14.Bölüm


ON BEŞİNCİ FASIL

İHTİLÂF-I    ŞERÂYİ

Ma’lûm olsun ki, mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) sâbit (var) olan suver-i esmâiyyenin mezâhiri (esmâ sûretlerinin açığa çıktığı yer) ve onlara âit olan kemâlât, hazret-i şehâdette, (içinde bulunduğumuz âlemde) hazâin-i ilâhiyyeden (İlâhi hazinelerden) kader-i ma’lûm üzere tedrîcen (kaderinde bilineni kadarıyla aşama aşama) nâzil olur (iner) .  Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: “İn min şeyyin illâ indena hazâinuhü vema nünezzilühû illâ bikaderin ma’lûm”  (Hicr, 15/21)  ve mebâhis-i sâbıkada (daha önceki mevzularda) beyân olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûd, henüz nebât ve cemâd (maden) ve hayvan mertebelerine mülâbis (iç içe, bitişik) iken, bu sûretlerden hiçbiri emânet-i ilâhiyye’yi kabûl etmedi. Zîrâ onların isti’dâtı bu hamûleyi (yükü) yüklenmeye müsâit değildi. Tekâmülât-ı tedrîciyye (yavaş yavaş gelişme) netîcesinde insan zâhir oldu (meydana geldi) . Her ne kadar ibtidâî (ilk) insanlarda emânet-i mezkûreden (adı geçen emanetten) ibâret olan hayat, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatları fiilen zâhir olmuş (fiil olarak meydana çıkmış) ise de, isti’dâtlarında dakayık (incelikleri, anlaşılması güç olan şeyleri) ve maârifi (bilgileri, ilmi) hazmedecek (sindirecek) kadar vüs’at (güç, takat) olmadığından, ilk Peygamber olan Âdem (a.s.)’a ancak onların isti’dâdına muvâfık (uygun) olarak on suhuftan (sayfadan) ibâret ahkâm-ı İlâhiyye (ilâhi hükümler) nâzil oldu (indi) . Zîrâ, beşeriyyet (insanlar) hâl-i tufûliyyette (çoçukluk halinde) idi. Beşeriyetin (insanların) isti’dâdı peyderpey (aşama aşama) inkişâf ettikçe (açığa çıktıkça, geliştikçe), her bir karnda (çağda) kendilerinden isti’dâdlarına göre birer Nebî (Peygamber) zâhir oldu (meydana çıktı) . Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:  “Lekad câeküm Rasûlun min enfüsikum”  (Tevbe, 9/128) Ve bu Resûller o ümmetlerden her birinin ilm-i İlâhide birer muallimidir (öğretmendir) .  Âlem-i şehâdet (içinde bulunduğumuz âlem) bir mektebe ve her bir karndaki (çağdaki) ümem (ümmetler) de birer sınıfa ve her ümmetin Resûlü dahi bir muallime (öğretmene) müşâbihtir (benzer) .  Nitekim, (s.a.v.) Efendimiz: “Ben muallim olarak ba’s olundum(gönderildim)” buyururlar. Meselâ, sekiz sınıf üzerine müretteb olan (kurulan) bir mektebin, sekizinci sınıf muallimi, birinci sınıftaki tâliblere (talebeye) , o dersi vermek üzere gönderilse abes olur. Zîrâ o muallimin (öğretmen) dersini, henüz mübdedî (yeni başlamış) olan tâlibler (talebeler) anlayamaz. Bunun gibi, her karndaki (çağdaki) insanlara Hâtem-i Enbîyâ (son Peygamber) (s.a.v.) Efendimiz’in şerîat-i mutahharaları (mübarek dini hükümler) ile hitâp olunmadı.

