halk (yaratma
sıfatı) zâhir
olmayan (görülmeyen)
,
ya’nî
kendisinde cemî’-i merâtibde (bütün
mertebelerde) kudret-i
halk (yaratma
kudreti) bulunmayıp
da, sâir sıfâtın ahkâmı (diğer
sıfatların hükümleri) zâhir
olan (görülen)
İnsân-ı
Kâmil değildir, insân-ı nâkıstır (noksan
olan insandır)
.
İnsân-ı
Kâmil’de ihyâ (diriltme)
ve
imâte (öldürme)
ve
îcâd (yaratma)
ve
i’dâm (yok
etme) ve
men’ (yasaklama)
ve
i’tâ (bağış,
ihsân) gibi
ilâ-mâ-lâ-nihâye (sonu
olmayan) sıfât-ı
ilâhiyye (ilâhi
sıfatlar) fiilen
zâhir olur (fiil
olarak görülür)
.
Nitekim
Îsâ (a.s.)’ dan naklen Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur: “ennî
ahlûkû leküm minettıni kehey etittayr”
(Âl-i İmrân, 3/49).
Vücûdun (Zâtın)
mertebe-i
ıtlâkında (mertebeleri
serbest bırakmasında, bütün mertebelerden soyutlandığında, arındığında)
sıfât
ve sıfâtın âsârı (sıfatının
eserleri) olan
esmâ ve esmânın âsârı (esmânın
eserleri) olan
ef’âl (fiiller)
yoktur.
Vücûd (Zât)
mertebe-i
ulûhiyyetine (Muhammedi
boyuta) tenezzülünde
(inişinde)
sıfât
ve esmâ sâhibidir; fakat ef’âl (fiil,
hareket) yoktur.
Vaktâ ki merâtib-i kevniyyeye tenezzül eder, (ta
ki var oluş mertebelerine iner) ef’âl
zâhir olur (hareket
meydana gelir, fiil çıkar)
. Ve
mertebe-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz alemde) taayyünât-ı
kesîfe libâsına (meydana
çıktığı boyutun yapısına uygun yoğunlukta bir elbiseye)
büründüğü vakit, sıfât ve esmâ ve ef’âl azhar (en
açık olarak aşikar) olur.
Binâenaleyh (nitekim),
“Allah”
ism-i câmi’i (isimlerin
toplamının)
, evvel
ve âhir ve zâhir / ve bâtının hey’et-i mecmûasının (tamamının)
ismi
olur. Ve vücûd-ı mutlakın (Hakk’ın
vücûdunun)
cemî’-i
merâtib (bütün
mertebelerinin) ve
etvârının (durumlarının)
meclâsı
(göründüğü yer) âlem
(evren)
ve
onun zübdesi (özü)
ve
hülâsası “Âdem” (İnsanı
kâmil) olmuş
olur. Âlemsiz (evren
olmadan) ve
Âdem’siz
(İnsanı Kâmil olmadan) Allah’ı
görmek kabil değildir. Böyle olunca İnsân-ı Kâmil’de zât, sıfât
ve esmâ ve ef’âl müctemi’dir (cem
olmuş, toplamıştır)
.
Ve
bu mertebe vücûdun yedinci mertebesi olup, tenezzülât-ı kemâliyye-i vücûdiyye
(vücûdun
inmesinin kemâlâtı) İnsân-ı
Kâmilde nihâyet (son)
bulur.
Ve vücûd-ı mutlakın (Hakk’ın
vücûdunun) İnsân-ı
Kâmil mertebesindeki kemâlâtı hiçbir mertebe ve etvârında (durumlarında)
müşâhede edilmiş değildir. Hak insân-ı Kâmil ile görür, işitir,
bilir ve bi’l-cümle (hepsi
ile) sıfât-ı
kevniyye (yaratma
sıfatı) ile
muttasıf (vasıflanmış
sıfatlanmış) olur
ve her bir mevtının
(makamın)
ve her bir mertebenin lezâzeti (tadı)
ile
telezzüz (lezzet
alır) ve
âlâmı (kederleri)
ile
müteellim olur (kederlenir)
.
