ON
BEŞİNCİ FASIL
İHTİLÂF-I
ŞERÂYİ
Ma’lûm
olsun ki, mertebe-i ilimde (ilim
mertebesinde) sâbit
(var)
olan
suver-i esmâiyyenin mezâhiri
(esmâ sûretlerinin açığa çıktığı yer) ve
onlara âit olan kemâlât, hazret-i şehâdette,
(içinde bulunduğumuz âlemde) hazâin-i
ilâhiyyeden (İlâhi
hazinelerden) kader-i
ma’lûm üzere tedrîcen (kaderinde
bilineni kadarıyla aşama aşama) nâzil
olur (iner)
. Nitekim,
Hak Teâlâ buyurur: “İn
min şeyyin illâ indena hazâinuhü vema nünezzilühû illâ bikaderin
ma’lûm”
(Hicr, 15/21)
ve mebâhis-i sâbıkada (daha
önceki mevzularda) beyân
olunduğu (açıklandığı)
üzere,
vücûd, henüz nebât ve cemâd (maden)
ve
hayvan mertebelerine mülâbis (iç
içe, bitişik) iken,
bu sûretlerden hiçbiri emânet-i ilâhiyye’yi kabûl etmedi. Zîrâ
onların isti’dâtı bu hamûleyi (yükü)
yüklenmeye
müsâit değildi. Tekâmülât-ı tedrîciyye (yavaş
yavaş gelişme) netîcesinde
insan zâhir oldu (meydana
geldi)
.
Her ne
kadar ibtidâî (ilk)
insanlarda
emânet-i mezkûreden (adı
geçen emanetten) ibâret
olan hayat, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatları
fiilen zâhir olmuş (fiil
olarak meydana çıkmış) ise
de, isti’dâtlarında dakayık (incelikleri,
anlaşılması güç olan şeyleri) ve
maârifi
(bilgileri, ilmi) hazmedecek
(sindirecek)
kadar vüs’at
(güç,
takat) olmadığından,
ilk Peygamber olan Âdem (a.s.)’a ancak onların isti’dâdına muvâfık
(uygun)
olarak
on suhuftan (sayfadan)
ibâret
ahkâm-ı İlâhiyye (ilâhi
hükümler) nâzil
oldu (indi)
.
Zîrâ,
beşeriyyet (insanlar)
hâl-i
tufûliyyette (çoçukluk
halinde) idi.
Beşeriyetin (insanların)
isti’dâdı
peyderpey (aşama
aşama) inkişâf
ettikçe (açığa
çıktıkça, geliştikçe),
her bir
karnda (çağda)
kendilerinden
isti’dâdlarına göre birer Nebî (Peygamber)
zâhir
oldu (meydana
çıktı)
.
Nitekim,
Hak Teâlâ buyurur:
“Lekad câeküm Rasûlun
min enfüsikum”
(Tevbe, 9/128)
Ve bu Resûller o ümmetlerden her birinin ilm-i İlâhide birer muallimidir
(öğretmendir)
. Âlem-i
şehâdet (içinde
bulunduğumuz âlem) bir
mektebe ve her bir karndaki (çağdaki)
ümem (ümmetler)
de
birer sınıfa ve her ümmetin Resûlü dahi bir muallime (öğretmene)
müşâbihtir
(benzer)
. Nitekim,
(s.a.v.) Efendimiz: “Ben muallim olarak ba’s olundum(gönderildim)”
buyururlar. Meselâ, sekiz sınıf üzerine müretteb olan (kurulan)
bir
mektebin, sekizinci sınıf muallimi, birinci sınıftaki tâliblere (talebeye)
,
o dersi
vermek üzere gönderilse abes olur. Zîrâ o muallimin (öğretmen)
dersini,
henüz mübdedî (yeni
başlamış) olan
tâlibler (talebeler)
anlayamaz.
Bunun gibi, her karndaki (çağdaki)
insanlara
Hâtem-i Enbîyâ (son
Peygamber) (s.a.v.)
Efendimiz’in şerîat-i mutahharaları (mübarek
dini hükümler) ile
hitâp olunmadı.
Onun
ümmet-i merhûmesi (şanslı,
rahmet isabet etmiş
ümmeti) müntehî
(son)
sınıf
talebesi mesâbesinde (derecesinde)
olduğundan,
külliyyât ve cüz’iyyât-ı esrârı câmi’
(bütününün ve kısımlarının
gizliliklerini kendinde toplamış) olan
Kur’ân ile muhâtab oldular. Ve Hâtem-i Enbiyâ’dan (son
Peygamber’den) sonra
rûy-i zemînde (yeryüzünde)
ümem-i
sâbıkanın (geçmiş
ümmetlerin) isti’dâtına
mutâbık (uygun)
olan şerâyi’
(şeriatler)
ile
amel mehy (yönelme)
olundu.
Zîrâ nüzûl-i Kur’ân’dan (Kur’ân’ın
inmesinden) sonra
rûy-i zemîndeki (yeryüzündeki)
insanların
cümlesi (hepsi),
ümmet-i
Muhammed’dir. Kabûl edenler “ümmet-i icâbet” ten (kabul
edenlerden) /
ve reddedenler “ümmet-i da’vet” tendir. Hâtem-i Enbiyâdan (son
Peygamber’den) sonra
gelen insanların mertebe-i isti’dâdına nazar (istidadının
derecesine bakılacak) olunursa,
Kur’ân’a muhâtab olmaya lâyık oldukları tezâhür eyler (meydana
çıkar)
.
Zîrâ
îsâ (A.s.)’ın vilâdetinden (doğumundan)
(S.a.v.)
Efendimiz’in bi’set-i seniyyelerine (mübarek
gönderilişine) kadar
mürûr eden (geçen)
beş yüz
küsur sene zarfında, âlem-i Nasrâniyyet (Hıristiyanlık
âlemi) cehl
(cahillik)
içinde
pûyân (kendini
kaptırmış) idi.
Onların terakkiyâtı (ilerlemeleri)
bi’set-i
seniyyeden (s.a.v.
Efendimiz’in gönderilmesinden) sonradır.
Zîrâ cümlesi ümmet-i Muhammed’den olup, isti’dâd ciheti (yönü)
ile ümem-i
sâbıkaya (önce
gelmiş ümmetlere) tafazzul
etmişlerdir
(üstünlük taslamışlardır)
.
Ve’l-hâsıl
isti’dâdât-ı beşer (insanların
istidatları) ale’t-
tedrîc (dereceli
olarak) tekâmül
ettiğinden (ilerlediğinden,olgunlaştığından)
,
peyderpey
(birbiri
arkasına) zuhûr
eden (meydana
çıkan) Enbiyâ
dahi, onların isti’dâdına muvâfık (uygun)
ahkâm-ı
ilâhiyye (ilahi
hükümler) ve
fühûmuna mutâbık (anlayışına
uygun) hitâbât-ı
Rabbâniyye (Rabbi
hitap) ile
geldiler. Binâenaleyh (nitekim),
her
bir Nebî’ye (Peygamber’e)
verilen
ilm-i Risâlet (Peygamberlik
ilmi)
, ümmetlerinin
isti’dâdından ne ziyâde (fazla)
,
ne de
noksandır. Ya’nî her birinin ümmeti, ulûm (ilimler)
ve maâriften
bilgilerden
ne mikdâra
muhtâç ise, ilm-i Risâlete (Peygamberlerin
getirdiği ilme) mütaallık
(bağlı)
olarak,
onlara verilen şey dahi o mikdârdan ziyâde (ölçüden
fazla) ve
noksan değildir. Zîrâ, eğer ziyâde (fazla)
verilse,
teklîf-i mâ-lâ-yutâk olur
(gelen tekliflere güçleri yetmezdi)
ve eğer noksan verilse, hakları verilmemiş olur. Halbûki Hak Teâlâ
“ellezî a’tâ külle
şeyin halkahü sümme hedâ”
(Tâhâ, 20/50)
buyurduğu cihetle (yönüyle)
,
her
şeyin hakkı ne ise onu verir. İşte şerâyi’-i Enbiyâdaki (Peygamberlerin
getirdiği şeriatlerdeki) ihtilâfın
(farklılığın)
ve
birinin şerîatı geldikte, diğerinin şerîatı mefsûh olmasının (hükümsüz
bırakılmasının) hikmeti
budur. Ve bu hikmete mebnîdir (dolayıdır)
ki,
Enbiyânın ba’zısı ba’zısından efdaldir.
(üstündür)
“ve lekad fedd’alna
ba’dın”
(İsrâ, 17/55)
Ve kezâ ümmetlerin dahi ba’zısı ba’zılarından efdaldir (üstündür).
ON
ALTINCI
FASIL
DÎN
“Dîn”
lügat i’tibâriyle “inkıyâd” (teslim
olma)
,
“cezâ”
ve “âdet” ma’nâlarına gelir. Bu ma’nâların üçü de “şer”a
(şeriata)
naklolunabilir
(aktarılabilinir)
.
İnkıyâdın
(teslim
olmanın) ma’nâsı
budur ki, abd (kul)
Nebî’nin
(Peygamber’in)
cânib-i
Hak’tan getirdiği şerîata ya inkıyâd (teslim
olur) ,
ya muhâlefet
eder (karşı
gelir)
.
Eğer
inkıyâd ederse (boyun
eğer, teslim olursa)
,
Hak Teâlâ
dahi ona muvâfık cezâ
(uygun karşılık) ile
münkad (uymuş)
olur
ve eğer
muhâlefet eder (karşı
gelir) ve
abdin (kulun)
ayn-ı
sâbitesinin (has,
öz esmasının) isti’dâdı
afvi iktizâ eylerse, (af
dilemesi lazım gelirse) Hak
dahi ona afv / ve mağfireti (bağışlanmak)
ile
münkad (uymuş)
olur.
Ve eğer abdin (kulun)
ayn-ı
sâbitesinin (has,
öz esmasının) isti’dâdı
muâhazeyi (azarlanmayı,
cezalandırılmayı) taleb
ederse (isterse)
,Hak
ona kahr ve intikam ile münkad (uymuş)
olup, ona
Kahhâr ve Müntakım isimleriyle tecellî eder. Ve
inkıyâdda (teslimiyette)
müessir
(tesir
edici) olan
abdin
(kulun) hâlidir.
Zîrâ inkıyâd (teslim
olmak) abdin
(kulun)
fiilidir.
“Cezâ”nın
ma’nâsı da budur ki, Hakk’ın abde (kulda)
inkıyâdı
(teslimiyeti)
,
onun
fiilinin ivazını i’tâdan
(bedelini, karşılığını vermeden)
ibârettir.
Ve bu ivaz (bedel)
abdin (kulun)
ayn-ı
sâbitesinin (öz
esmasının) isti’dâdına
göre verilir. İvazda (bedelde,
karşılığını vermede)
üç
sûret (şekil)
vardır:
Birisi;
abdin (kulun)
hoşuna
gidecek ve tab’ına (tabiatına,
huyuna) mülâyim
(hoş)
gelecek
şeydir. Bunun delîli
“radıyallâhü anhüm
ve raduanh”
(Mâide, 5/19) âyet-i
kerîmesidir.
İkincisi;
abdin (kulun)
hoşuna
gitmeyecek ve tab’ına (huyuna)
mülâyim
(hoş)
gelmeyecek
şeydir. Bunun delîli de “ve
men yazlim minküm nuzikhü azaben kebira”
(Furkan, 25/19)
âyet-i kerîmesidir.
Üçüncüsü;
tab’a (tabiatına)
mülâyim
(hoş)
gelen
ve gelmeyen kaydlar (bağlar)
ile
mukayyed (bağlı)
değildir.
Bu da muhâlefetin afvıdır (karşıgelmiş
olanın affedilmesidir)
.
Bunun
delîli dahi “ve netecâvezü
an seyyietihim”
(Ahkaf, 46/16) âyet-i
kerîmesidir İşte abdin (kulun)
muktezâ-yı
hâline (lâzım
gelen durumuna) göre
Hakk’ın inkıyâdı (teslimiyeti)
cezâ
ve muâvazadır
(karşılığını
vermesidir).
“Âded”
in ma’nâsı
dahi budur ki, abdin (kulun)
inkıyâd
(teslim
olması) ve
muhâlefeti, (karşı
çıkması) abdin
(kulun)
ayn-ı
sâbitesinin (has,
öz esmasının) ahvâlinden
(hallerinden) bir
haldir. Ve Hakk’ın inkıyâdı (teslimiyeti)
ve
muâvazası
(karşılığını vermesi) dahi
kezâlik abdin (kulun)
ayn-ı
sâbitesinin (öz
esmasının) ahvâlinden
(hallerinden)
bir
haldir. Binâenaleyh (nitekim)
abdin
(kulun)
inkıyâdı
(teslim olması) hâl-i
evvel (öncesi
durumu) ve
Hakk’ın muâvazası (karşılığını
vermesi) da
hâl-i sânîdir
(ikinci halidir)
. Hâl-i sânî, (ikinci
hali) hâl-i
evveli (ilk
halini) ta’kip
ettiği için, ona “ıkab” ve “ukubet” dahi denir. Bu i’tibâr ile
“ukubet”
mülâyim (hoş)
ve
gayr-ı mülâyim olan ivâza şâmildir (hoşlanmadığı
şekilde karşılık vermeyi içerir)
. Velâkin
örf-i şer’î (şeriat
hükümlerinde)
,
ivaz-ı
mülâyime
(hoş bir şekilde karşılık vermeyi) “sevâb”
ve gayr-ı
mülâyime (hoş
olmayan şeklini)
“ıkab”
tesmiye etmiştir. (ceza,
azab olarak isimlendirmişlerdir)
İmdi
abdin ayn-ı sâbitesinin (öz
esmasının) bu
zikrolunan (adı
geçen) hâl-i
evveli (ilk
hali) ve
sânîsi (ikincisi)
kendi
üzerine avdet ettiği (döndüğü)
için dîn
“âdet”tir. Gerçi “âdet” denildiği vakit, akla gelen şey, bir
emrin aynı ile kendi hâline avdeti (gene
kendine dönmesi) ma’nâsına
ise de, böyle “âdet” hakîkatte vâki’ değildir. Zîrâ “âdet”
tekrârdır. Ve tecellîde ise tekrâr yoktur. Belki mükerrer (tekrarlandığı)
zannolunan
şeyler, yekdîğerinin mislidir (bir
diğerinin benzeridir)
.
Meselâ
abd (kul)
, emre
inkıyâden (uyarak)
sabah
namazını kıldı. Hak dahi onun tab’ına (huyuna)
/ mülâyim
muâvaza (hoş
gelecek biçimde karşılık vermesi) ile
inkıyâd eyledi (
teslim etti)
. Ertesi
gün yine sabah namazını kıldı; yine ivâza (karşılığına)
nâil
oldu. Namaz abdin (kulun)
fiili
olup, ayn-ı sâbitesi (öz
esması) hasebiyle
Hakk’ın kendisine bir tecellîsinden (oluşumundan)
ibârettir
ve abdin (kulun)
hâlidir.
Ve muâvaza (karşılık
olarak vermesi) dahi
Hakk’ın bir tecellîsi (oluşumu)
olup
o da abdin (kulun)
ayn-ı
sâbitesi (öz
esmasının) hasebiyle
vâki’ olur (gerçekleşir).
Bu
da abdin (kulun)
hâl-i
sânîsidir (ikinci
halidir).
İmdi,
namazların ve muâvazaların (bedellerinin)
sûretleri
mükerrer (tekrarlanır)
görünür.
Bu i’tibâr ile dîn “âdet”tir. Velâkin bu sûretler yekdîğerinin (bir
diğerinin) aynı
olmayıp, müşâbihidir (benzerleridir)
. Bu
i’tibârla da “âdet” değildir. Ve kezâ namaz kılmak abdin (kulun)
ahvâlinden
(hallerinden)
bir hal
olduğu gibi, onun ayn-ı sâbitesinin (öz
esmasının) ahvâline
(haline) göre
vâki’ olan (gerçekleşen)
muâvaza
(karşılık)
dahi, o
hâli ta’kîp eden ikinci haldir. Ve hâl-i evveli (ilk
hali) ta’kîp
eden ikinci hâl ise bi’t-tabi’ (tabi
olarak) cezâ
değildir. Binâenaleyh (nitekim),
“dîn”
bir vech (yönü)
ile
“cezâ ve âdet” ve bir vech (yönü)
ile de
“cezâ ve âdet” değildir.
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://afyuksel.com
30.05.2001
|