ON
YEDİNCİ FASIL
MEVT
Âlem-i
şehâdette (içinde
bulunduğumuz âlemde) mevt
(ölüm)
denilen
hâl, in’idâm-ı sûretten (sûretin
yok olmasından) ibârettir.
Bu da iki vecih (yönü)
ile
vâki’ olur (gerçekleşir):
Bir
vechi (yönü)
budur
ki, teceddüd-i emsâl bahsinde (konusunda)
îzâh
olunduğu (açıklandığı)
üzere,
vücûd-ı mümkin (evrenin
madde yapısı) tarfetü’l-ayn
(bir
göz açıp kapama anı) içinde
ma’dûm (yok)
ve
mevcûd (var)
olur.
Bu in’idâm (yok
oluş) mevttir
(ölümdür)
. Bu
husûsta cemâd, nebât, hayvan ve insan müşterektirler (dahildirler)
.
Bu
hal cemâdda (cansız
varlıklarda) gayr-ı
mahsüs (beş
duyu ile fark edilmez)
ve nebât ve hayvan ve insanda tedkîkat-ı fenniyye (ilmi
yollarla, araştırmalar) ile
mahsüstür (anlaşılabilir,
hissedilebilir)
. Ve
tarfetü’l- aynda (an
içinde) bi’l-cümle
vücûdât-ı mümkinenin (mevcût
olan varlıkların hepsinin) iktizâ-yı
zâtîsi (zâtının
gereği) hasebiyle
vâki’ olan (gerçekleşen)
bu
in’idâm (yok
oluş) ve
mevt (ölüm)
,
ehl-i
keşf olan kümmelîn (kâmiller)
indinde
meşhûddur (görülüp
bilinendir).
İkinci
vecih budur ki, herhangi bir sûret-i muayene-i mevcûde (mevcûd
olan herhangi belli bir sûret) bir
daha aynen zâhir olmamak (görülmemek)
üzere
bozulur. Ve o mevcûdun ayn-ı sâbitesi (öz
esması) ve
hakîkatı onun rûhu ve sûret (beden)
o
rûhun mazharı ve mir’âtı (görüldüğü
yer ve aynası) olduğu
için, o sûret (beden)
bir
sebeb tahtında (altında)
mün’adim
(yok) olmakla
berâber, o rûh artık ondan alâkasını kesmiş bulunur. Ve bu in’idâma
(yok
oluşa) “mevt-i
ıztırârî” (mecbûri
ölüm) derler.
Bunda cemî’-i mevcûdâd-ı mümkine (bütün
mevcût olan varlıklar) müşterektir
(dahildir).
Üçüncü
vecih “mevt-i ihtiyârî” dir (kendi
isteği, iradesi ile gerçekleşen ölümdür)
. Bu
da insana mahsûstur (özgüdür)
. Ve
bu mevt (ölüm)
bi’l-cümle
hevâ-yı nefisten (nefsin
isteklerinden) ve
lezzât-ı cismâniyye (bedeni
lezzetlerden) ve
müşteheyât-ı nefsâniyyeden
(nefsin iştahını çeken şeylerden) ve
muktezayât-ı tabîat (tabiatının
gereklerinden) ve
şehvetten fânî olmaktır. (ölmektir)
Beyit:
(Tercüme)
“Hevâ-yı nefisten (nefsin
isteklerinden) i’râz
etmek (sakınmak)
serverliktendir
(önderlikten,
büyüklüktendir)
; /
Terk-i
hevâ (arzuları
terk etmek) kuvvet-i
Peygamberîdir.”
Bu
mevt-i ihtiyârî (kendi
iradesi ile ölüm)
, bir
İnsan-ı Kâmil’in dâmenine teşebbüs edip, (eteklerine
yapışıp) onun
terbiyesi tahtında (altında)
bulunmak
ile mümkindir. Istılâh-ı muhakkıkînde (hakikâte
erenlerin tanımlamalarında) buna
“mevt-i ahmer” (kırmızı
ölüm) derler.
Ve... hadîs-i şerîfî bu mevt-i ihtiyârîye (kendi
isteği ile ölüme) işârettir.
Ve (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Sıddîk-ı
A’zam hakkında buyururlar: “Kim ki yeryüzünde yürüyen ölüye
nazar etmek
(bakmak) isterse,
Ebû Bekr’e baksın.”
Beyt:
Hayât-ı
câvidânî sırrını şeyhden suâl ettim
“Oğul,
ölmezden evvel öl” deyince intikal ettim.
İmdi
bu nevi’ mevte (ölüme)
mukabil
(karşılık)
, üç
nevi’ (çeşit)
hayât
vardır:
Birisi
odur ki; Hayy-i lâ-yemût
(canlı
ve ölümsüz) olan
vücûd-ı hakîkînin (evrenin)
her
bir tarfetü’l-ayn (göz
açıp kapama anı) içinde
nefes-i rahmânîsi ve imdâd-ı feyzi (yetişen
feyzi) ile
mevcûdât-ı mümkineye (mevcût
varlıklara) lâ-yenkatı’
(kesilmemeksizin)
vâsıl
olur (ulaşır)
.
Bu
hayât birinci mevte (ölüme)
tekabül
eder (karşılıktır).
İkincisi;
berzah-ı sânî-i
melekûtîdeki
(ikinci berzahtaki (uruçta) melekût
boyutta olan) hayâttır.
İnsanın bu hayâtı âlem-i şehâdetten (dünyadan)
intikalden
(göçtükten)
sonra
bed’ eder (başlar)
.
Bu
hayât dahi, ikinci mevt-i tabîîyye (tabii
ölüme) mukabildir
(karşılığıdır).
Üçüncüsü;
hayât-ı
ebediyye-i kalbiyyedir
ki, (yaşam
boyunca kalbin) izâfât-ı
nefsâniyyeden (nefsin
bağlarından, isteklerinden) insilâh
(kurtulmak) vâsıtasıyla
ve sıfât-ı kalbiyye (kalbî
sıfatlar) ile
ittisâf (vasıflanmak)
sebebiyle
hâsıl olur. Bu da mevt-i ihtiyârî (kendi
isteği ile gerçekleşen ölüm) mukabilindedir
(karşılığındadır)
. Bu
mevt (ölüm)
ve
hayât, ancak nev’-i insâna mahsûstur (insanlara
aittir).
Gülşen-i
Râz’ dan:
Tercüme:
“nev’-i insan (insan
türü) için
üç türlü ölüm vardır: Birisini, her lahza (her
an gerçekleşen) zâtın
hasebi üzere (zâtın
bakımından) bil.
İkincisi, mevt-i ihtiyârîdir. (kendi
iradesi ile olan ölümdür) Üçüncüsü,
ıztırârî olarak ölmektir (istek
dışı mecburi ölümdür)
.
Mâdemki
ölüm ve hayât mukabildir (karşılıklıdır),
binâenaleyh (nitekim)
onun
hayâtı da üç menzilde (konaklama
yerleri de) üç
türlüdür.”
ON
SEKİZİNCİ FASIL
BERZAH
Berzah
(ara,
fasıl) “vakt-i
mevt (ölüm
vakti) ile
zamân-ı kıyâmet arasındaki fâsıla-i zamâniyyedir” (ara
zamandır) ve
“yekdîğerine (biri
diğerine) muhâlif
(karşı)
olan
iki şey arasında hâil (engel)
olan
şey”e derler. O iki şeyin ister yekdîğerine (bir
diğerine) münâsebeti
(ilişkisi)
olsun,
ister olmasın, berzahın vücûdu tasavvur olunabilmek (düşünebilmek)
için,
mutlaka iki şeyin vücûdu lâzımdır.
Nitekim mâzî (geçmiş
zaman) ve
müstakbel (gelecek
zaman) arasındaki
berzah (ara)
“zamân-ı
hâl” dir. Mertebe-i ervâh (ruhlar
mertebesi) ile
ecsâm-ı kesîfe (yoğunlaşmış
madde) arasındaki
berzah (ara)
“mertebe-i
misâl” dir. Ve cennet ile cehennem arasındaki berzah “A’râf”dır.
Hayvânât ile insan arasındaki berzah “maymun”dur. Nebâtât ile hayvânât
arasındaki berzah “hurma ağacı”dır. Nebâtât ile cemâdât arasındaki
berzah “mercan”dır. Ve kıs-alâ-hâzâ (buna
göre kıyas et)
.
Ba’de’l-mevt
(ölümden
sonra) âlem-i
berzaha intikal eden şey insanın heykeli ve cesedi değil, belki hakîkat-ı
şahsiyyesidir. Zîrâ cesed-i unsurî (madde
beden) bu
âlemin eczâsındandır (parçalarındandır)
; ba’de’l- mevt (ölümden
sonra) yine
bu âlemde inhilâl eder (dağılır,
çürür)
.
Zâten
teceddüd-i emsâl bahsinde îzâh olunduğu (açıklandığı)
üzere
bu cesed-i unsurî (unsurlardan
meydana gelmiş ceset) arazdan
(iki
zamanda var olmayan şeyden) ) ibâret
olup, iki zamanda bâkî kalmadığından, mevt-i ıztırârîden mukaddem
(farz olan ölümden önce) dahi
inhilâlât (çözülmeler)
içindedir.
Velâkin, hakîkat-ı şahsiyyenin taalluku (ilişkisi)
,
o
heykelden
munkatı’
(kesilmiş)
olmadığından
kaim (ayakta
ve var) görünür.
Mevt-i ıztırârîde (mecburi
ölüm) ise
bu hakîkat-ı şahsiyyenin alâkası külliyyen
munkatı’
(tamamen
kesilmiş)
olup,
o hakîkat berzaha intikal eder (geçer)
. Ve
âlem-i berzahın maddesine münâsib (uygun)
bir
heykel (beden)
taalluk
eder. İsm-i zâhir’in (zâhir
esmâsının) mazharı
(çıktığı,
göründüğü yer) olan
âlem-i şehâdetteki (içinde
bulunduğumuz alemde) teklîfât-ı
ilâhiyye (Allah’ın
emirleri) üzerine
ism-i Bâtın’ın (bâtın
esmâsının) mazharı
(çıktığı,
göründüğü yer) olan
berzahta mütekevvin olan (var
olan oluşan) a’mâl
(amel)
ve ahlâkının suver-i hasene
(iyilikleri) veyâ
kabîhasını, (kötülüklerini)
insan
/ berzahta kendi karîni (arkadaşı)
olarak
bulur. İn’idâm-ı sûretten (sûretin
yok olmasından) sonra,
cemî’-i mevcûdât (bütün
var olanlar) berzaha
intikal edip (göçüp)
mezâhir-i
Cemâliyyeden (Cemâl
esmasının mazharı) olanlar
mahall-i Cemâl’de (Cemâl
mahallinde) ve
mezâhir-i Celâliyye’den (celâl
esmâsının mazharı) olanlar
da mahall-i Celâl’de zâhir olurlar (meydana
çıkarlar)
. Fakat
yalnız emânet-i İlâhiyye’yi hamle
(taşıma) isti’dâdından
nâşî (ötürü)
, kendisine
teklif vâki’ olan (Allah’ın
emirlerinin ulaştığı) insan
için suâl vardır. Diğerleri mükellef olmadığından, onlara suâl
yoktur. Ve suâl ve cevâb herkese kendi hakîkatinin keşfinden
(bilmesinden) ibârettir.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Ve
câet küllü nefsin meahâ sâikûn ve şehid lekad künte fî gafletin min
hâzâ fekeşefna anke gıtâeke febesarukel yevme hadid”
(kaf, 50/21)
Ya’nî: “Her bir nefis, kendisi ile berâber sâik
(yönlendiricisi) ve
şâhid olduğu halde gelir ve ona denir ki: Sen bundan gaflette idin, biz
senden perdeyi kaldırdık. Bu günde senin basarın keskindir.
(görüşün açıktır)”
Keşf-i
gıtâ (perdenin
fark edilmesi) bir
tecellî (oluşum)
ile
vâki’ olur (gerçekleşir)
. Bu
tecellî (oluşum)
içinde
herkesin suâli ve cevâbı vâki’ olmuş (gerçekleşmiş)
olur.
Zîrâ “innallâhe
serîûl hisâb” (Âl-i İmrân, 3/199)
buyurulur. Nitekim, bu âlemde mevsim-i bahar (bahar
mevsimi) bir
tecellîden (oluşumdan)
ibârettir.
Ve bu tecellî-i âmm (umuma
olan oluşum) “Neniz
var?” suâlinden ibârettir. İşte bu tecellî-i âmm (umuma
olan oluşum) netîcesinde
gül ve diken ve tatlı ve acı meyve ağaçları cevaplarını verip:
“Bizim isti’dâdımız budur, bunları getirdik” derler. Binâenaleyh (nitekim),
herkesin
sâik (yönlendiricisi)
ve
şâhidi kâffe-i mevâtında (görülen
bütün duraklarda) kendisi
ile berâber olan isti’dâd-ı zâtisidir (kendi
istidâdıdır)
.
Bu
berzahın ahvâline müteallık (bu
ara zamanın durumu ile ilgili) ba’zı
ma’lûmât “mertebe-i misâl” bahsinde i’tâ edilmiş
(verilmiş) olduğundan
burada tekrârı zâiddir.
ON
DOKUZUNCU FASIL
KIYÂMET
Kıyâmetin
envâ’ı (çeşitleri)
vardır.
Bunlardan
birincisi; her ân
ve sâatte vuku bulandır (olandır).
Zîrâ
avâlim (âlemler)
her
ânda gaybdan (bilinmeyen
âlemden) şehâdete
(görülen
âleme) ve
âlem-i şehâdetten âlem-i gayba dâhil olur. Ve bu avâlimin fâsidât (bu
alemlerin bozulup yok olanları) ve
kâinât (evren)
ve
maânî (manâlar)
ve
ecsâm (cisimler)
gibi
bi’l-cümle envâ’ının (çeşitlerin
hepsi) şehâdetten
(içinde
bulunduğumuz âlemden) gayba
(gizli,
bilinmeyen âleme) ve
gaybdan şehâdete duhûl ve hurûcunu (giriş
ve çıkışını)
,
alâ-tarîkı’l-ihâta,
(ihâta
yoluyla, kuşatması sebebiyle) ancak
Cenâb-ı Hak bilir. Zîrâ bu ilim /zevk-ı hibret-i İlâhiyye’den ibârettir.
Bunda hiç kimsenin iştirâki (ortaklığı)
yoktur.
İkincisi;
“mevt-i
ıztırârî”
ile (istek
dışı meydana gelen mecburi ölüm ile) vâki’
olandır. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz: “Ölen kimsenin kıyâmeti kopar”
buyururlar.
Üçüncüsü;
“mevt-i
irâdî ve ihtiyârî”
ile (kendi
isteği ve iradesi ile olan ölüm ile) olur.
Sâlik (Hak
yolcusu) bu
mevt (ölüm)
ve
kıyâmetten sonra âlemde (dünyada)
neş’e-i âhiret (âhiret
neşesi) üzerine
yaşar. İşte buna mebnîdir
(işte bundan dolayıdır) ki,
meyyite (ölüye)
münkeşif
(açılmış)
olan
ahvâl (durumlar)
hîn-i
sülûkünde (Hak
yolunda ilerlemesi halinde) sâlike
(Hakk
yolunda ilerleyene) de
münkeşif (açılmış,
görmüş) olur.
Ve bu hâle “kıyâmet-i suğrâ” tesmiye ederler (bu
hale
Küçük
kıyamet derler).
Dördüncüsü;
ârifîn-i billâh
hazarâtına (hazretlerine)
fenâ-fillah ve
baka-billâhtan sonra vahdet-i tâmme (noksansız,
tam bir teklik hali) ve
inkıhâr-ı keserât (çoklukların
yok olması) hâlinin
zuhûrudur (meydana
çıkışıdır)
.
Ârifin
nefsinde vâki’ (kendi
nefsinde gerçekleşmiş) olan
bu tecellîye de (oluşuma
da) “kıyâmet-i
kübrâ”
derler (büyük
kıyamet denir).
Beşincisi;
bi’l-cümle
(bütün) kâinât için mev’ûd (belirlenmiş)
ve muntazar olan (beklenen) kıyâmettir
ki, Hak Teâlâ nazm-ı celîlinde: “İnnessâate
âtiyetün lâ raybe fiha” (Hac,
22/7) ve “innessâate
âtiyetün ekâdü uhfîhâ” (Tâhâ,
20/15) ve emsâli (benzeri)
âyât-ı Kur’âniyyedir (Kur’an âyetleridir)
. Bu “kıyâmet-i kübrâ” (büyük
kıyamet) hakkında esnâ-yı şerhte (açıklama
sırasında) dahi sırâsı geldikçe tafsîlât-ı kâfiyye i’tâ
edilecektir (geniş açıklamalar verilecektir).
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
13.06.2001
|