13.Bölüm


ON ÜÇÜNCÜ  FASIL

TELHÎS-İ MERÂTİB-İ VÜCÛD

Bâlâda tafsîlen beyân olunan (yukarıda geniş olarak açıklanan) vücûdun yedi mertebe-i tenezzülünü (yedi iniş mertebesini) mücmelen (özet olarak) dahi zikretmek fâideli göründüğünden ber-vech-i âtî (aşağıda görüleceği yönüyle) beyân olunur (bildirilir):

BİRİNCİSİ:   “Lâ taayyün”, “Itlâk” ve “Zât-ı baht” mertebesidir. Bu mertebede vücûd, cemî’-i nuût (bütün vasıflardan) ve sıfât izâfesinden (sıfat ilişkiliğinden) münezzeh (temiz, arı) ve her kayıddan (bağlılıktan) ve hattâ kayd-ı ıtlâktan (bağlı oluştan kurtulmak, serbest kalmaktan) dahi mukaddestir (temizdir) .  Bu mertebe Hak Teâlâ’nın künhüdür ki, onun fevkinde (üstünde) başka bir mertebe yoktur. Belki bütün (mertebeler) onun tahtındadır (altındadır) . Buna “ Mertebe-i Ahadiyyet” derler.

İKİNCİSİ:  “Taayyün-i evvel’dir. Bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri’nin kendi Zât’ını ve Sıfâtını ve bi’l-cümle (bütünü ile) mevcûdâdı, biri diğerinden mümtâz (ayrılmış seçilmiş) olmamak üzere, ber-vech-i icmâl (öz olarak, hulâsa sûretiyle) ,  bilmesinden ibârettir. Buna da “mertebe-i vahdet” ve “Hakîkat-ı Muhammediyye” derler.

ÜÇÜNCÜSÜ:  “Taayyün-i sânî”dir. Bu mertebe Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri’nin kendi Zât-ı Aliyye (yüce Zâtını) ve Sıfât-ı seniyyesini, (yüksek yüce sıfatlarını) biri diğerinden mümtâz (ayrılmış, seçilmiş) olmak üzere, alâ-vechi’t-tafsîl (teferruatlı, etraflı olarak) bilmesinden ibârettir. Buna da “mertebe-i vâhidiyyet” ve hakîkat-ı İnsâniyye” derler.

DÖRDÜNCÜSÜ:  “Mertebe-i” ervâh’ tır. Bu mertebe, eşyâ-yı kevniyye-i mücerrede-i basîtadan (karışıksız, katıksız basit şeylerin varlığından) ibârettir. Ya’nî burada madde ve terkîb yoktur. Ve bunlar kendini ve mebdeini (aslını) ve emsâlini (benzerlerini) müdriktirler (tanırlar, bilirler)

BEŞİNCİSİ:  “Mertebe-i misâl” dir. O da eşyâ-yı kevniyye-i mürekkebe-i latîfeden (latif varlıkların bileşiğinden meydana gelmiş şeylerden)   ibârettir ki, bunlar parçalanmaz ve yırtılmaz ve yapıştırılmazlar. Rü’yâda ve âyînede (aynada) görülen suver-i hayâliyye gibi  (hayali sûretler gibi).

ALTINCISI:  “Mertebe-i âlem-i ecsâm”dır (madde alemdir) . Bu mertebe de, eşyâ-yı mürekkebe-i kesîfeden (bileşiklerin koyulaşmasından, katılaşmasından) ibârettir ki, teczie (bölünme) , teb’îz (parçalanma) ve hark (yırtılma) ve iltiyâm (bitişme) kabûl ederler.

YEDİNCİ:  Kâffe-i merâtibi (bütün mertebeleri) , ya’nî cismânî ve nûrânî ve vahdet ve vâhidiyyet mertebelerini câmi’ (kendinde toplamış) olan mertebedir ki, “İnsân-ı Kâmil” derler. Bu mertebe Vücûd-ı Mutlak’ın tecellî-i ahîri (son göründüğü) ve libâs-ı ahîridir (son elbisedir).

Muhakkıkînden ba’zıları “mertebe-i vahdet” ile “vâhidiyyet”i tevhîd (birleştirip) ve “İnsân-ı Kâmil” mertebesini “mertebe-i şehâdet”e ilhâk edip (ekleyerek) beş mertebe i’tibâr ederek bunlara “hazarât-ı hamse(beş hazretler) tesmiye ederler (isimlendirirler).Bunlara göre merâtibin esâmîsi (mertebelerin isimleri) böyle olur: “Ahadiyyet”, “vâhidiyyet”, “ervâh”, “misâl” ve “şehâdet”.

Ba’zıları da dört isim ile icmâl edip (özetleyip) “lâhût”, “ceberût”, “melekût”, “nâsût” derler.

“Lâhût”, bî-keyfiyet (niteliksiz) ve bî-renk (renksiz) olan Zât’tan ibârettir ki, buna “HÛ” ile işâret ederler.

“Ceberût”, Taayyün-i evvel (belirmelerin, ortaya çıkmaların olmadığı) ve şuhûd-ı mücmelden (öz bilinçten) ibârettir ki, “ALLAH” tesmiye ederler. Onun için “HÛ” isminin zikrine “lâhûtî” ve “Allah” isminin zikrine de “Ceberûtî” derler. Evvelki “cem’u’l-cem,” ve ikincisi “makam-ı cem”dir.

“Melekût” “âlem-i ervâh” ile “âlem-i misâl”in mecmû’undan (toplamından) ibârettir.

“Nâsût” “Âlem-i Şehâdet” ile “Hazret-i İnsân”ın mecmû’undan (toplamından) ibârettir. Bunlar i’tibârâttan (kabul edişlerden) ibâret olup, mahall-i kıyl u kal (dedi kodu) değildir.

İmdi, ale’l-ıtlak (umumiyetle) efrâd-ı insâniyyeden (insan ırkından) birisi terakkî edip (yükselip) ona bu merâtib (mertebeler) zevkan zâhir olur (açılır, görür) ve bu merâtibi (mertebeleri) kendi zâtında bulursa, ona “İnsân-ı Kâmil” derler. Ve onun bu hâline “urûc ve mi’râc” tesmiye ederler (isimlendirirler) . Bu urûc (yükselme) ve inbisât (genişleme) vech-i etemm üzere, (eksiksiz tam olarak) ancak Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’e vâki’ olmuştur (gerçekleşmiştir) . Zîrâ yukarıda zikrolunduğu üzere, cemî’-i esmâya (bütün esmaların) mazhariyyeti alâ-tarîkı’l-i’tidâldir (dengeli ölçülü göründüğü yerdir) .  Ve bu makam “Makam-ı Mahmûd”dur Diğer İnsân-ı Kâmillerin bu makama vusûlleri (erişmeleri) mümkin değildir. Bu makam “mâl-i yetîm”dir (yetim malıdır) .  “Velâ takrabü mâlel yetim”  (En’âm, 6/152). Bi’t-tabi’ (tabii olarak), diğer kâmillerin mi’râcında (yükselmelerinde) bu makamın zevki yoktur; zîrâ hakîkatleri (terkipleri) bu zevki mâni’dir (engeldir).

ON DÖRDÜNCÜ    FASIL

İRSÂL-İ   RUSÜL

Ma’lûm olsun ki, İrsâl-i Rusülde (Peygamber’in gönderilmesinde) vücûh-ı adîde (birçok sebep) vardır. Ve âlem-i şehâdette Peygamberlerin zuhûr ve vücûdları lâzım ve zarûrîdir (zorunludur).

Bir vechi (yönü) budur ki, insân-ı nâkısta (noksan insanda)  istiklâl-i vücûd (kendine ait bağımsız vücûdu) ve gayriyyet (başkalık) vehmi gâlib (üstün) olduğundan, kendisinde zâhir olan (görülen) sıfât ve ef’âli nefsine izâfe eyler (kendinden bilir) . Ve vücûdunda istiklâl (ayrılık, bağımsızlık) gördükçe, emr-i vücûdda (Hakk’ın vücûdunda) da’vâ-yı iştirâk eyler (ortaklık iddiasında bulunur) . Bu ise zulm-i azîmdir (büyük zulûmdur) . Nitekim Hak Teâlâ buyurur:  “inneşşirke lezûlmun azim”  (Lokmân, 31/13)

Zîrâ  “zulüm”  lügatte  “bir şeyi mevzi’inin gayrına vaz’  etmektir.”   (bir şeyi koyulması lazım gelen yere koymayıp başka yere koymak demektir) Bu da emr-i vücûdda (Hakk’ın vücûdunda) sâika-i vehm ile (vehme sürüklenmekle) da’vâ-yı iştirâkten (ortaklık davasında bulunmaktan) tevellüd eder (doğar) .  Böyle olunca şirkin menşe’i (ikiliğin kaynağı) kendi nefsinden ve muhîtindeki eşyânın (etrafındaki şeylerin) hakayıkından (hakikâtlerinden) ve onların mûcidinden (Yaratıcısından) cehl (bilgisiz) ve bu cehl (bilgisizlik) hasebiyle, zulmet-i tabîiyye (tabiat karanlığının) ahkâmında (şartlarında) istiğraktır (boğulmaktır) . İmdi hazret-i şehâdet (görülenler) , a’yân-ı sâbitenin (hakikâtlerin, esmaların) isti’dâdâd ve kabiliyyât-ı zâtiyyeleri (zatlarının istidâd ve kabiliyetleri) hasebiyle, vücûdun libâs-ı gayrıyyet (ayrılık örtüsü) ile zuhûrundan (meydana çıkıp görülmesinden) ibâret olduğundan, zübde-i (en seçkin, belirgin)  âlem olup, sûret-i ilâhiyyeyi (ilâhi esma süretlerini) kabûl ve hamle (taşımaya) taayyünleri (yapıları) müsâid olan insanlara bu hakîkatı ta’lîm (öğretmek) ve onları zulmet-i tabîiyye sâhasından irdâ’ (tabiat bataklığından uzaklaştırmak) ve asl-ı hakîkî cânibine ircâ’ (asıl hakikâtine geri döndürmek) için, yine o vücûd-ı hakîkînin Enbiyâ (aleyhimü’s-selâm) libâsları mütelebbis ile (Resûl, Nebi elbiselerine bürünmüş) olması iktizâ  etmiştir (gerekmiştir).

Diğer bir vech (yönü) budur ki, şuûnât-ı zâtiyye-i ilâhiyye (Zât-ı ilâhiyenin fiilleri) bî-nihâye (sonsuz) olup Hak onların ba’zılarından râzîdir ve ba’zılarından râzî değildir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “velâ yerdâ lî ibâdîhîl küfr”  (Zümmer, 39/7) Ya’nî “Allah Teâlâ ibâdı (kulları) için küfürden râzî değildir.”  Halbûki küfür ism-i Mudill’in iktizâsı (gereği) olup, esmâ-i sâire (diğer esmalar) gibi zuhûr talebindedir (görünmek İstemektedir) . Hak Teâlâ Hazretleri Rahmet-i Rahmâniyyesi (Rahman’ın Rahmeti) ile ona da vücûd bahş eyler (verir). Zîrâ, Rahmet-i Rahmâniyye, (Rahman’ın Rahmeti) âmm (umuma) olduğundan, bu rahmete nazaran her şey merhûmdur (her şeye Rahmet isabet etmiştir) . Velâkin Rahmet-i Rahîmiyye (Rahim’in Rahmeti) hâss (özel) olduğundan bu rahmete nazaran her şey merhûm (her şeye rahmet isabet etmiş) değildir. Belki ba’zıları merhûm (merhamet değmiş) ve ba’zıları mercûmdur (lânetlenmiş) . Binâenaleyh (nitekim), Hak Rahmet-i Rahmâniyye’sine nazaran (Rahman’ın Rahmeti’ne göre) küfür ve îmâna vücûd verdiği halde, Rahmet-i Rahîmiyye’sine nazaran (Rahîm’inin Rahmet’ine göre) îmandan râzî ve küfürden râzî değildir. İşte Zü’l-Celâl Hazretleri, Kendisinin râzî olduğu ve olmadığı ef’âli (fiilleri) Mertebe-i Risâlet’e (Peygamberlik görevi için)  bi’t- tenezzül (inmek sûreti ile) vaz’ eylediği şerâyi’ (koyduğu  şeriatı) ile ibâdına (kullarına) i’lân eyledi. Sûret-i ilâhiyye üzere mahlûk (ilâhi sûret üzere yaratılmış) olan insan, kendi nefsini tetkîk edecek olursa, râzî olduğu ve olmadığı ef’âlin (fiillerinin) zuhûru (meydana çıkması) ne demek olduğuna zevkan muttali’ olur (bilir) .Zîrâ insanda ba’zı ef’âl (fiiller) sâdır olur (meydana gelir) ki, ondan râzî değildir. Fakat zuhûru iktizâ-yı zâtı (meydana gelmesi zatının gereği) olduğundan, terk-i ızhârı (meydana çıkmasını önlemek) kabil değildir.

Bir vechi (yüzü, yönü) dahi budur ki, Rabbü’l-Erbâb (alemlerin Rabb’i) olan Hak Teâlâ,  her biri bir Rabb-ı hâs (Rabb’inin öz esması) olan esmâsı ahkâmından (ilâhi ismin hükmünden) marzî (kendisinden razı olunan) ve mağzûb (gazab) olanların temyîzini (ayrılmasını) irâde buyurur (diler) . Bu temeyyüz (farklılık, ayrılma) ise zuhûr-ı ahkâmdan (meydana çıktıktan) sonra olur ve zuhûr-ı ahkâm ise ba’de’l-imtihân (meydana çıktıktan sonra ise imtihan) mümkindir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Halekal mevte vel hayâta lî yebluveküm eyyüküm ahsenü amele”  (Mülk, 67/2) Ve kezâ buyurur:  “Ve leneblûvenneküm eyyüküm ahsenü amele”  (Muhammed, 47/31) Eğer mertebe-i azhar (en açık şekilde görülen mertebe) olan hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âleme) irsâl-i Rusül olunup, (gönderilen Resûller ile) marzî olan (beğenilen) sırât-ı müstakîm  (doğru yol) ile mağzûb (gazab) olan sırât-ı mustakîm (doğru yol) ta’rîf olunmamış olsa, her ayn-ı sâbitenin (manânın) isti’dâd ve kabiliyyet-i zâtiyyesinden (kendisinin istidâd ve kabiliyetinden) ibâret olan hüccet-i bâliğa (delilin en büyüğü) fiilen zâhir ve şuhûd (fiil olarak çıkması ve görülmesi) ile tevessuk edememiş (isbat edilmemiş) olur. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:  “İzâ ci’nâ min külli ümmetin bi şehidin ve ci’nâ bike alâ hâulâi şehide”  (Nisâ, 4/41). Ya’nî:  “Her ümmet, Peygamberlerini şâhid getirdiğimiz vakit, onların hâli nasıl olur? Yâ Habîbim! Seni de onların üzerine şâhid getirdik”. Ve kezâ buyurur: “Nebeasü min külli ümmetin şehiden sümme lâ yu’zenü lillezine keferu”  (Nahl, 16/84). Ya’nî:  “Biz o günde her ümmetten bir şâhid getirdikten sonra, kâfirler i’tizâra me’zûn olmazlar”. İşte “fe lillâhil huccetül baliğatü”  (En’âm, 6/149) âyet-i kerîmesi mûcibince, şuhûd (görme) ile tevessuk eden (ispatlanan) hüccet-i bâliğanın (en yüksek mertebeden delil ve ispat) ikamesinden sonra mukbiller  (müminler) ile mücrimler (günahkârlar) ve ehl-i kurb (Allah’a yakın olanlar) ile ehl-i bu’d (Allah’a uzak olanlar) ayrılarak,  “ferikan fil cennati ve ferikan fisseir”  (Şûra, 42/7) sırrı zuhûra (meydana) gelir. Ve marzî (beğenilmiş)  olanlar kendi sırât-ı müstakîmlerinin (kendi gittikleri yolun) nihâyeti olan cennete ve mağzûb (günahkâr) olanlar da, kendi sırât-ı müstakîmlerinin nihâyeti olan cehenneme vâsıl olurlar.

Emr-i da’vette kendilerine fütûr (gevşeklik) gelmemek için Enbiyâ (aleyhimü’s-selâm)’a hîn-i da’vetlerinde (daveti esnasında) sırr-ı kader (kader sırrı) ,  ya’nî her ferdin (kişinin) isti’dâd ve kabiliyyet-i ezeliyyesi mekşûf (keşf olunmuş, bilinmiş) değildir. Bu sebeple onların da’veti umûma siyyânen (eşit olarak) vâki’ olur. İşte bu beyânâttan (açıklamadan) anlaşılır ki,  İrsâl-i Rusül (Resûllerin gelmesi) zarûrîdir. Zamânımızda zekî ve âlim geçinen mütefenninler (fen bilginleri) ve onların mukallidleri (taklitçileri) hakîkat-i halden câhil ve bu cehillerinden dahi gâfil olduklarından, İrsâl-i Rusülü (Resûllerin gelmelerini) inkâr ve istihfâf edip (önem vermeyip küçümseyerek) , kendilerini berbâd ederler. Eğer akıl ve dirâyetlerine (bilgi ve kavrayışlarına) i’timâd etmeyip de Enbiyâya ve onların vârisleri olan ulemâ-yı billâha (Allah’ın Evliyasına) tâbi’ olarak ta’lîmlerini (ilim öğrenmeyi) kabûl etseler ve şerîatleri ile te’dîb-i nüfûs (nefislerini terbiye) eyleseler, bu cehilden (bilgisizlikten) halâs (kurtulmuş) ve kurb-i ma’rifete (yakın marifete) nâil  (eren) ve gâye-i hilkâtlerine (yaratılış gayelerine) vâsıl (ulaşmış) ve netîcede, İnsân-ı Kâmil olurlardı. Fakat ne çare ki, isti’dâdlarına ezvâk-ı hayvâniyye (hayvani lezzetler) ile iştiğâl muvâfık (meşguliyet uygun) geldi.

Mesnevî:
Tercüme: “Vaktinin Peygamberlerinden i’râz etme (yüz çevirme) ;  kendi fen (hünerine, marifetine) ve kâmına (arzularına isteklerine) az i’timâd et! (az  güven)

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://afyuksel.com

30.05.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail