15.Bölüm


ON YEDİNCİ   FASIL 

MEVT

Âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) mevt (ölüm) denilen hâl, in’idâm-ı sûretten (sûretin yok olmasından) ibârettir. Bu da iki vecih (yönü) ile vâki’ olur (gerçekleşir):

Bir vechi (yönü) budur ki, teceddüd-i emsâl bahsinde (konusunda) îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere, vücûd-ı mümkin (evrenin madde yapısı) tarfetü’l-ayn (bir göz açıp kapama anı) içinde ma’dûm (yok) ve mevcûd (var) olur. Bu in’idâm (yok oluş) mevttir (ölümdür) .  Bu husûsta cemâd, nebât, hayvan ve insan müşterektirler (dahildirler) . Bu hal cemâdda (cansız varlıklarda) gayr-ı mahsüs (beş duyu ile fark edilmez) ve nebât ve hayvan ve insanda tedkîkat-ı fenniyye (ilmi yollarla, araştırmalar) ile mahsüstür (anlaşılabilir, hissedilebilir) .  Ve tarfetü’l- aynda (an içinde) bi’l-cümle vücûdât-ı mümkinenin (mevcût olan varlıkların hepsinin) iktizâ-yı zâtîsi (zâtının gereği) hasebiyle vâki’ olan (gerçekleşen) bu in’idâm (yok oluş) ve mevt (ölüm) , ehl-i keşf olan kümmelîn (kâmiller) indinde meşhûddur (görülüp bilinendir).

İkinci vecih budur ki, herhangi bir sûret-i muayene-i mevcûde (mevcûd olan herhangi belli bir sûret) bir daha aynen zâhir olmamak (görülmemek) üzere bozulur. Ve o mevcûdun ayn-ı sâbitesi (öz esması) ve hakîkatı onun rûhu ve sûret (beden) o rûhun mazharı ve mir’âtı (görüldüğü yer ve aynası) olduğu için, o sûret (beden) bir sebeb tahtında  (altında) mün’adim (yok) olmakla berâber, o rûh artık ondan alâkasını kesmiş bulunur. Ve bu in’idâma (yok oluşa) “mevt-i ıztırârî” (mecbûri ölüm) derler. Bunda cemî’-i mevcûdâd-ı mümkine (bütün mevcût olan varlıklar) müşterektir (dahildir).

Üçüncü vecih “mevt-i ihtiyârî” dir (kendi isteği, iradesi ile gerçekleşen ölümdür) .  Bu da insana mahsûstur (özgüdür) .  Ve bu mevt (ölüm) bi’l-cümle hevâ-yı nefisten (nefsin isteklerinden) ve lezzât-ı cismâniyye (bedeni lezzetlerden) ve müşteheyât-ı nefsâniyyeden (nefsin iştahını çeken şeylerden) ve muktezayât-ı tabîat (tabiatının gereklerinden) ve şehvetten fânî olmaktır. (ölmektir)

Beyit:

(Tercüme) “Hevâ-yı nefisten (nefsin isteklerinden) i’râz etmek (sakınmak) serverliktendir (önderlikten, büyüklüktendir) ; / Terk-i hevâ (arzuları terk etmek) kuvvet-i Peygamberîdir.”

Bu mevt-i ihtiyârî (kendi iradesi ile ölüm) ,  bir İnsan-ı Kâmil’in dâmenine teşebbüs edip, (eteklerine yapışıp) onun terbiyesi tahtında (altında) bulunmak ile mümkindir. Istılâh-ı muhakkıkînde (hakikâte erenlerin tanımlamalarında) buna “mevt-i ahmer” (kırmızı ölüm) derler. Ve... hadîs-i şerîfî bu mevt-i ihtiyârîye (kendi isteği ile ölüme) işârettir. Ve (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Sıddîk-ı  A’zam hakkında buyururlar: “Kim ki yeryüzünde yürüyen ölüye nazar etmek (bakmak) isterse, Ebû Bekr’e baksın.”