Hakk’ın
ezvâkı (zevkleri)
İnsân-ı
Kâmil’in ezvâkı (zevkleri)
;veyâ
aksi olarak, İnsân-ı Kâmil’in ezvâkı (zevkleri)
Hakk’ın
ezvâkıdır (zevkleridir)
.
İmdi,
kevn (varlık,
kainat) vücûd-ı
âlemdir; (âlemin,
evrenin vücûdudur) ve
kevn-i câmi’ (varlığın,
evrenin tümü) dahi
İnsân-ı Kâmil’dir. “Âdem” (İnsan)
denilince
İnsân-ı Kâmil anlaşılmalıdır.
Ma’lûm
olsun ki, âlem (evren)
ve
Âdem’in (İnsan-ı
Kâmil’in) iki
i’tibârı vardır. Birisi zâtı cihetindendir ve onların zâtı evvelce
yok idi, sonradan var oldu. Ve diğeri vücûd-ı mutlak cihetindendir ki külde
sârîdir. (bütüne
nüfûz etmiştir) Onun
herkes ve her şey ile nisbeti (ilişkisi)
vardır.
Bu i’tibâr ile insan “üns”ten (yakınlık)
müştaktır
derler. İnsân-ı kâmil, bi’l-asâle (asaletten,
asıl olarak) (S.a.v.)
Efendimiz’dir. Zîrâ onun hakîkâti
cemî’-i hakayıkı câmi’ (bütün
hakikâtleri kendinde toplamış) olan
mertebe-i Ulûhiyyettir. “Allah” ismi onun Rabb-i hâssıdır (kendisinin
Rabbidir)
.
Bu
ismin tahtında mündemic olan (bu
ismin içine aldığı emri altında bulunan) kâffe-i
esmâda (bütün
esmâlarda) i’tidâl
(ölçülülük)
vardır.
Ya’nî birinin diğerine galebesi (üstün
gelmesi) yoktur.
Fakat ona tâbi (ona
bağlı, onun emri altında) olan
Enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) ile Evliyâ (kaddes’ Allâhu esrârahum)
hazarâtı da “Allah” isminin mazharı (görüldüğü
yer) olmakla
berâber, onun tahtında (emri
altında) bulunan
esmâdan bir ismin merbûbu
(ilâhi isimlerden birisinin emri altında olup, o isim onun Rabbi hassıdır,
yani o ismin kuludur, onda tasarruf eden o isim) olup,
o isimler, onların “Rabb-ı hâssları (idaresi,
terbiyesi altında bulunduğu isim)
bulunduğundan,
mazhariyyet-i esmâ (esmâların
açığa çıkması) husûsunda
onlarda i’tidâl
(ölçülülük) yoktur.
Nitekim Sâlih (a.s.), ism-i Fettâh’ın mazharı (görüldüğü
yer) olduğundan
mu’cizâtı (mûcizeleri)
“fütûh”
(fetihler)
sûretinde
zâhir oldu (görülür)
.
İmdi
İnsân-ı Kâmil, Hakk’ı tenzîhte (Hakk’ı
yaratılmışlardan ayrı tutma) teşbîh
(Hakk’ı
yaratılmışlara benzetme) /
ve teşbîhte (benzetmede)
tenzîh
eder (Hakk’ı
ayrı tutar)
. Tenzîhte:
(Hakk’ı
yaratılmışlardan ayrı tutmada)
“innemâ
enâ beşerun mislüküm” (Fussılet,
41/6)
buyurur: Ve teşbîhte: (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetmede) ............................
buyurur. Zîrâ tenzîh-i sırf (sadece
farklı tutmak) ma’rifet-i
İlâhiyye’nin nısfıdır (yarısıdır)
. Teşbîh-i
sırf (sadece
benzetme) dahi,
hakîkat-ı vücûddan cehildir (vücûdun
hakikatinden habersiz olmaktır) .
Buna i’tikad zendekadır. (Bu
inanç kâfirlik, dinsizliktir) Tenzîh-i
sırf tahdîddir (sadece
ayrı tutmak demek, hudud
koyma, sınırlamadır)
.
Zîrâ
bir şey bir şeyden münezzehtir (temizdir)
denildiği
vakit, onlara birer had (sınır)
ta’yîn
edilmiş (çizilmiş)
olur
ve birinin hudûdu bittikten sonra, diğerinin hudûdu başlar demek olur.
Teşbîh-i sırf (sadece
benzetme) dahi
Vücûd-ı Mutlak’ı bir kayd-ı sûret ile
takyîd
etmek
(bir sûret ile kayda ve şarta bağlamak) ma’nâsına
gelir. Bu vartalardan (uçurumlardan)
kurtulmak
için Hak min-haysü’z-zât (Zâtı
bakımından) eşyâdan
(şeylerden)
münezzehtir
(temiz,
arıdır) ve
min-haysü’t-taayyün (oluşumları
bakımından) münezzeh
değildir, deriz. Ve ta’bîr-i diğerle (başka
bir deyişle)
,
Hak
min-haysü’z-zât eşyânın (Hak
zatı bakımından şeylerin) “ayn”ıdır,
deriz. Zîrâ: “evvelu
vel âhıru vezzahıru vel batın” (Hadîd,
57/3) buyurur
ve min-haysü’t-taayyün (meydana
gelmeleri, belirmeleri bakımından) gayrıdır;
(başkadır)
zîrâ:
“innallâhe leğanîyyün
anil âlemîn” (Ankebût,
29/6) buyurur.
İkinci
Vasl:
AYNİYYET
VE GAYRİYYET
Ma’lûm
olsun ki, Rab ile abd (kul)
arasında
ayniyyet (aynılık)
ve
gayriyyetin (ayrılık,
başkalık) ikisi
de sâbit ve mütehakkıktır (gerçektir)
.
O,
bir vech (yön)
ile;
bu da bir vech (yön)
iledir.
Bâdî-i nazarda (ilk
bakışta) şahs-ı
vâhidde (tek
şahısta) ictimâ’-i
zıddeyn (toplanan
zıtlık) muhâl
(imkânsız)
görünür.
Ve “ez-zıddânü lâ yectemiân”
(iki
zıd bir araya gelmez) kaidesi
sahîhtir (doğrudur)
.
Ve
lâkin bu cem’ olmayan (bir
araya gelmeyen) “zıddân”
(iki
zıd) lügavîdir,
(sözlük
anlamıdır)
zıdd-ı ıstılâhî
(mecâzi anlamdaki manâsı) değildir.
Zıdd-ı ıstılâhî cem’ (mecâzi
anlamda zıd olanlar bir arada) olur.
Bunun için ehl-i tasavvuf muhakkıkîne (hakikati
meydana çıkaran tasavvuf ehlilerine)
“câmiu’l-ezdâd” (zıtları
bir arada toplayan) derler.
Meselâ nûr (aydınlık)
ile
zulmet, (karanlık)
zıdd-ı
lügavîdir. (sözlük
anlamı bakımından zıttır)
Bu iki zıd mahalde cem’ olmazlar (aynı
yerde toplanmazlar)
.
Zîrâ
bu iki lâfzın (kelimelerin)
ma’nâsı
kendi vazı’ları
üzerinde
kaimdir
(belirlenmiş kendi manâları vardır)
.
Eğer
kendi vazı’ları üzerinde kaim
(kendilerine ait belirlenmiş manâları var) olmazlarsa,
onların ictimâı câiz olur (bir
arada olabilirler)
. Meselâ
gölgeye alâ-tarîkı’l-istiâre (istiare
yani bir kelimenin manâsını muvakkaten bir başka kelime yerine kullanma
yoluyla)
“zulmet” denebilir.
Ve zulmet (karanlık)
nâmını
verdiğimiz bu gölge, nûr ile bir mahalde (yerde)
ve
bir vakitte cem’ olabilir (toplanabilir)
.
Nitekim,
her vakit müşâhede ederiz ki / nûrdan ibâret olan ziyâ-yı şems (güneş
ışınları) ile
duvarın gölgesi bir mahalde (yerde)
ve
bir vakitte ictimâ’ ederler. (kavuşurlar)
Zîrâ
gölge zulmet-i ıstılâhî idi (zira
gölge mecazi olarak zulmet idi)
. İşte bu i îzâhâttan ma’lûm oldu ki, abd (kul)
ile
Rab arasındaki ayniyyet-i hakîkiyye
(aynı hakikate mensupluk) lügavî
(sözlük anlamı) değildir.
Ve kezâ gayriyyet-i hakîkiyye
(hakikâtten ayrı olmak) de
lügavî
(gerçek sözlük anlamı) değildir.
Bu, her iki zıddın şey’-i vâhidde (tek
şeyde) ictimâı
muhâldir (bir
arada olması imkânsızdır)
.
Binâenaleyh
(nitekim),
ilm-i
ma’-kulâtta (aklın
makûl gördüğü manâda) ictimâı
men’ edilen zıd, (bir
arada olmaları imkânsız olan zıtlar) ma’nâ-yı
lügavî (gerçek
sözlük anlamı) i’tibâriyledir
(bakımındandır)
.
Yoksa
ma’nâ-yı ıstılâhî (mecâzi
manâsı) i’tibâriyle
(bakımından)
değildir.
Bu tâife-i muhakkıkîn indinde (bu
görüşte olan muhakkikler) dahî
lügavî (gerçek
sözlük anlamları) olan
iki zıddın ictimâı (bir
arada olması)
muhâl (imkânsız)
ve gayr-ı câizdir (doğru
değildir)
.
Bunu
diğer bir misâl ile de tefhîm edelim (anlatalım)
.
Şöyle
ki:
Eğer
bir şahıs etrâfına dâiren-mâ-dâr (etrafına
çepe çevre) âyîneler
(aynalar)
vaz’
etse (koysa)
,
her
bir âyînede (aynada)
zâtı
ve sıfâtı ile zâhir olur (görülür)
.
Ve
sıfâtının zuhûru (meydana
çıkışı) budur
ki, o şahsın her bir hareket ve sükûnu, hey’et-i mesrûrâne (sevinçli
şekli) ve
mağmûmânesi (kederli)
ve
hande (gülüş)
ve
giryesi (gözyaşı
ağlaması) akiste
(aynada,
yansımada) görünür.
Bu cihetten (yönden)
şahıs,
aksin (aynada
yansıyanın) aynıdır.
Bu ayniyyet (aynı
olmak)
,
ayniyyet-i
hakîkî-i ıstılâhîdir (mecazi
olarak aynı hakikâttir)
.
Eğer
lügavî (gerçek
sözlük anlamında) olsaydı,
akiste vâki’ (aynada
var) olan
her bir keyfiyyetin, şahısta dahi vuku’u (meydana
gelmesi) vâcib
olurdu (gerekirdi)
.
Çünkü
akis (yansıma)
birçok
âyînelerde (aynalarda)
vâki’dir
(vardır)
. Bu
kesret (çokluk)
şahsın
vahdetine (tekliğine)
te’sîr
etmez (etkilemez)
.
Eğer
akis (aynadaki
görüntünün)
üzerine
taş veyâ necâset (pislik)
atsalar,
şahıs ondan mutazarrır (zarar
görmüş) ve
münecces (kirletilmiş)
olmaz,
kendi hâlinde kalır ve bu noksanlardan münezzeh (beri,
arı) ve
müberrâdır (temiz
paktır)
.
İşte
bu cihetten (yönden)
gayriyyet-i
hakîkî-i ıstılâhî (bu
yönden hakiki ile mecâzi anlamdaki başkalık)
sâbit
(var)
olur.
Binâenaleyh (nitekim),
şahıs
ile akiste (görüntüde)
ayniyyet
(aynı
olmak) ile
gayriyyetin (ayrılığın)
her
ikisi de tahakkuk eder (gerçekleşir)
.
İmdi,
kim ki abd (kul)
ile
Rab arasında ayniyyet-i hakîkî-i lügavîyi i’tikad eder (gerçek
manâda kul ile Rab’ın aynı hakikât olduğuna inanırsa) ve
cemî’-i vücûh ile (bütün
yönler bakımından) gayriyyeti
(farkı)
inkâr
eylerse, o kimse mülhid (dinsiz,
imansız)
ve zındık olur. Bu akîdeye (inanışa)
göre
âbid (kul)
ile
ma’bûd (kendisine
ibadet edilen) ve
sâcid (secde
eden) ile
mescûd (kendisine
secde edilen) arasında
hiçbir fark kalmaz. Böyle bir ayniyyet (aynı
olmak) gayr-i
vâki’dir
(imkansızdır)
.
“Neûzü
billâhi min hâzâ.” (Bundan
Allah’a sığınırım) Ve
kezâ kim ki, Hâlık (Yaratan)
ile
mahlûk (yaratılmış)
arasında
gayriyyet-i hakîkiyye-i lügavîyi i’tikad eder (gerçek
manâda hakikâtten ayrı, başka olduğuna inanır) ve
nisbet-i hâlikıyyet (yaratıcılık)
ve
mahlûkiyyetten mâadâ
(yaratılmışlıktan başka) hiçbir
ayniyyet taalluk (aynı
olma) ve
nisbetini (ilişkisini)
mukırr
olmazsa, (kabul
ettiğini söylemezse) o
kimse hakîkat-ı halden câhildir. Bu, çömlekçi ile çömlekler arasındaki
nisbete (ilişkiye)
benzer.
Eğer çömlekçi ölürse, onun yerine çömlekleri / bâkî (daimi)
kalır.
Bu hal çömlekler ile çömlekçi arasında sâbit (var)
olan
gayriyyet-i lügavî (sözlük
anlamının başkalığı) sebebiyledir.
Abd (kul)
ile
Rab arasında böyle bir gayriyyet (başkalık)
vâki’
değildir. Bu gayriyyet (başkalık)
ile
kail (düşüncesine
sahip) olan
ulemâ-yı zâhir (dış
ilimlerle uğraşanlar) ve
mütekellimîn (kelâmcılar)
ıstılâh-ı
muvahhidden (tevhid’den, Allah’ın bir olduğundan) gâfildirler.
Abd (kul)
ile
Rabb’in bir i’tibâr olunmasından (bir
kabûl edilmesinden) havf
ederler (korkarlar)
.
Bilmezler
ki, ıstılâh-ı muhakkıkîn mûcibince (hakikâti
erenlerin sözleri gereğince) akiste
(yansımada,
görüntüde) ve
şahısta her bir cihetin (yönün)
sübûtu
(meydana çıkması) ile
berâber hiçbir vakitte bu, o; o da, bu olmaz. Akis, akistir; şahıs da şahıstır.
Akis (görüntü)
mahlûk
(yaratılmış)
ve
hâdis (sonradan
olmuş) ve
nâkıstır. (noksandır)
Ve
şahıs kadîm (gerçek
var olan) ve
bâkî (devamlı
kalıcı) ve
kâmildir. (tam
tekmil, mükemmeldir) Diğer
bir misâl daha îrâd edelim(söyleyelim):
Buhârın
vücûdu, kemâl-i letâfetten (şeffaflığından) görünmez.
Bir mertebe tekâsüf edince (sıklaşıp yoğunlaşınca)
bulut ve bulut tekâsüf edince (koyulaşıp
yoğunluk kazanınca) su; ve su incimâd (donma)
ile tekâsüf edince (yoğunluk kazanınca) buz
olur. İmdi buzun esâsı buhar olmakla berâber, onun taayyünü (oluşumları)
buharın gayrıdır (başkadır) . Zîrâ
buhar, aslâ buz gibi kesîf bir taayyün sâhibi (katı
olarak meydana gelmiş) değildir; o
bî-sûrettir (sûretsizdir) .
Ve kezâ buz, suyun hâl-i müncemidinden (donmuş
halinden) ibâret olduğu halde, suyun aynı değildir. Çünkü su
ile görülen işler buz ile görülemez. Su başka, buz başkadır. Velâkin,
gerek suyun ve gerek buzun vücûdları buharın zâtından gayrı (başka)
değildir. Bu i’tibâr ile buharın aynıdırlar. Binâenaleyh (nitekim), bunların
arasında hem ayniyyet (aynı
olmak) ve hem de gayriyyet (başka
olmak) sâbit ve mütehakkıktır (doğru
olandır).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://afyuksel.com
23.05.2001
|