16.Bölüm


YİRMİNCİ FASIL

CENNET VE CEHENNEM

Ma’lûm olsun ki, cennet ve cehennemin her bir âlemde mezâhiri (göründüğü yerler) mevcûddur: Evvelâ; hazret-i ilmiyye-i İlâhiyye’de (ilmi ilâhide, ilim mertebesinde) a’yân-ı sâbiteleri vardır. Sâniyen; (ikincisi) vücûd-ı ilmîlerinin emsâli (benzeri) âlem-i misâlde mütekevvindir (oluşmuştur, vardır) . Sâlisen; (üçüncüsü) hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) her ikisi de mümtezic (karışık, karışmış) olarak zâhirdir (meydana çıkmıştır) .  Zîrâ hazret-i şehâdet (içinde bulunduğumuz alem) mezâhir-i âhirete (ahirette görünenlere) nazaran evsa’ (daha geniş) değilse de, ecma’dır (daha toplayıcıdır, özdür) .  Ve elem (keder) ve lezzetin imtizâcını (karışmasını, kaynaşmasını) her zaman bu âlemde zevkan biliriz. Râbian; (dördüncüsü) âlem-i insânîde (insanın kendisinde) mevcûddur. Zîrâ makam-ı rûh ve kalb ve kemâlâtı ayn-ı naîmdir (kendisi nimettir) .  Ve nefis ve hevâ (istek, arzu) ve muktezayâtı (ve bunların gerektirdiği şeyler) ayn-ı cehennemdir (cehennemin kendisidir) .  Bunun için makam-ı kalbe ve rûha dâhil olan ve ahlâk-ı hamîde (beğenilen güzel huylar) ve sıfât-ı marziyye (kendisinden razı olunan sıfatlar) ile muttasıf (vasıflanmış) olanlar, envâ’-ı naîm (çeşitli nimetler) ile mütena’im (nimetlenmiş) olurlar. Ve nefis ve lezzâtı ve hevâ (arzu) ve şehevâtı (şehvetler) ile meşgûl olanlar envâ’-ı (çeşitli) belâya ile muazzeb (azaba düşmüş) olurlar. Nitekim Hak Teâlâ:  “inne cehenneme lemühîtatün bil kâfirin”  (Tevbe,9/49) buyurur.

Celâleddin Devvânî (k.s) hazretleri ZEVRÂ HÂŞİYESİ’nde buyururlar ki: “Bu âyet-i kerîmeyi te’vîle hâcet (tefsire ihtiyaç) yoktur. Zîrâ küffârın  (kâfirlerin) sû’-i i’tikadları (kötü inançları) ve ahlâk-ı nâ-marzıyyeleri (beğenilmeyen huyları) , neş’e-i uhrâda (bedenin ruhtan ayrılmasından sonra) sûret-i cahîmde (cehennem sûretinde) zuhûr edip (meydana çıkıp) küffârı (kâfiri) muazzeb kılacaktır (azab gören yapacaktır) . Nitekim (s.a.v.) Efendimiz buyururlar:  (Ya’nî )“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, veyâhut cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Â’râzdan (kendi kendine mevcût olmayan şeylerden) ibâret olan ahlâk ve a’mâl-i (yapılan işler, fiiller) insâniyyenin berzahta (insanların berzaha geçişlerinde) suver-i münâsibe ile zâhir (uygun bir sûret ile meydana çıkacak) olacakları gerek âlem-i misâl ve gerek berzah bahislerinde (konularında) beyân olundu (açıklandı).

Hâmisen; (beşincisi) cahîm (cehennem) ve naîmin (cennetin) en son mezâhiri (göründüğü yer) , dâr-ı âhirettedir (ahiret yurdudur). Ve bunlar rûhânî değil cismânîdir. Velâkin, bu cismâniyyette neş’e-i rûhâniyye neşet olan, hadis olan rûh) gâlibdir (üstündür) .  Ruhûn neşesi üstündür. Neş’e-i nefsâniyye (hâdis, sonradan olmuş nefse) gâlib (üstün) olan nefsin zevklerinin üstün olduğu bu âlem-i şehâdetin (içinde bulunduğumuz alemin) ahvâline (durumuna) bakıp da, cennet ve cehennem-i cismânî hakkında istidlâlen (bir delile dayanarak) hüküm verenler hatâ ederler. Meselâ bu âlemin suver-i maddiyyâtı (madde sûretleri) bir karar üzere olmayıp bozulur. Zîrâ kavânîn-i külliyyeleri (bütün kanunlar) bunu iktizâ eder (gerektirir) .Fakat cennet ve cehennem-i cismânînin suveri (sûretleri) sâbit ve ber-karârdır (yerli yerinde, devamlıdır) ve onların kavânîn-i külliyeleri (tüm kanunlarının) îcâbı budur. İşte bu sebebe müsteniddir (dayanır) ki, bu âlemde akıl ve mantıkın kabûl edemeyeceği ahvâl (haller) , cennet ve cehennem-i cismânîde ma’kuldur (olabilir akla yatkındır) .Ve o mevtında (mertebede) bu ahvâle hayret olunmaz. Bunun nazîri (benzeri) bu âlemde de mevcûddur. Meselâ âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) insanın havada uçması ve deryâ (deniz) üzerinde yürümesi mümkin olmadığı halde, uyuyan kimse havada uçar ve su üzerinde yürür. O kimse kendisinin âlem-i hayâlde vâki’ (var) olan bu hâline o mevtın (mertebenin) içinde bulundukça taaccüb etmez (şaşırmaz) .  Ale’l-âde (tabii) bir hal sûretinde telâkkî (kabûl) eyler. Uyanıp âlem-i şehâdetin (içinde bulunduğumuz âlemin) ahkâmı (hükümleri) dâiresine avdet ettikde (dönünce) , rü’yâdaki hâline hayret ve taaccüb eder (şaşırır) ; zîrâ o dakîkada mevtın-ı hayâlin (hayâl mertebesinin) dâire-i ahkâmında (şartları içinde) hurûc etmiştir (çıkmıştır, yükselmiştir) . İşte gerek ahvâl-i berzah (berzahın hali), gerek mevtın-ı cennet ve cehennem (cennet ve cehennem dereceleri)
bu hâle mümâsildir (benzemektedir) .  Kitâbullâh’ın (Kuran’ın) haber verdiği bu mevtınların (mertebelerin) garâib-i ahvâli (garip halleri) ehl-i gaflet (gaflet sahipleri) tarafından âlem-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) kıyâs olunduğu (ölçülerine göre değerlendirildiği) için, istib’âd (ihtimal vermez, uzak görürler) ve inkâr olunur. / Çünkü onlar bu âlemin ahkâmı (kanunları) içinde müstağrak (boğulmuş) ve mahbûs (hapis) kalmışlardır.

İmdi, cennet ve cehennem-i cismânî haklarındaki âyât-ı kur’âniyye ve ahâdîs-i şerîfe alâ-tarîkı’t-temsîl (örnek vererek anlatma yoluyla) beyânât-ı aliyyeyi (yüksek bildirilerini) hâvîdir (içermektedir) . Makam-ı müşâhedeye (seyretme makâmına) vâsıl olmayan her bir mü’min, bu ihbârât (anlatmalar) üzerine kendi muhayyilesinde icâd ettiği (kendi hayalinde canlandırdığı) sûretlere inanmıştır. Halbuki Hak Teâlâ Hazretleri hadîs-i kudsîsinde:......................

(Ya’nî )  “Ben sâlih kullarım için göz görmedik, kulak işitmedik ve kalb-i beşere (insanın aklına) hutûr etmedik (hatırına gelmedik) şeyler hazırladım” buyuruyor. Gözlerin görmediği ve kulakların işitmediği ve kalb-i beşere hutûr etmeyen (insanın aklına gelmedik) şeyler elbette bu âlem-i şehâdette görülen ve işitilen ve tahayyül olunan (hayal edilen) şeylerin hâricinde (dışında) olacaktır. Bu âlemde cennet hakkındaki ta’rîfât ve tafsîlât (açıklama) ise, kalb-i beşere (insanın aklına) hutûr eden (hatırına gelen) hayâlâttan ibârettir. Binâenaleyh (nitekim), gerek cennet ve gerek cehennem bizim hatırımıza hutûr eden (gelen) hisâbât (hesablar) ve tertîbât (düzen) hâricindedir (dışındadır).

Cennet lügatte, “eşcâr-ı kesîre mağrûs olan (çok ağaçların dikilmiş olduğu) bir zemîn” (yer) den ibârettir ki, eşcârın (ağaçların) kesretinden (sıklığından) dolayı gölgeleri sath-ı arzı setr eder (yer yüzünü örter.) Ve cennet “setr” (örtme) ma’nâsına gelen “cenne” lafzından müştakk (türemiş) olup, bu kelimenin masdar-ı binâ-i merresidir (Arapça mastarların sülasilerinde birinci harfin üstün okunan ve sonuna iki üstünlü yuvarlak t (ö) getirilen şekli) . Ulemâ-ı zâhire ıstılâhında (belli, zahir ilimlerle uğraşan alimlerin tanımlamalarında) ,  dâr-ı âhiretin (âhiret yurdunun) makamât-ı mütenezzihe (temiz, nezih  makamlar)  ve makamât-ı tayyibesidir (iyi hoş güzel makamlardır) .Ve bu makam, ef’âl-i hasene (iyi fiillerin) ve a’mâl-i sâlihanın (güzel amellerin) cennetidir. Ef’âl ve a’mâlin azlığı ve çokluğu i’tibâriyle bu cennetin derecât-ı mütefâvitesi (birbirinden farklı dereceleri) vardır. Urefâ (arifler) derler ki, bu ef’âl ve a’mâl cennetinden başka da cennetler vardır. Onlara “cennât-ı sıfât(sıfat cennetleri) derler. Ve o abdin (kulun) sıfât-ı kemâliyye-i ilâhiyye ile ittisâfı (Allah’ın kemâl bulmuş  sıfatları ile vasıflanması) ve ahlâk-ı ilâhiyye ile tahallukudur  (Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmasıdır) . Bu cennet dahi, ehl-i kemâlin merâtibi (mertebeleri) hasebiyle mütefâvittir (birbirinden farklıdır) . Ve bunlardan başka  cennetler dahi vardır ki, onlara “cennet-i zât” (zat cennetleri) derler. O da ibâd-ı hâssına, (seçkin kullarına) Rabbü’l-erbâb (alemlerin Rabbı) olan Allah zü’l-Celâl Hazretlerinin ve her birinin erbâb-ı müteferrikadan (muhtelif Rabb’lerden) kendisine âit olan Rabb’in tecellî-i Zât ile (Zât ile görünmesi) zuhûrundan (meydana çıkmasından) ve abdin (kulun) Zât’ta, kendi zâtının mahvı (yok etmesi) ile o cennetlerde istitârından (örtünmesinden) ibârettir. Hak Teâlâ Hazretlerinin Zât’ı için dahi üç cennet vardır ki:  “ved hulî cenneti”  (Fecr, 89/30) kavl-i şerîfinden / müstefâddır (anlaşılmaktadır) . Hak Teâlâ, bu cennetleri kendi Zât’ına izâfe buyurur.

Birisi;  “a’yân-ı sâbite cenneti”dir ki, Hak Teâlâ onunla müstetir olmuş (örtünmüş) ve kendi Zât’ını, kendi Zât’ı ile a’yân-ı sâbite arkasından müşâhede buyurmuştur (seyretmektedir) .İkincisi “cennet-i ervâh”dır ki, Hak Teâlâ o ervâhda (rûhlarda) öyle müstetir olmuştur (örtünmüştür) ki, ne melek ve ne de beşer (insan) ona muttali’  değildir (ondan haberi yoktur) . Üçüncüsü; “âlem-i şehâdet ve mükevvenât”tır (bütün varlıklardır) ki, Hak teâlâ o perdeler arkasında, öyle istitâr eylemiştir (örtünmüştür) ki, ağyârdan (Hak Teâlâ’dan başka) hiçbir kimse muttali’ olamaz (bilemez).

Cennet-i cismânî dâru’n-naîmdir (nimet yurdudur) .Bu mevtına (dereceye, makama) vâsıl oluncaya kadar abdin (kulun) hiçbir mevtında (makamında) râhatı ve tena’um-i hâlisi (nimet içinde bulunarak rahat etme hali) yoktur. Ve cennet-i cismânî, a’yân-ı sâbite-i süadânın (müminlerin) emr-i sülûkte (Hakk yolunda) müntehâ-yı tarîkıdır (varılabilecekleri en son noktasıdır).  Husûl-i kemâlleri (kemâle ermeleri) ancak bu mevtında (makamda) vâki (gerçek) olur. Ve ehl-i cennet (cennete girenler) bu ni’met içinde hulûd (daimi sûrette devamlılık) ve ebediyyet üzeredir. Bunların a’yânına (terkibine) aslâ fenâ târî  (ansızın yok olma ) olmaz; ve cümlesi (hepsi) seyr-i fillâhdır. (Allah’ta seyirdir) Zîrâ seyr-i fillâhın nihâyeti (allahta seyrin sonu) yoktur.

Ehl-i cehennemi birisi muvakkat (geçici) ve diğeri müebbet (devamlı) olmak üzere iki kısımdır: Muvakkat (geçici) olanlar isti’dâd-ı ezelîleri mağfireti iktizâ (günahlarının bağışlanmasına istidatları müsaade) etmeyen usât-ı mü’minîndir (asi gelen müminlerdir).Bunlar tecellî-i Müntakım’den (cezaya çarptırıldıktan) sonra cennete idhâl (dahil) olunurlar. Müebbet (devamlı) olanlar ehl-i şirk ve küfür ve nifâk (iki yüzlü, fitne)  olup, aslâ cehennemden çıkmazlar. Çünkü isti’dâd-ı ezelîlerinin iktizâsı (gereği) budur. Onlar Hakk’ı ancak cehennemde zikrederler; (anarlar) ve cehennem onların ma’bedidir (ibadet edeceği yerdir). Fakat devre-i medîdeden (çok uzun devrelerden) sonra cehennemin ateşi soğuyup, harâreti zâil (sönmüş) ve: .................  sırrının zuhûruna mebnî (meydana çıkmasından dolayı) bu hâl ehl-i cehennem hakkında bir naîm (nimet) olur. Nitekim hadîs-i şerîfte:  ..........................  buyurulmuştur. “Circîr” gâyet sulak mahalde biten bir nebattır (bitkidir) Ve Kur’ân-ı Kerîm’de  “lâ bisîne fîhâ ehkabe”  (Ne.be’, 78/23) âyet-i kerîmesi ile intihâ-yı azâba (azabın son bulmasına) işâret buyurulur. Zîrâ “hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir. Ve “ahkab”  “hukub”un cem’i (toplamı) olup müddet-i medîdeden (çok uzun müddetten) kinâye (yerine söylenmiş söz) olmakla, intihâ (son) ma’nâsını ifâde eder.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)  Fütûhât-ı  Mekkiyye’ lerinde, cehennemin havâ-yı nârîden ibâret olup, içinde ateş olmadığını ve onun kor ateşleri mücrimîn (günahkârlar) olduğunu ve ehl-i cehennemin (cehenneme girenlerin) bu havâ-yı nârî içinde muhterık (yanıcı) olmakla berâber  “küllemâ nedicet cülüdühüm beddelnâhüm cülüde gâyraha liyezükûlazab”  (Nisâ,   4/56) âyet-i kerîmesi hükmünce, mahvolmayarak bu ihtirâk-ı şedîde (şiddetli ateşe) tahammül edebilecek bir vücûda mâlik (sahip) olacaklarını beyân / buyururlar. Bu beyânât-ı aliyyeye (yüksek bildiriye) nazaran, cehennemin, madde-i şemsiyyeden (güneşin maddesinden) ibâret bir küre-i cesîme (bir yuvarlak cisim) olacağı anlaşılıyor. Halbuki istidlâlât-ı (bir delile dayanarak) fenniyyeye nazaran (fen ilimleri ile uğraşanlara göre) bu gibi buhâr-ı nârî (ateş buharı) hâlinde bulunan kürelerin milyonlarca sene sonra fezâda teberrüd (başkalaşıp) ve tasallüb edebilmeleri (sertleşip katılaşmaları) vâriddir (mümkündür) . Şu hal ise ehl-i cehennem hakkında bi’t-tabi’ (tabi olarak) bir naîm-i zâid (fazladan nimet) olur. Fakat ehl-i cennetin naîmi (nimeti) gibi, naîm-i hâlis (sadece nimet) değildir. Cehennem-i cismânî dahi, a’yân-ı sâbite-i eşkıyânın, (şekavet ehlinin, cehennemliklerin) emr-i sülûkte (Hakk’ın yolunda) müntehâ-yı tarîkıdır (varabilecekleri en son yoldur) .  Ve onların husûl-i kemâlleri (kemâl bulmaları) ancak bu mevtında (derecede) vâki’ olur (gerçekleşir).

İmdi ehl-i cehennemin (cehenneme gireceklerin) naîmi, (nimetleri) ehl-i cennetin (cennete girenlerin) naîmine (nimetine) mübâyindir (zıttır) .  Velâkin emr-i iltizâz (lezzet alma husûsu) ve tena’umda (nimet içinde bulunarak rahat etme) her ikisi müsâvîdir (eşittir).Çünkü ehl-i cennete nisbeten (göre) , cennetin ni’metleri ne ise, ehl-i cehenneme nisbeten (göre) dahi azâb-ı cehennem odur. Zîrâ tabı’larına (tabiatlarına, huylarına) mülâyim (uygun) olan ni’metler bunlardır. Ehl-i cennet, cehennemden nasıl kaçarsa, ehl-i cehennem dahi ehl-i cennetten öylece kaçar. Bunun bu âlemde nazâiri (benzerleri) pek çoktur. Meselâ insan necâsetten (pislikten) nasıl müteneffir olup (tiksinir) kaçar ve gül râyihasından (kokusundan) hoşlanırsa, necâset (pislik) böceği dahi gülden öylece teneffür edip, (tiksinip) firâr eder (kaçar) ve necâsetten mahzûz (hoşlanmış) olur. Velâkin bu iki naîm (nimet) arasında azîm bu’d (büyük fark) ve mübâyenet (zıtlık) vardır. Emr-i vücûdda tayyib (iyiliği çok olan fazilet sahibi) ve habîs (kötü pis) yekdîğerinden (birbirlerinden) mütemeyyiz (farklı)  olduğundan, ehl-i cennetin naîmi tayyibât (hoş iyi nimetler) ve ehl-i cehennemin naîmi (nimetleri de) de habîsât (pis kötü) cinsindendir. Ehl-i cennetin naîmi mahz-ı imtinân (tam bir imtinan) ile “Rahmânü’r- Rahîm” Hazretinden (Rahman’ın Rahim’inden)  ve ehl-i cehennemin naîmi (nimeti) ise tecellî-i Müntakım’den (cezaya çarptırıldıktan sonra) ve azâb-ı elîmden (çok acı veren azaptan) sonra “Erhamü’r-râhimîn”in rahmetinden (Rahim’in Rahmet’inden) zâhir  olur (meydana çıkar) . Ve âteş-i cehennemin zevâlinden (cehennem ateşinin sönmesinden) sonra, ehl-i cehennemin bu küre-i mutasallibe (sertleşmiş küresinin) üzerindeki maîşetleri (yaşamaları) gâyet süflî (aşağı) ve hâkir (bayağı) ve azâbât-ı sâire dâiresindedir (diğer azap çerçeveleri içersindedir)   ve ebediyyen oradan çıkmazlar.  “halidîne fîhâ mâdâmetis semâvâtü vel ardu illâ mâ şâe rabbük”  (Hûd, 11/107)

<Devam Edecek>

Derleyen : Asliye Tavşan
http://afyuksel.com

19.06.2001

 


Üst Ana sayfa e-mail