Beyt:

Hayât-ı câvidânî sırrını şeyhden suâl ettim

“Oğul, ölmezden evvel öl” deyince intikal ettim.

İmdi bu nevi’ mevte (ölüme) mukabil (karşılık) ,  üç nevi’ (çeşit) hayât vardır:

Birisi odur ki; Hayy-i lâ-yemût (canlı ve ölümsüz) olan vücûd-ı hakîkînin (evrenin) her bir tarfetü’l-ayn (göz açıp kapama anı)  içinde nefes-i rahmânîsi ve imdâd-ı feyzi (yetişen feyzi) ile mevcûdât-ı mümkineye (mevcût varlıklara) lâ-yenkatı’ (kesilmemeksizin) vâsıl olur (ulaşır) . Bu hayât birinci mevte (ölüme) tekabül eder (karşılıktır).

İkincisi; berzah-ı sânî-i melekûtîdeki (ikinci berzahtaki (uruçta)  melekût boyutta olan) hayâttır. İnsanın bu hayâtı âlem-i şehâdetten (dünyadan) intikalden (göçtükten) sonra bed’ eder (başlar) . Bu hayât dahi, ikinci mevt-i tabîîyye (tabii ölüme) mukabildir (karşılığıdır).

Üçüncüsü; hayât-ı ebediyye-i kalbiyyedir ki, (yaşam boyunca kalbin) izâfât-ı nefsâniyyeden (nefsin bağlarından, isteklerinden) insilâh (kurtulmak) vâsıtasıyla ve sıfât-ı kalbiyye (kalbî sıfatlar) ile ittisâf (vasıflanmak) sebebiyle hâsıl olur. Bu da mevt-i ihtiyârî (kendi isteği ile gerçekleşen ölüm) mukabilindedir (karşılığındadır) .  Bu mevt (ölüm) ve hayât, ancak nev’-i insâna mahsûstur (insanlara  aittir).

Gülşen-i Râz’ dan:

Tercüme: “nev’-i insan (insan türü) için üç türlü ölüm vardır: Birisini, her lahza (her an gerçekleşen) zâtın hasebi üzere (zâtın bakımından) bil. İkincisi, mevt-i ihtiyârîdir. (kendi iradesi ile olan ölümdür) Üçüncüsü, ıztırârî olarak ölmektir (istek dışı mecburi ölümdür) .  Mâdemki ölüm ve hayât mukabildir (karşılıklıdır), binâenaleyh (nitekim) onun hayâtı da üç menzilde (konaklama yerleri de) üç türlüdür.”