Onun ümmet-i merhûmesi (şanslı, rahmet isabet etmiş  ümmeti) müntehî (son) sınıf talebesi mesâbesinde (derecesinde) olduğundan, külliyyât ve cüz’iyyât-ı esrârı câmi’ (bütününün ve kısımlarının  gizliliklerini kendinde toplamış) olan Kur’ân ile muhâtab oldular. Ve Hâtem-i Enbiyâ’dan (son Peygamber’den) sonra rûy-i zemînde (yeryüzünde) ümem-i sâbıkanın (geçmiş ümmetlerin) isti’dâtına mutâbık (uygun) olan şerâyi’ (şeriatler) ile amel mehy (yönelme) olundu. Zîrâ nüzûl-i Kur’ân’dan (Kur’ân’ın inmesinden) sonra rûy-i zemîndeki (yeryüzündeki) insanların cümlesi (hepsi), ümmet-i Muhammed’dir. Kabûl edenler “ümmet-i icâbet” ten (kabul edenlerden) / ve reddedenler “ümmet-i da’vet” tendir. Hâtem-i Enbiyâdan (son Peygamber’den) sonra gelen insanların mertebe-i isti’dâdına nazar (istidadının derecesine bakılacak) olunursa, Kur’ân’a muhâtab olmaya lâyık oldukları tezâhür eyler (meydana çıkar) . Zîrâ îsâ (A.s.)’ın vilâdetinden (doğumundan) (S.a.v.) Efendimiz’in bi’set-i seniyyelerine (mübarek gönderilişine) kadar mürûr eden (geçen) beş yüz küsur sene zarfında, âlem-i Nasrâniyyet (Hıristiyanlık âlemi) cehl (cahillik) içinde pûyân (kendini kaptırmış) idi. Onların terakkiyâtı (ilerlemeleri) bi’set-i seniyyeden (s.a.v. Efendimiz’in gönderilmesinden) sonradır. Zîrâ cümlesi ümmet-i Muhammed’den olup, isti’dâd ciheti (yönü) ile ümem-i sâbıkaya (önce gelmiş ümmetlere) tafazzul etmişlerdir (üstünlük taslamışlardır) . Ve’l-hâsıl isti’dâdât-ı beşer (insanların istidatları) ale’t- tedrîc (dereceli olarak) tekâmül ettiğinden (ilerlediğinden,olgunlaştığından) , peyderpey (birbiri arkasına) zuhûr eden (meydana çıkan) Enbiyâ dahi, onların isti’dâdına muvâfık (uygun) ahkâm-ı ilâhiyye (ilahi hükümler) ve fühûmuna mutâbık (anlayışına uygun) hitâbât-ı Rabbâniyye (Rabbi hitap) ile geldiler. Binâenaleyh (nitekim), her bir Nebî’ye (Peygamber’e) verilen ilm-i Risâlet (Peygamberlik ilmi) ,  ümmetlerinin isti’dâdından ne ziyâde (fazla) , ne de noksandır. Ya’nî her birinin ümmeti, ulûm (ilimler) ve maâriften bilgilerden ne mikdâra muhtâç ise, ilm-i Risâlete (Peygamberlerin getirdiği ilme) mütaallık (bağlı) olarak, onlara verilen şey dahi o mikdârdan ziyâde (ölçüden fazla) ve noksan değildir. Zîrâ, eğer ziyâde (fazla) verilse, teklîf-i mâ-lâ-yutâk olur (gelen tekliflere güçleri yetmezdi) ve eğer noksan verilse, hakları verilmemiş olur. Halbûki Hak Teâlâ  “ellezî a’tâ külle şeyin halkahü sümme hedâ”  (Tâhâ, 20/50) buyurduğu cihetle (yönüyle) , her şeyin hakkı ne ise onu verir. İşte şerâyi’-i Enbiyâdaki (Peygamberlerin getirdiği şeriatlerdeki) ihtilâfın (farklılığın) ve birinin şerîatı geldikte, diğerinin şerîatı mefsûh olmasının (hükümsüz bırakılmasının) hikmeti budur. Ve bu hikmete mebnîdir (dolayıdır) ki, Enbiyânın ba’zısı ba’zısından efdaldir.  (üstündür) “ve lekad fedd’alna ba’dın”  (İsrâ, 17/55) Ve kezâ ümmetlerin dahi ba’zısı ba’zılarından efdaldir (üstündür).

ON ALTINCI   FASIL

DÎN

“Dîn” lügat i’tibâriyle “inkıyâd” (teslim olma) , “cezâ” ve “âdet” ma’nâlarına gelir. Bu ma’nâların üçü de “şer”a (şeriata) naklolunabilir (aktarılabilinir) . İnkıyâdın (teslim olmanın) ma’nâsı budur ki, abd (kul) Nebî’nin (Peygamber’in) cânib-i Hak’tan getirdiği şerîata ya inkıyâd (teslim olur) , ya muhâlefet eder (karşı gelir) . Eğer inkıyâd ederse (boyun eğer, teslim olursa) , Hak Teâlâ dahi ona muvâfık cezâ (uygun karşılık) ile münkad (uymuş) olur ve eğer muhâlefet eder (karşı gelir) ve abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (has, öz esmasının) isti’dâdı afvi iktizâ eylerse, (af dilemesi lazım gelirse) Hak dahi ona afv / ve mağfireti (bağışlanmak) ile münkad (uymuş) olur. Ve eğer abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (has, öz esmasının) isti’dâdı muâhazeyi (azarlanmayı, cezalandırılmayı) taleb ederse (isterse) ,Hak ona kahr ve intikam ile münkad  (uymuş) olup,  ona Kahhâr ve Müntakım isimleriyle tecellî eder.  Ve inkıyâdda (teslimiyette) müessir (tesir edici) olan abdin (kulun) hâlidir. Zîrâ inkıyâd (teslim olmak) abdin (kulun) fiilidir.

Cezâ”nın ma’nâsı da budur ki, Hakk’ın abde (kulda) inkıyâdı (teslimiyeti) , onun fiilinin ivazını i’tâdan (bedelini, karşılığını vermeden) ibârettir. Ve bu ivaz (bedel) abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (öz esmasının) isti’dâdına göre verilir. İvazda (bedelde, karşılığını vermede)  üç sûret (şekil) vardır:

Birisi; abdin (kulun) hoşuna gidecek ve tab’ına (tabiatına, huyuna) mülâyim (hoş) gelecek şeydir. Bunun delîli  “radıyallâhü anhüm ve raduanh”  (Mâide, 5/19) âyet-i kerîmesidir.

İkincisi; abdin (kulun) hoşuna gitmeyecek ve tab’ına (huyuna) mülâyim (hoş) gelmeyecek şeydir. Bunun delîli de “ve men yazlim minküm nuzikhü azaben kebira”  (Furkan, 25/19) âyet-i kerîmesidir.

Üçüncüsü; tab’a (tabiatına) mülâyim (hoş) gelen ve gelmeyen kaydlar (bağlar) ile mukayyed (bağlı) değildir. Bu da muhâlefetin afvıdır (karşıgelmiş olanın affedilmesidir) . Bunun delîli dahi “ve netecâvezü an seyyietihim”  (Ahkaf, 46/16)  âyet-i kerîmesidir İşte abdin (kulun) muktezâ-yı hâline (lâzım gelen durumuna) göre Hakk’ın inkıyâdı (teslimiyeti) cezâ  ve  muâvazadır (karşılığını vermesidir).

“Âded” in  ma’nâsı dahi budur ki, abdin (kulun) inkıyâd (teslim olması) ve muhâlefeti, (karşı çıkması) abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (has, öz esmasının) ahvâlinden (hallerinden) bir haldir. Ve Hakk’ın inkıyâdı (teslimiyeti) ve muâvazası (karşılığını vermesi) dahi kezâlik abdin (kulun) ayn-ı sâbitesinin (öz esmasının) ahvâlinden (hallerinden) bir haldir. Binâenaleyh (nitekim) abdin  (kulun) inkıyâdı (teslim olması) hâl-i evvel (öncesi durumu) ve Hakk’ın muâvazası (karşılığını vermesi) da hâl-i sânîdir (ikinci halidir) . Hâl-i sânî, (ikinci hali) hâl-i evveli (ilk halini) ta’kip ettiği için, ona “ıkab” ve “ukubet” dahi denir. Bu i’tibâr ile  “ukubet”   mülâyim (hoş) ve gayr-ı mülâyim olan ivâza şâmildir (hoşlanmadığı şekilde karşılık vermeyi içerir) .  Velâkin örf-i şer’î (şeriat hükümlerinde) , ivaz-ı mülâyime (hoş bir şekilde karşılık vermeyi) “sevâb” ve  gayr-ı mülâyime (hoş olmayan şeklini)  “ıkab”  tesmiye etmiştir.  (ceza, azab olarak isimlendirmişlerdir)

İmdi abdin ayn-ı sâbitesinin (öz esmasının) bu zikrolunan (adı geçen) hâl-i evveli (ilk hali) ve sânîsi (ikincisi) kendi üzerine avdet ettiği (döndüğü) için dîn “âdet”tir. Gerçi “âdet” denildiği vakit, akla gelen şey, bir emrin aynı ile kendi hâline avdeti (gene kendine dönmesi) ma’nâsına ise de, böyle “âdet” hakîkatte vâki’ değildir. Zîrâ “âdet” tekrârdır. Ve tecellîde ise tekrâr yoktur. Belki mükerrer (tekrarlandığı) zannolunan şeyler, yekdîğerinin mislidir (bir diğerinin benzeridir) . Meselâ abd (kul) ,  emre inkıyâden (uyarak) sabah namazını kıldı. Hak dahi onun tab’ına (huyuna) / mülâyim muâvaza (hoş gelecek biçimde karşılık vermesi) ile inkıyâd eyledi ( teslim etti) .  Ertesi gün yine sabah namazını kıldı; yine ivâza (karşılığına) nâil oldu. Namaz abdin (kulun) fiili olup, ayn-ı sâbitesi (öz esması) hasebiyle Hakk’ın kendisine bir tecellîsinden (oluşumundan) ibârettir ve abdin (kulun) hâlidir. Ve muâvaza (karşılık olarak vermesi) dahi Hakk’ın bir tecellîsi (oluşumu) olup o da abdin (kulun) ayn-ı sâbitesi (öz esmasının) hasebiyle vâki’ olur (gerçekleşir).  Bu da abdin (kulun) hâl-i sânîsidir (ikinci halidir). İmdi, namazların ve muâvazaların (bedellerinin) sûretleri mükerrer (tekrarlanır) görünür. Bu i’tibâr ile dîn “âdet”tir. Velâkin bu sûretler yekdîğerinin (bir diğerinin) aynı olmayıp, müşâbihidir (benzerleridir) .  Bu i’tibârla da “âdet” değildir. Ve kezâ namaz kılmak abdin (kulun) ahvâlinden (hallerinden) bir hal olduğu gibi, onun ayn-ı sâbitesinin (öz esmasının) ahvâline (haline) göre vâki’ olan  (gerçekleşen) muâvaza (karşılık) dahi, o hâli ta’kîp eden ikinci haldir. Ve hâl-i evveli (ilk hali) ta’kîp eden ikinci hâl ise bi’t-tabi’ (tabi olarak) cezâ değildir. Binâenaleyh (nitekim), “dîn” bir vech (yönü) ile “cezâ ve âdet” ve bir vech (yönü) ile de “cezâ ve âdet” değildir.

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://afyuksel.com

30.05.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail