YİRMİNCİ
FASIL
CENNET
VE CEHENNEM
Ma’lûm
olsun ki, cennet ve cehennemin her bir âlemde mezâhiri (göründüğü
yerler) mevcûddur: Evvelâ;
hazret-i ilmiyye-i İlâhiyye’de (ilmi
ilâhide, ilim mertebesinde) a’yân-ı
sâbiteleri vardır. Sâniyen; (ikincisi)
vücûd-ı ilmîlerinin emsâli (benzeri) âlem-i
misâlde mütekevvindir (oluşmuştur,
vardır) . Sâlisen; (üçüncüsü)
hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde)
her ikisi de mümtezic (karışık, karışmış)
olarak zâhirdir (meydana
çıkmıştır) . Zîrâ
hazret-i şehâdet (içinde
bulunduğumuz alem) mezâhir-i âhirete (ahirette
görünenlere) nazaran evsa’ (daha
geniş) değilse de, ecma’dır (daha
toplayıcıdır, özdür) .
Ve elem (keder)
ve lezzetin imtizâcını (karışmasını,
kaynaşmasını) her zaman bu âlemde zevkan biliriz. Râbian; (dördüncüsü)
âlem-i insânîde (insanın
kendisinde) mevcûddur. Zîrâ
makam-ı rûh ve kalb ve kemâlâtı ayn-ı naîmdir (kendisi nimettir) . Ve
nefis ve hevâ (istek,
arzu) ve muktezayâtı (ve
bunların gerektirdiği şeyler) ayn-ı
cehennemdir (cehennemin
kendisidir) . Bunun
için makam-ı kalbe ve rûha dâhil olan ve ahlâk-ı hamîde (beğenilen güzel huylar)
ve sıfât-ı marziyye (kendisinden razı olunan sıfatlar) ile
muttasıf (vasıflanmış)
olanlar, envâ’-ı naîm (çeşitli nimetler)
ile mütena’im (nimetlenmiş)
olurlar. Ve nefis ve lezzâtı ve hevâ (arzu)
ve şehevâtı (şehvetler)
ile meşgûl olanlar envâ’-ı (çeşitli) belâya
ile muazzeb (azaba
düşmüş) olurlar. Nitekim Hak
Teâlâ: “inne
cehenneme lemühîtatün bil kâfirin”
(Tevbe,9/49) buyurur.
Celâleddin
Devvânî (k.s) hazretleri ZEVRÂ HÂŞİYESİ’nde buyururlar ki: “Bu âyet-i
kerîmeyi te’vîle hâcet (tefsire
ihtiyaç) yoktur. Zîrâ küffârın (kâfirlerin)
sû’-i i’tikadları (kötü
inançları) ve ahlâk-ı nâ-marzıyyeleri
(beğenilmeyen
huyları) , neş’e-i uhrâda (bedenin
ruhtan ayrılmasından sonra) sûret-i
cahîmde (cehennem
sûretinde) zuhûr edip (meydana
çıkıp) küffârı (kâfiri)
muazzeb kılacaktır (azab
gören yapacaktır) . Nitekim
(s.a.v.) Efendimiz buyururlar: (Ya’nî
)“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, veyâhut cehennem çukurlarından
bir çukurdur.” Â’râzdan (kendi
kendine mevcût olmayan şeylerden) ibâret olan ahlâk ve a’mâl-i
(yapılan işler,
fiiller) insâniyyenin berzahta (insanların
berzaha geçişlerinde)
suver-i münâsibe ile zâhir (uygun
bir sûret ile meydana çıkacak) olacakları
gerek âlem-i misâl ve gerek berzah bahislerinde (konularında)
beyân olundu (açıklandı).
Hâmisen;
(beşincisi)
cahîm (cehennem)
ve naîmin (cennetin)
en son mezâhiri (göründüğü
yer) , dâr-ı âhirettedir (ahiret
yurdudur). Ve bunlar rûhânî değil
cismânîdir. Velâkin, bu cismâniyyette neş’e-i rûhâniyye neşet olan, hadis olan rûh) gâlibdir
(üstündür) .
Ruhûn neşesi üstündür. Neş’e-i nefsâniyye (hâdis,
sonradan olmuş nefse) gâlib (üstün)
olan nefsin zevklerinin üstün olduğu bu âlem-i şehâdetin (içinde bulunduğumuz alemin) ahvâline
(durumuna)
bakıp da, cennet ve cehennem-i cismânî hakkında istidlâlen (bir
delile dayanarak) hüküm verenler
hatâ ederler. Meselâ bu âlemin suver-i maddiyyâtı (madde sûretleri)
bir karar üzere olmayıp bozulur. Zîrâ kavânîn-i külliyyeleri (bütün
kanunlar) bunu iktizâ eder (gerektirir)
.Fakat cennet ve cehennem-i cismânînin suveri (sûretleri)
sâbit ve ber-karârdır (yerli
yerinde, devamlıdır) ve onların kavânîn-i külliyeleri (tüm
kanunlarının) îcâbı budur.
İşte bu sebebe müsteniddir (dayanır)
ki, bu âlemde akıl ve mantıkın kabûl edemeyeceği ahvâl (haller)
, cennet ve cehennem-i cismânîde
ma’kuldur (olabilir
akla yatkındır) .Ve o mevtında (mertebede)
bu ahvâle hayret olunmaz. Bunun nazîri (benzeri)
bu âlemde de mevcûddur. Meselâ âlem-i şehâdette (içinde
bulunduğumuz alemde) insanın havada uçması ve deryâ (deniz) üzerinde
yürümesi mümkin olmadığı halde, uyuyan kimse havada uçar ve su üzerinde
yürür. O kimse kendisinin âlem-i hayâlde vâki’ (var)
olan bu hâline o mevtın (mertebenin) içinde
bulundukça taaccüb etmez (şaşırmaz)
. Ale’l-âde (tabii) bir
hal sûretinde telâkkî (kabûl)
eyler. Uyanıp âlem-i şehâdetin (içinde
bulunduğumuz âlemin) ahkâmı (hükümleri)
dâiresine avdet ettikde (dönünce) ,
rü’yâdaki hâline hayret ve taaccüb eder (şaşırır)
; zîrâ o dakîkada mevtın-ı hayâlin (hayâl
mertebesinin) dâire-i ahkâmında
(şartları içinde)
hurûc etmiştir (çıkmıştır, yükselmiştir)
. İşte gerek ahvâl-i berzah (berzahın
hali), gerek mevtın-ı cennet ve cehennem (cennet
ve cehennem dereceleri)
bu hâle mümâsildir (benzemektedir) . Kitâbullâh’ın
(Kuran’ın)
haber verdiği bu mevtınların (mertebelerin)
garâib-i ahvâli (garip
halleri) ehl-i gaflet (gaflet
sahipleri) tarafından âlem-i şehâdete (içinde
bulunduğumuz âleme) kıyâs
olunduğu (ölçülerine
göre değerlendirildiği) için,
istib’âd (ihtimal
vermez, uzak görürler) ve inkâr
olunur. / Çünkü onlar bu âlemin ahkâmı (kanunları)
içinde müstağrak (boğulmuş)
ve mahbûs (hapis)
kalmışlardır.
İmdi,
cennet ve cehennem-i cismânî haklarındaki âyât-ı kur’âniyye ve ahâdîs-i
şerîfe alâ-tarîkı’t-temsîl (örnek
vererek anlatma yoluyla) beyânât-ı
aliyyeyi (yüksek bildirilerini)
hâvîdir (içermektedir) .
Makam-ı müşâhedeye (seyretme makâmına)
vâsıl olmayan her bir mü’min, bu ihbârât (anlatmalar)
üzerine kendi muhayyilesinde icâd ettiği (kendi
hayalinde canlandırdığı) sûretlere
inanmıştır. Halbuki Hak Teâlâ Hazretleri hadîs-i kudsîsinde:......................
(Ya’nî
) “Ben sâlih kullarım için
göz görmedik, kulak işitmedik ve kalb-i beşere (insanın
aklına) hutûr etmedik (hatırına
gelmedik) şeyler hazırladım”
buyuruyor. Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve kalb-i beşere
hutûr etmeyen
(insanın aklına gelmedik) şeyler elbette bu âlem-i şehâdette
görülen ve işitilen ve tahayyül olunan (hayal
edilen) şeylerin hâricinde (dışında)
olacaktır. Bu âlemde cennet hakkındaki ta’rîfât ve tafsîlât
(açıklama)
ise, kalb-i beşere (insanın aklına) hutûr eden (hatırına
gelen) hayâlâttan ibârettir.
Binâenaleyh (nitekim),
gerek cennet ve gerek cehennem bizim hatırımıza hutûr eden (gelen)
hisâbât (hesablar)
ve tertîbât (düzen)
hâricindedir
(dışındadır).
Cennet
lügatte, “eşcâr-ı kesîre mağrûs olan
(çok ağaçların dikilmiş olduğu) bir zemîn” (yer)
den ibârettir ki, eşcârın (ağaçların)
kesretinden (sıklığından) dolayı gölgeleri sath-ı arzı setr eder (yer yüzünü örter.)
Ve cennet “setr” (örtme)
ma’nâsına gelen “cenne” lafzından müştakk (türemiş)
olup, bu kelimenin masdar-ı binâ-i merresidir (Arapça
mastarların sülasilerinde birinci harfin üstün okunan ve sonuna iki üstünlü
yuvarlak t (ö) getirilen şekli) . Ulemâ-ı
zâhire ıstılâhında (belli, zahir ilimlerle uğraşan alimlerin tanımlamalarında)
, dâr-ı
âhiretin (âhiret
yurdunun) makamât-ı mütenezzihe
(temiz, nezih
makamlar)
ve makamât-ı tayyibesidir (iyi
hoş güzel makamlardır) .Ve bu
makam, ef’âl-i hasene (iyi
fiillerin) ve a’mâl-i sâlihanın
(güzel
amellerin) cennetidir. Ef’âl ve
a’mâlin azlığı ve çokluğu i’tibâriyle bu cennetin derecât-ı mütefâvitesi
(birbirinden farklı dereceleri)
vardır. Urefâ (arifler)
derler ki, bu ef’âl ve a’mâl cennetinden başka da cennetler
vardır. Onlara “cennât-ı sıfât”
(sıfat cennetleri)
derler. Ve o abdin (kulun)
sıfât-ı kemâliyye-i ilâhiyye ile ittisâfı
(Allah’ın kemâl bulmuş sıfatları
ile vasıflanması) ve ahlâk-ı ilâhiyye ile tahallukudur
(Allah’ın
ahlakı ile ahlaklanmasıdır) . Bu
cennet dahi, ehl-i kemâlin merâtibi (mertebeleri)
hasebiyle mütefâvittir (birbirinden
farklıdır) . Ve bunlardan başka
cennetler dahi vardır ki, onlara “cennet-i zât” (zat
cennetleri) derler. O da ibâd-ı hâssına, (seçkin
kullarına) Rabbü’l-erbâb (alemlerin
Rabbı) olan Allah zü’l-Celâl
Hazretlerinin ve her birinin erbâb-ı müteferrikadan
(muhtelif Rabb’lerden) kendisine
âit olan Rabb’in tecellî-i Zât ile (Zât
ile görünmesi) zuhûrundan (meydana
çıkmasından) ve abdin (kulun)
Zât’ta, kendi zâtının mahvı (yok
etmesi) ile o cennetlerde istitârından
(örtünmesinden)
ibârettir. Hak Teâlâ Hazretlerinin Zât’ı için dahi üç
cennet vardır ki: “ved
hulî cenneti” (Fecr, 89/30)
kavl-i şerîfinden / müstefâddır (anlaşılmaktadır)
. Hak Teâlâ, bu cennetleri kendi
Zât’ına izâfe buyurur.
Birisi;
“a’yân-ı sâbite cenneti”dir ki, Hak Teâlâ onunla müstetir
olmuş (örtünmüş)
ve kendi Zât’ını, kendi Zât’ı ile a’yân-ı sâbite arkasından
müşâhede buyurmuştur (seyretmektedir)
.İkincisi “cennet-i ervâh”dır ki, Hak Teâlâ o ervâhda (rûhlarda)
öyle müstetir olmuştur (örtünmüştür)
ki, ne melek ve ne de beşer (insan) ona
muttali’ değildir
(ondan haberi
yoktur) . Üçüncüsü; “âlem-i
şehâdet ve mükevvenât”tır (bütün varlıklardır) ki, Hak
teâlâ o perdeler arkasında, öyle istitâr eylemiştir (örtünmüştür)
ki, ağyârdan (Hak
Teâlâ’dan başka) hiçbir
kimse muttali’ olamaz (bilemez).
Cennet-i
cismânî dâru’n-naîmdir (nimet
yurdudur) .Bu mevtına (dereceye,
makama) vâsıl oluncaya
kadar abdin (kulun)
hiçbir mevtında (makamında)
râhatı ve tena’um-i hâlisi (nimet içinde bulunarak rahat etme hali)
yoktur. Ve cennet-i cismânî, a’yân-ı sâbite-i süadânın (müminlerin)
emr-i sülûkte (Hakk
yolunda) müntehâ-yı tarîkıdır
(varılabilecekleri
en son noktasıdır). Husûl-i
kemâlleri (kemâle ermeleri)
ancak bu mevtında (makamda)
vâki (gerçek)
olur. Ve ehl-i cennet (cennete
girenler) bu ni’met içinde hulûd (daimi
sûrette devamlılık) ve
ebediyyet üzeredir. Bunların a’yânına (terkibine)
aslâ fenâ târî (ansızın yok
olma ) olmaz; ve cümlesi (hepsi)
seyr-i fillâhdır. (Allah’ta
seyirdir) Zîrâ seyr-i fillâhın
nihâyeti (allahta
seyrin sonu) yoktur.
Ehl-i
cehennemi birisi muvakkat (geçici)
ve diğeri müebbet (devamlı)
olmak üzere iki kısımdır: Muvakkat (geçici)
olanlar isti’dâd-ı ezelîleri mağfireti iktizâ
(günahlarının bağışlanmasına
istidatları müsaade) etmeyen usât-ı mü’minîndir
(asi gelen müminlerdir).Bunlar tecellî-i Müntakım’den (cezaya
çarptırıldıktan) sonra cennete
idhâl (dahil) olunurlar. Müebbet (devamlı) olanlar ehl-i şirk ve küfür
ve nifâk (iki
yüzlü, fitne)
olup, aslâ cehennemden çıkmazlar. Çünkü isti’dâd-ı ezelîlerinin
iktizâsı (gereği)
budur. Onlar Hakk’ı ancak cehennemde zikrederler; (anarlar)
ve cehennem onların ma’bedidir (ibadet
edeceği yerdir). Fakat devre-i
medîdeden (çok uzun devrelerden) sonra cehennemin ateşi soğuyup, harâreti
zâil (sönmüş) ve: .................
sırrının zuhûruna mebnî (meydana çıkmasından dolayı)
bu hâl ehl-i cehennem hakkında bir naîm (nimet)
olur. Nitekim hadîs-i şerîfte:
.......................... buyurulmuştur.
“Circîr” gâyet sulak mahalde biten bir nebattır (bitkidir)
Ve Kur’ân-ı Kerîm’de
“lâ
bisîne fîhâ ehkabe” (Ne.be’, 78/23) âyet-i kerîmesi
ile intihâ-yı azâba (azabın
son bulmasına) işâret
buyurulur. Zîrâ “hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir. Ve
“ahkab” “hukub”un
cem’i (toplamı) olup
müddet-i medîdeden (çok
uzun müddetten) kinâye (yerine söylenmiş söz)
olmakla, intihâ (son)
ma’nâsını ifâde eder.
Cenâb-ı
Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı
Mekkiyye’ lerinde, cehennemin havâ-yı nârîden ibâret olup, içinde ateş
olmadığını ve onun kor ateşleri mücrimîn (günahkârlar)
olduğunu ve ehl-i cehennemin (cehenneme
girenlerin)
bu havâ-yı nârî içinde muhterık (yanıcı)
olmakla berâber “küllemâ
nedicet cülüdühüm beddelnâhüm cülüde gâyraha liyezükûlazab”
(Nisâ, 4/56)
âyet-i kerîmesi hükmünce, mahvolmayarak bu ihtirâk-ı şedîde (şiddetli
ateşe) tahammül edebilecek bir vücûda
mâlik (sahip)
olacaklarını beyân / buyururlar. Bu beyânât-ı aliyyeye (yüksek
bildiriye) nazaran, cehennemin, madde-i şemsiyyeden (güneşin
maddesinden) ibâret bir küre-i
cesîme (bir
yuvarlak cisim) olacağı anlaşılıyor. Halbuki istidlâlât-ı
(bir delile
dayanarak) fenniyyeye nazaran (fen
ilimleri ile uğraşanlara göre) bu
gibi buhâr-ı nârî (ateş
buharı) hâlinde bulunan kürelerin milyonlarca sene sonra fezâda
teberrüd (başkalaşıp)
ve tasallüb edebilmeleri (sertleşip katılaşmaları)
vâriddir (mümkündür) . Şu hal ise
ehl-i cehennem hakkında bi’t-tabi’ (tabi
olarak) bir naîm-i zâid (fazladan nimet)
olur. Fakat ehl-i cennetin naîmi (nimeti) gibi, naîm-i hâlis (sadece
nimet) değildir. Cehennem-i cismânî dahi, a’yân-ı sâbite-i
eşkıyânın, (şekavet ehlinin,
cehennemliklerin) emr-i sülûkte (Hakk’ın
yolunda) müntehâ-yı tarîkıdır
(varabilecekleri
en son yoldur) . Ve
onların husûl-i kemâlleri (kemâl bulmaları)
ancak bu mevtında (derecede)
vâki’ olur (gerçekleşir).
İmdi
ehl-i cehennemin (cehenneme
gireceklerin) naîmi, (nimetleri)
ehl-i cennetin (cennete
girenlerin) naîmine (nimetine)
mübâyindir (zıttır) . Velâkin
emr-i iltizâz (lezzet
alma husûsu) ve tena’umda (nimet
içinde bulunarak
rahat etme) her ikisi müsâvîdir (eşittir).Çünkü
ehl-i cennete nisbeten (göre) ,
cennetin ni’metleri ne ise, ehl-i cehenneme nisbeten (göre)
dahi azâb-ı cehennem odur. Zîrâ tabı’larına (tabiatlarına,
huylarına) mülâyim (uygun)
olan ni’metler bunlardır. Ehl-i cennet, cehennemden nasıl kaçarsa,
ehl-i cehennem dahi ehl-i cennetten öylece kaçar. Bunun bu âlemde nazâiri
(benzerleri)
pek çoktur. Meselâ insan necâsetten (pislikten)
nasıl müteneffir olup (tiksinir) kaçar
ve gül râyihasından (kokusundan)
hoşlanırsa, necâset (pislik)
böceği dahi gülden öylece teneffür edip, (tiksinip)
firâr eder (kaçar)
ve necâsetten mahzûz (hoşlanmış) olur. Velâkin bu iki naîm (nimet) arasında
azîm bu’d (büyük
fark) ve mübâyenet (zıtlık)
vardır. Emr-i vücûdda tayyib (iyiliği
çok olan fazilet sahibi) ve habîs
(kötü pis)
yekdîğerinden (birbirlerinden)
mütemeyyiz (farklı)
olduğundan, ehl-i
cennetin naîmi tayyibât (hoş
iyi nimetler) ve ehl-i cehennemin naîmi (nimetleri
de) de habîsât (pis
kötü) cinsindendir. Ehl-i
cennetin naîmi mahz-ı imtinân (tam
bir imtinan) ile “Rahmânü’r-
Rahîm” Hazretinden (Rahman’ın
Rahim’inden) ve
ehl-i cehennemin naîmi (nimeti)
ise tecellî-i Müntakım’den (cezaya
çarptırıldıktan sonra) ve
azâb-ı elîmden (çok
acı veren azaptan) sonra “Erhamü’r-râhimîn”in
rahmetinden (Rahim’in
Rahmet’inden) zâhir olur
(meydana çıkar)
. Ve
âteş-i cehennemin zevâlinden (cehennem
ateşinin sönmesinden) sonra,
ehl-i cehennemin bu küre-i mutasallibe (sertleşmiş
küresinin) üzerindeki maîşetleri
(yaşamaları)
gâyet süflî (aşağı)
ve hâkir (bayağı)
ve azâbât-ı sâire dâiresindedir
(diğer azap
çerçeveleri içersindedir) ve
ebediyyen oradan çıkmazlar. “halidîne
fîhâ mâdâmetis semâvâtü vel ardu illâ mâ şâe rabbük”
(Hûd, 11/107)
<Devam
Edecek>
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://afyuksel.com
19.06.2001
|