ON SEKİZİNCİ   FASIL

BERZAH

Berzah  (ara, fasıl) “vakt-i mevt (ölüm vakti) ile zamân-ı kıyâmet arasındaki fâsıla-i zamâniyyedir” (ara zamandır) ve “yekdîğerine (biri diğerine) muhâlif (karşı) olan iki şey arasında hâil (engel) olan şey”e derler. O iki şeyin ister yekdîğerine (bir diğerine) münâsebeti (ilişkisi) olsun, ister olmasın, berzahın vücûdu tasavvur olunabilmek (düşünebilmek) için, mutlaka iki şeyin vücûdu  lâzımdır. Nitekim mâzî (geçmiş zaman) ve müstakbel (gelecek zaman) arasındaki berzah (ara) “zamân-ı hâl” dir. Mertebe-i ervâh (ruhlar mertebesi) ile ecsâm-ı kesîfe (yoğunlaşmış madde) arasındaki berzah (ara) “mertebe-i misâl” dir. Ve cennet ile cehennem arasındaki berzah “A’râf”dır. Hayvânât ile insan arasındaki berzah “maymun”dur. Nebâtât ile hayvânât arasındaki berzah “hurma ağacı”dır. Nebâtât ile cemâdât arasındaki berzah “mercan”dır. Ve kıs-alâ-hâzâ (buna göre kıyas et) . Ba’de’l-mevt (ölümden sonra) âlem-i berzaha intikal eden şey insanın heykeli ve cesedi değil, belki hakîkat-ı şahsiyyesidir. Zîrâ cesed-i unsurî (madde beden) bu âlemin eczâsındandır (parçalarındandır) ; ba’de’l- mevt (ölümden sonra) yine bu âlemde inhilâl eder (dağılır, çürür) . Zâten teceddüd-i emsâl bahsinde îzâh olunduğu (açıklandığı) üzere bu cesed-i unsurî (unsurlardan meydana gelmiş ceset) arazdan (iki zamanda var olmayan şeyden) )  ibâret olup, iki zamanda bâkî kalmadığından, mevt-i ıztırârîden mukaddem (farz olan ölümden önce) dahi inhilâlât (çözülmeler) içindedir. Velâkin, hakîkat-ı şahsiyyenin taalluku (ilişkisi) , o heykelden  munkatı’ (kesilmiş) olmadığından kaim (ayakta ve var) görünür. Mevt-i ıztırârîde (mecburi ölüm) ise bu hakîkat-ı şahsiyyenin alâkası külliyyen munkatı’ (tamamen kesilmiş) olup, o hakîkat berzaha intikal eder (geçer) .  Ve âlem-i berzahın maddesine münâsib (uygun) bir heykel (beden) taalluk eder. İsm-i zâhir’in (zâhir esmâsının) mazharı (çıktığı, göründüğü yer) olan âlem-i şehâdetteki (içinde bulunduğumuz alemde) teklîfât-ı ilâhiyye (Allah’ın emirleri) üzerine ism-i Bâtın’ın (bâtın esmâsının) mazharı (çıktığı, göründüğü yer) olan berzahta mütekevvin olan (var olan oluşan) a’mâl (amel) ve ahlâkının suver-i hasene (iyilikleri) veyâ kabîhasını, (kötülüklerini) insan / berzahta kendi karîni (arkadaşı) olarak bulur. İn’idâm-ı sûretten (sûretin yok olmasından) sonra, cemî’-i mevcûdât (bütün var olanlar)  berzaha intikal edip (göçüp)  mezâhir-i Cemâliyyeden (Cemâl esmasının mazharı) olanlar mahall-i Cemâl’de (Cemâl mahallinde) ve mezâhir-i Celâliyye’den (celâl esmâsının mazharı) olanlar da mahall-i Celâl’de zâhir olurlar (meydana çıkarlar) .  Fakat yalnız emânet-i İlâhiyye’yi hamle (taşıma)  isti’dâdından nâşî (ötürü) ,  kendisine teklif vâki’ olan (Allah’ın emirlerinin ulaştığı) insan için suâl vardır. Diğerleri mükellef olmadığından, onlara suâl yoktur. Ve suâl ve cevâb herkese kendi hakîkatinin keşfinden (bilmesinden) ibârettir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:  “Ve câet küllü nefsin meahâ sâikûn ve şehid lekad künte fî gafletin min hâzâ fekeşefna anke gıtâeke febesarukel yevme hadid”  (kaf, 50/21) Ya’nî: “Her bir nefis, kendisi ile berâber sâik (yönlendiricisi) ve şâhid olduğu halde gelir ve ona denir ki: Sen bundan gaflette idin, biz senden perdeyi kaldırdık. Bu günde senin basarın keskindir. (görüşün açıktır)

Keşf-i gıtâ  (perdenin fark edilmesi) bir tecellî (oluşum) ile vâki’ olur (gerçekleşir) .  Bu tecellî (oluşum) içinde herkesin suâli ve cevâbı vâki’ olmuş (gerçekleşmiş) olur. Zîrâ  “innallâhe serîûl hisâb”  (Âl-i İmrân, 3/199) buyurulur. Nitekim, bu âlemde mevsim-i bahar (bahar mevsimi) bir tecellîden (oluşumdan)  ibârettir. Ve bu tecellî-i âmm (umuma olan oluşum)  “Neniz var?” suâlinden ibârettir. İşte bu tecellî-i âmm (umuma olan oluşum) netîcesinde gül ve diken ve tatlı ve acı meyve ağaçları cevaplarını verip: “Bizim isti’dâdımız budur, bunları getirdik” derler. Binâenaleyh (nitekim), herkesin sâik (yönlendiricisi) ve şâhidi kâffe-i mevâtında (görülen bütün duraklarda) kendisi ile berâber olan isti’dâd-ı zâtisidir (kendi istidâdıdır) . Bu berzahın ahvâline müteallık (bu ara zamanın durumu ile ilgili) ba’zı ma’lûmât “mertebe-i misâl” bahsinde i’tâ edilmiş (verilmiş) olduğundan burada tekrârı zâiddir.

ON DOKUZUNCU   FASIL

KIYÂMET

Kıyâmetin envâ’ı (çeşitleri) vardır.

Bunlardan birincisi; her ân ve sâatte vuku bulandır (olandır).  Zîrâ avâlim (âlemler) her ânda gaybdan (bilinmeyen âlemden) şehâdete (görülen âleme) ve âlem-i şehâdetten âlem-i gayba dâhil olur. Ve bu avâlimin fâsidât (bu alemlerin bozulup yok olanları) ve kâinât (evren) ve maânî (manâlar) ve ecsâm (cisimler) gibi bi’l-cümle envâ’ının (çeşitlerin hepsi) şehâdetten (içinde bulunduğumuz âlemden) gayba (gizli, bilinmeyen âleme) ve gaybdan şehâdete duhûl ve hurûcunu (giriş ve çıkışını) , alâ-tarîkı’l-ihâta, (ihâta yoluyla, kuşatması sebebiyle) ancak Cenâb-ı Hak bilir. Zîrâ bu ilim /zevk-ı hibret-i İlâhiyye’den ibârettir. Bunda hiç kimsenin iştirâki (ortaklığı) yoktur.

İkincisi;  “mevt-i ıztırârî” ile  (istek dışı meydana gelen mecburi ölüm ile) vâki’ olandır. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: “Ölen kimsenin kıyâmeti kopar” buyururlar.

Üçüncüsü;  mevt-i irâdî ve ihtiyârî” ile (kendi isteği ve iradesi ile olan ölüm ile) olur. Sâlik (Hak yolcusu) bu mevt (ölüm) ve kıyâmetten sonra âlemde (dünyada) neş’e-i âhiret (âhiret neşesi) üzerine yaşar. İşte buna mebnîdir (işte bundan dolayıdır) ki, meyyite (ölüye) münkeşif (açılmış) olan ahvâl (durumlar) hîn-i sülûkünde (Hak yolunda ilerlemesi halinde) sâlike (Hakk yolunda ilerleyene) de münkeşif (açılmış, görmüş) olur. Ve bu hâle “kıyâmet-i suğrâ” tesmiye ederler (bu hale Küçük kıyamet derler).

Dördüncüsü; ârifîn-i billâh hazarâtına (hazretlerine) fenâ-fillah ve baka-billâhtan sonra vahdet-i tâmme (noksansız, tam bir teklik hali) ve inkıhâr-ı keserât (çoklukların yok olması) hâlinin zuhûrudur (meydana çıkışıdır) . Ârifin nefsinde vâki’ (kendi nefsinde gerçekleşmiş) olan bu tecellîye de (oluşuma da) kıyâmet-i kübrâ” derler (büyük kıyamet denir).

Beşincisi; bi’l-cümle (bütün) kâinât için mev’ûd (belirlenmiş) ve muntazar olan (beklenen) kıyâmettir ki, Hak Teâlâ nazm-ı celîlinde:  “İnnessâate âtiyetün lâ raybe fiha”  (Hac, 22/7) ve   “innessâate âtiyetün ekâdü uhfîhâ”  (Tâhâ, 20/15) ve emsâli (benzeri) âyât-ı Kur’âniyyedir (Kur’an âyetleridir) . Bu “kıyâmet-i kübrâ” (büyük kıyamet) hakkında esnâ-yı şerhte (açıklama sırasında) dahi sırâsı geldikçe tafsîlât-ı kâfiyye i’tâ edilecektir (geniş açıklamalar verilecektir).

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://sufizmveinsan.com
13.06.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail