HÂTİME
Mebâhis-i sâbıkadan (önceki
mevzulardan da) anlaşıldığı üzere, efrâd-ı insânîyyeden (insan
ırkından) her bir ferd (şahıs), âlem-i
şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde) menkuş
(işlenmiş, nakış yapılmış) olan
suverden (sûretlerden) bir sûrettir. Ve bu
sûret ancak ma’nâsından dolayı nakşolunur (işlenir)
Ma’nâsız sûret (manâsı
olmayan sûretin) nakşı abes (boş) ve
münâfî-i hikmettir (meydana geliş sebebine aykırıdır)
. İnsan bu âlemin cevherinden masnû (yapılmış)
/ ve küllün cüz’ü mesâbesinde (bütünün
parçası derecesinde) olup kendi nefsînde bî-ma’nâ nukuş (manâsı
olmayan nakış) ile izâa-i evkatı abes (lüzûmsuz
kaybedilmiş vakit) gördüğü halde,
kendi küllü (bütünü) olan vücûd-ı hakîkîde,
(Hakk’ın vücûdunda) böyle bir
meziyyetin adem-i vücûdunu (yok olan vücûdunu) iddiâ
eyler ise, bir cehl-i sarîh (açıkça cahillik) ve
dalâl-i kabîh (kötü yola sapmış) olur.
Şu tarz muhâkeme ile aklen sâbit olur ki, efrâd-ı insâniyye, (insan
ırkı) kitâb-ı âlem-i şehâdette (bir
kitap olan bu içinde bulunduğumuz alemin) ,
ma’nâlarından dolayı nakşolunmuş (işlenmiş)
birer sûrettirler. Hak Teâlâ Hazretleri bu hakîkati: “Ennemâ
haleknaküm abese ve enneküm ileynâ lâ turceûn”
(mü’minûn, 23/115) ve “lev
eradna en nettehıze lehven lettehaznahü min ledün”
(Enbiyâ, 21/17) ve emsâli âyât-ı (benzer
ayetlerle) Kur’âniyyede beyân buyurmuştur (açıklamıştır)
. İnsan, vücûdun
tecellî-i ahîri (vücûdu hakikinin en son meydana
geleni insan) olduğu için, cemî’-i merâtibi câmi’dir (bütün
mertebeleri Kendinde toplamıştır) . Onun
taayyünü (oluşumu) ulûhiyyetin câmi’ (toplamış)
olduğu sıfât ve esmânın fiilen zuhûr-ı ahkâmına (fiil
olarak açığa çıkarma kaidelerine) müsâiddir. Ya’nî ulûhiyyet
bir ma’nâ olup, sûret-i insan , (insan sûreti)
kitâb-ı âlemde (kitap olan bu âlemde) ancak
o ma’nâyı ızhâr (görünür yapmak) için
menkuştur (işlenmiştir) .
Ma’nâ sûretin aynı olmadığı gibi, gayrı (ayrı)
da değildir. Binâenaleyh (nitekim) sûret
ma’nâdan ve ma’nâ da sûretten münfekk (kopuk)
olmaz. Ma’nâ-yı küllî-i ulûhiyyet (uluhiyetin
bütün manâları) için menkuş (işlenmiş)
olan sûret-i insânîyye (insanlar) ,
lâ-yuad ve lâ-yuhsâdır (sayısız hesapsızdır)
. Fakat bunların taaddüdü (çokluğu)
, vahdânî (tek) olan
o ma’nâ-yı küllîyi ta’dîd (sayısını artırmaz)
ve teksîr etmez (çoğaltmaz) . Nitekim,
insânîyyet bir mefhûm-ı küllî (kavram bütün)
olduğu halde, bu mefhûma delâlet (kavrama işaret)
etmek üzere, kâğıt üzerine, şöyle bir insan kelimesini tahrîr
ederiz (yazarız) . Bu
nakış bir sûretten (şekilden) ibârettir.
Bunu gördüğümüz zaman, bilmesi, görmesi, işitmesi, istemesi, gülmesi,
ağlaması, yürümesi, oturması, uyuması ve ilh... ne kadar şuûnâtı (fiilleri)
varsa hepsi dâhil olmak üzere, insânîyyet mefhûmuna delâlet (insanlık
kavramına işaret) ettiğini anlarız. Bu kelimenin on, yüz, bin ve
yüz bin mislini tahrîr etsek (yazsak) ,
cümlesi bu mefhûma (kavrama) delâlet
(işaret) eder. O mefhûm-i küllî (kavram
bütünü) bi’t-tecezzî (bölünerek) bu
kelimelere inkısâm etmedi (bölünmedi) ; belki
her birine külliyet ile taalluk etti (bütünlüğü
ile ait idi) . Ve bunları sildiğimizde, insan mefhûm-i küllîsi (insan
manâsının bütünü) yine kendi âleminde durur. Bunlar ile berâber
silinmez. Zîrâ o mefhûm (manâ, kavram) bu
sûretlerin gayrıdır (başkadır) .
Fakat bu sûret olmaksızın o ma’nâyı tefhîm
(anlamak, idrâk) etmek de mümkin değildir. Bu nakış görülünce,
o ma’nâya intikal olunur (o manâ düşünülür)
. Binâenaleyh (nitekim)
/ bu nakış o ma’nânın gayrı (başka) da
değildir. Ve o ma’nânın o sûrete taalluku (ilişkililiği,
ait oluşu) bî-keyfiyettir, ta’rîfe sığmaz. İnsanın teşekkülât-ı
vücûdiyyesi (vücûdunun meydana gelmesi) ,
vücûd-ı hakîkînin (Hakk’ın vücûdunun) sûret-i
insânîyyede taayyünü (insan sûretinde oluşması)
ve o taayyünde (oluşumda) a’râzdan
(iki zamanda baki olmayan, varlığı Hakk’ın
varlığına bağlı olmaktan ) ibâret olan zerrât-ı unsuriyyenin (unsur
zerrelerinin) yekdîğeriyle (bir diğeri
ile) bi’t- terekküb aldığı vaziyetler (karışarak
terkip oluşturması) , akıl dediğimiz
bir nûr-i fıtrî husûle (bir nur yapı olan aklı meydana) getirmiştir.
İnsan bununla umûr-ı dünyeviyyede (dünya işlerinde)
salâhı fesâddan (bozuklukların düzeltilmesi)
ve hayrı şerden (iyileri kötülerden) temyîz
eder (ayırır) . Bunda
bilâ-tefrîk-ı cins ve mezheb (cins ve mezhep ayırımı
yapmaksızın) efrâd-ı insâniyye (insanlar
arasında) müşterektir (eşittir) .
Buna “akl-ı maâş” derler ki, aklın mertebe-i sabâveti mesâbesindedir
(çocuk aklı derecesindedir) .
Ve efrâd-ı insânîyyenin ukulü tefâvüt-i (insan
aklının farklılıkları) bünyelerinden nâşî (dolayı)
mütefâvittir. (birbirlerinden farklıdır) Ve
tefâvüt-i bünye ve taayyün (bünyelerin farklı
meydana gelmesi) de onların hakîkat-ı şahsiyyeleri (kendi
hakikâtleri) ve hakîkat-ı şahsiyyelerinin (ve
kendi hakikâtlerinin) kabiliyyeti iktizâsındandır (kabiliyetlerinin
elverdiği kadardır) . Ve ilmin
mahall-i taalluku (ilmin meydana
çıktığı yer) akıl olduğundan, onların derecât-ı ilimleri
dahi akıllarına tebaan mütefâvittir (ilimlerinin
derecelerinin farklılıkları da akılları ile ilgilidir) .
Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri bu tefâvüte (farklılığa)
işâretten buyurur: “Ve
fevka küllüzî ilmin âlim” (Yûsuf,
12/76)
İmdi, mâdemki “akl-ı maâş”
(dünya işlerini ve tabiat âlemini idrak edebilen
akıl) mertebe-i sabâvettedir; (çocuk aklı
mertebesindedir) bir sâbî (çocuk) nasıl
terbiye ve ta’lîme muhtâc ise, “akl-ı maâş” dahi öylece terbiye
ve ta’lîme muhtâcdır. Hazret-i şehâdette muallim-i ukul (öğreten
akıl) iki nev’idir:
Birisi Enbiyâ (a.s.)’dır
ki, bu ukulü (aklı) ism-i Hâdî’nin (doğru
yolu gösteren ismin) ahkâmı (şartları, hükümleri)
dâiresinde terbiye edip, “akl-ı maâd” (manevi
ve uhrevi meseleleri anlayabilen akıl) mertebesine terakkî
ettirirler (ilerletirler) .
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz, ................. buyururlar. Akıl bu
mertebede keskin bir nazar (bakış) peydâ
edip, umûr-ı uhreviyyede (ahiret ile ilgili işlerde)
salâhı fesâddan (bozukları düzeltme) ve
hayrı şerden tefrîk eder (iyiyi
kötülerden ayırır) . İnsan bu
akl-ı maâd dâiresinde şerîat-ı Nebî’ye (Peygamber’in
getirdiği şeriate) kemâl-i ittibâ’ (tam
uyar) ve amel-i sâlihe muvâzabat ile (iyi işler
ile uğraşarak) te’dîb-i nefis (nefisleri
terbiye) eyledikde, artık kâmil olup “akl-ı kül” dâiresine dâhil
(girer) ve gâye-i hilkatine (yaratılış
gayelerine) vâsıl olur. Bu akla taalluk eden ilim
(bu akıl ile alakalı olan ilim)
ilm-i Hak’tır. (Allah ilmidir) Zîrâ
ilmi, hakîkat-ı (hakikât ilmini) Muhammediyye’
den ibâret olan akl-ı külden ahz eder. (alır) Hakîkat-ı
Muhammediyye mertebesi ise vücûdun mertebe-i vahdet ve ulûhiyyetidir.
İkinci nevi’ muallim (tür
öğretmen) dahi Enbiyâ’ya tebaiyyetten istikbâr (Enbiya’ya
uymakta kibirlenen) ve onları inkâr eden / tâifedir ki bunlar İblîs’în
nâibleridir (vekilleridir) . Kendilerine
tâbi’ olanların (kendi doğrultularında
gidenlerin) akl-ı maâşlarında (gelişmemiş,
eğitilmemiş akılları) ism-i Mudill’in ahkâmı (yanlış
yola sevk eden isminin şartları) dâiresinde tasarruf edip, gerek
kendilerinin ve gerek tevâbi’inin (kendine
uyanların) terakkî-i ukulüne (akıllarının
gelişmesine) mâni’ olurlar. Ve hakîkati bulacağız diyerek evhâm
çöllerinde ve âlem-i tabîatın karanlık sâhalarında, serâb arkasında
atşân (susamış) ve ser-gerdân (şaşkın)
olarak koşarlar. Hak Teâlâ bunların ahvâlinden (durumlarından)
haber verip buyurur: “Vellezine
keferû a’mâlühüm keserabin bikîatin yahsebühüz zamânu mâen hatta
izâ câehü lem yecidhü şey’e” (Nûr,
24/39) Ya’nî: “Enbiyâ’yı
ve onların getirdikleri kitâpları inkâr edip kâfir olanların amelleri
çöllerdeki serâp gibidir. Susamış olan kimse onu görüp su zanneder. O
serâp mevki’ine geldiği vakit, onu hiçbir şey bulmaz.” Bunlar zâhir-i
vücûd (vücûdun dış yüzü) olan kitâb-ı
tabîat (tabiat kitabı) ile iktifâ eden (yetinen)
zümre-i münkirîndir (inkarcılardır)
. Bir vakit, hakîkat
zannettikleri şey diğer bir keşif ile kökünden maklû’ (sökülmüş)
olur. O maklû’ (sökülmüş) olan
hakîkat-ı maznûne (zan ettikleri hakikât) ise
serâptan başka bir şey değildir. Bu tâife böyle kitâb-ı tabîatı
tedkîk etmek (araştırmak) sûretiyle nihâyet
bir gün hakîkate vâsıl olabileceklerini zannederler. Sath-ı deryâdaki (denizlerin
yüzeyindeki) köpükler ile iştigâl edenler
(meşgûl olanlar) ka’r-ı deryâya (denizin
dibine) vâsıl olabilirler mi? Heyhât! Bu tâifenin Volter’leri,
Şekspir’leri, Darwin’leri, Böhner’leri ilh... hakîkatı anlamadan
gittiler. Ve bunlara peyrev olan (uyan peşinden
giden) zamânımızın münkirleri (inkârcıları)
de onlar gibi gideceklerdir. Zîrâ âlem-i tabîatte mütekevvin (meydana
gelmiş) olan vücûd-ı insânîde (insanın
vücûdunda) hükümrân olan vehim, tarîk-ı hakîkatin (hakikâte
giden yolun) en büyük bir reh-zenidir (yol
kesicisidir) . Velâkin Enbiyâ’nın
(Peygamberlerin) ve onların vârislerinin (mirasçılarının)
cânib-i külden (küll tarafından,
Allah’tan) getirdikleri ilim, tasarrufât-ı vehmiyyeden tecrîd
buyrulan (vehmin idaresine girmekten soyutlanmış
olan) ilimdir. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:
“Min kablike min Rasûlin velâ Nebiyyin illâ izâ temennâ elkaş
şeytânü fî ümniyyetihî feyensehullâhü mâ yülkişşeytânü sümme
yuhkimüllâhü âyâtih” (Hacc,
22/52) Ya’nî “Ey Habîbim! Senden evvel bir Nebî veyâ Resûl göndermedik,
İllâ ki kendi nefsinden bir şey temennî ettikde, şeytan onun ümniyyesine
(niyetine, isteğine) mülâkî olur. (kavuşur)
Allah Teâlâ ise şeytanın ilka (telkin) ettiği
şeyi bozar, ba’dehû (daha sonra) âyâtını
(ayetlerini) tahkîm (sağlamlaştırır)
ve tesbît eder.”
/ İşte görülüyor ki,
nefsin temennîsi (dilekleri, arzuları) Enbiyâ’da
bile vâki’ (var) olsa, ona şeytân-ı
vehim karışıyor ve ba’dehû (daha sonra) vehmin
ilkaâtı, (vehmin öğrettiği telkin
ettiği şeyler) cânib-i Hak’tan nesh olunur (Hak
tarafından Hükümsüz bırakılır) . Artık
cemî’-i evkatta (her vakitte) kendi
nefislerinin ahkâmı tahtında (şartları altında)
zebûn (güçsüz) olan feylesoflara (filozoflar)
vehmin derece-i te’sîr (tesir derecesi) ve
tasarrufu (kullanması, idare etmesi) kıyâs
olunsun (karşılaştırılsın) ! İmdi
Enbiyâ (a.s.)’ya bi-hakkın (gerçekten) tâbi’
olup (uyup) onların isrlerine ıktifâdan (izlerinden
giderek) kıl ucu kadar inhirâf etmeyenler
(sapmayanlar) kendi asıllarına vâsıl olmuşlardır ve emr-i
ta’lîmde (ilim verme, öğretme hususunda) onların
vâris (mirasçıları) ve halîfeleri
bulunmuşlardır. Saltanat-ı ilmiyye (zengin ilim) ile
zâhir olan bu kitâbın müellifî Hz. Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî
efendimiz, o verese-i kümmelîn (o mirasçılardan
olan kâmillerden) ve halîfe-i rûy-i zemînden (yeryüzündeki
halifelerden) birisidir. Ve onların ilimleri Hak Teâlâ’nın
“ve allemnâhü min ledünnâ ilme”
(Kehf, 13/65) kavl-i şerîfinde işâret buyurduğu ilm-i ledünnîdir.
(Allah
tarafından verilen, özden gelen ilimdir) Bu ilm-i ledünnî ehl-i
kurba (ledün ilmi yakın elde eden zatlara) ,
delâil-i akliyye (aklın yol göstermesi) ve şevâhid-i nakliyye (tanık
olunanların öğrenilenlerin aktarılması) ile değil,
ta’lîm-i ilâhî (ilâhi öğrenim, öğretim) ve
tefhîm-i Rabbânî (Rabb’in bildirmesi) ile
ma’lûm (bilinir) ve mefhûm olur (manâsı
idrak edilir) . Bu
da üç kısım üzerine olup, birincisi “vahy”, ikincisi “ilhâm”,
üçüncüsü “firâset”tir. “Vahy”
hâssa-i Enbiyâ (Peygamberlere has) olup iki
nevi’dir: Biri kelâm-ı ilâhî (ilâhi sözler)
, diğeri hadîs-i Nebevîdir; (Peygamberlerin
sözleridir) zîrâ akvâl-i Enbiyâ (Peygamberlerin
sözleri) (a.s.) “vemâ
yentıku anil hevâ in hüve illâ vahyün yühâ”
(Necm, 53/3) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince)
vahiydir. Kelâm-ı ilâhî (ilâhi sözler) vâsıta-i
Cibrîl (Cibril aracılığı) ile Resûl
(s.a.v.)’in kalb-i şerîfine münzeldir (indirilmiştir)
. Hadîs-i Nebevî’nin
(Peygamberlerin getirdikleri haberlerden) ba’zısı
mahall-i şuhûdda (görme mahallinde) vâsıta-i
Cibrîl (Cibril aracılığı) ile gelmiştir.
“Fe evhâ ilâ abdiği mâ evhâ”
(Necm, 53/10) âyet-i kerîmesinde ona işâret olunur. Ve ba’zısı
da nüzûl-i Cibrîl (cibrilin inmesi) vâsıtasıyla
ve ba’zısı dahi kalb-i şerîfine “nefs” (.... ) ya’nî nefh-i
Cibrîl (Cibril’in üflemesi) ile gelmiştir.
Nüzûl-i Cibrîlden (Cibril’in inmesinden) murâd,
onun sûret-i melekiyyeden (meleki sûretten) hey’et-i
beşeriyyeye tenezzül ve temessülüdür (insan
sûretlerinden bir şekle bürünerek
inmesidir) . Ve
“nefs”den murâd Cibrîl’in bir sûrete mütemessil (bir
sûret ve şekle girme) olmaksızın vayh-i ilâhînin ma’nâsını
kalb-i şerîf-i Nebevîye (Nebi’nin kalbine) ilka
(vayh) etmesidir.
“İlhâm”
Evliyâya mahsûstur. O da sahîh (doğru) ve
sâbit olan bir ilimdir ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ onu âlem-i gaybden (gizli,
bilinmeyen âlemden) havâss-ı Evliyânın kalblerine kazf buyurur (atar,
koyar) . Mutasavvife (sofular)
buna “hâtır-ı Hakkanî” derler. Bu ilim ism-i Hâdî
hazretinden (Hakk yoluna, doğru yola sevkeden
isimden) ilka (ilham) olunduğundan,
bunda evhâm-ı mudillenin (mudill isimlerinden doğan
evhamın) te’sîri yoktur.
“Firâset”
bir ilimdir ki, âsâr-ı sûretin teferrüsü (sûretin
eserlerinden olan düşünmek ve tefekkür
neticesi doğru anlama ve sezme) sebebiyle guyûbdan / mekşûf (gayblerden
keşf edilmiş) olur. Bu ilim Evliyâ ile havâss-ı
mü’minîn arasında müşterektir (eşittir)
. Nitekim hadîs-i şerîfte
................................. buyurulur. İlhâm ile firâset arasındaki fark budur ki,
firâsette umûr-ı gaybiyyenin keşfi (gayblerdeki
hususların keşfi) , âsâr-ı
sûretin (sûretin eserlerinden olan) teferrüsü
(iyi düşünme ve tefekkür ederek doğru anlama) ile
olur; ilhâmda ise âsâr-ı sûretin (sûretin
eserleri) teferrüsü (iyi
düşünerek tefekkür sonucu doğruyu bulma) sebeb değildir. Vahy
ile ilhâm arasındaki fark dahi budur ki, ilhâm vahye tâbi’dir (uyar)
; vahy ilhâma tâ’bi’ değildir. Ya’nî Evliyâ’ya ilhâm, mütâbeat-ı
Resûl (Resûl’e tâbi olma, uyma) vâsıtasıyla
hâsıl olur.
İmdi ukulü (aklı)
, ism-i Hâdî (doğru yola sevkeden isim) dâiresinde
ta’lîm ve terbiye eden muallimîne (öğretmenine)
vâki’ (gerçek) olan ilkaât-ı
ilmiyye (telkin edilen, öğretilen ilim) bu
sûretle olduğu gibi, ukulü çâh-ı dalâlete ilka
(aklı uçuruma sevkeden telkin)
eden muallimîne (öğretmenine) dahi,
ism-i Mudill hazretinden (yanlış yola sevkeden
isimden) vahy olunur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
“Ve inneşşeyâtıne leyühune ilâ Evliyâihim”
(En’âm, 6/121) Ve kezâ diğer âyet-i kerîmede de buyurur:
“Ve kezâlike cealnâ likülli Nebiyyin adüvven şeyâtınel insi
vel cinni yuhî ba’dûhüm ilâ ba’dın zührufel kavli gurur”
(En’âm, 6/112) Ve Evliyâ-i şeyâtînde (şeytan
Evliyalarda) ilhâma mukabil (karşılık) “evhâm”
(vehim, ihtimale dayanan zayıf bilgi) ve
firâsete mukabil “hamâkat” (manevi idrâksızlık,
ahmaklık) hükümrân olur. Nitekim Hz. Mevlâna (R.a.) buyurur:
(MESNEVÎ)
Tercüme: “Böyle bir kimse
zekiyy-i mutlak (tam bir zeki) olsa bile,
kendisinde bu temyîz (ayırma) ve firâset (anlayışlık,
çabuk seziş) olmadığı için ahmaktır”; ya’nî kendi akıllarına
tâbi’ olan (uyan) münkirîn (inkârcılar)
, her ne kadar ulûm-i tabîiyyede (tabiat
bilgilerinde) zekiyy-i mutlak (tam bir zeki) olsalar
bile, mâdemki onlarda, hakîkat-ı mebde’ ve maâdı (hakikâtin
çıkış noktasını ve tekrar dönülecek yeri yani ahireti) temyîz
edecek (ayıracak) kuvvet yoktur, ahmaktırlar.
Hadd-i zâtında bu tâifenin
ilmi de bir nevi’ (çeşit) ilimdir. Fakat
aklı ıdlâl eylediği (şaşırtıp saptırdığı)
için kıymeti yoktur. Nitekim Hak Teâlâ onlar hakkında: “Ve
edallehüllâhü alâ ilmin” (Câsiye,
45/23) buyurur. Ve “kalû
mâ hiye illâ hayâtünad dünyâ nemütü ve nahyâ vemâ yühlikûnâ
illeddehr ve mâ lehüm bizâlike min ilmin in hüm illâ yezunnün”
(Câsiye, 45/24). Ya’n’i “münkir-i
Enbiyâ (yalancı Peygamber) olanlar derler
ki, hayât ancak hayât-ı dünyeviyyemizdedir (hayat,
yalnız dünyamızdaki hayattır) . Madde,
cemâd ve meyyit (cansız taş toprak ölü) hâlinde
iken terkîb-i hâs dâiresinde (kendine has özel
bileşimleri sayesinde) eser-i hayât ızhâr eder; (hayat
eseri görülür) ve bizi ancak dehr (zaman) helâk
eder. Halbuki / onların bu hükümlerinde (kararlarında)
ilm-i hakîkî cinsinden bir şey sâbit değildir. Belki ilm-i zannî
ve vehmî vardır (ilimleri zanna ve vehme dayalıdır).
” âyet-i
kerîmesinde de onların kıymet-i ilmiyyelerinin
derecesini (ilimlerinin kıymet derecelerini) bize
duyurur.
İmdi nâfi’ (faydalı)
ve gayr-ı nâfi’ (faydasız) olarak
ilmin envâı (çeşitleri) çoktur. Bu
mukaddime (başlangıç), onların tafsîline
(etraflı bir şekilde açıklanmalarına) müsâid değildir.
Bunlardan ilm-i tasavvuf, ilm-i ledünnîden (Allah
ilmi, özünden gelen ilim) olduğu cihetle (yönüyle)
cümlesinin fevkındedir (hepsinin üstündedir)
. Hükemâ (filozoflar)
, mesâlik-i felsefiyyelerinin (meslekleri
felsefeci olanların) ba’zı mesâilinde (meselelerinde)
hakayıka (hakikatlere) temâs
ettiklerinden, ba’zı kûteh-bînân (kısa görüşlü
kimseler) , ilm-i tasavvufun bunlardan
me’hûz (çıkarılmış) olduğunu
zannederler ise de, bunun böyle olmadığı meydandadır. Zîrâ Evliyâ,
ilhâm ve firâsetlerinin sıhhatine (doğruluğuna)
iki şâhid-i âdil şehâdet (iki adil şahit
şahitlik) etmedikçe, onlara kıymet vermezler. O iki şâhid-i
âdilden (o iki adil şahitten) biri
“Kur’ân” diğeri de “ahâdîs-i Nebeviyye’dir. (Peygamberimizin
hadisleri, sözleridir)
Binâenaleyh (nitekim),
ilm-i tasavvuf (tasavvuf ilmi) lübb-i
Kur’ân (Kur’anın özü) ve ahâdîs-i
şerîfe olup, aslâ mesâlik-i felsefiyye (felsefe
mesleği) ile alâkadâr değildir.
Tevfîkat-ı ilâhiyyeden
istiâne (Allah’tan yardım dileyerek) ve
a’ref-i Enbiyâ (s.a.v.) Efendimiz hazretlerinin füyûzât-ı
seniyyelerinden (yüksek yüce feyzlerinden) istimdâd
(yardım meded dileyerek) ve onların
verese-i kümmelîni (varisleri olan kâmilleri) ve
husûsiyle hâtem-i Evliyâ Şehy-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî ve şemsü’l-hakîka
cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin Rûmî (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn)
hazarâtının ebvâb-ı keremlerinden tese’ül olunarak (dilenerek)
şerhine şurû’ olunan (başlanan) bu
Fusûsu’l-Hikem dahi serâpâ
(baştan başa) ilm-i ledünnî (Allah’ın
ilmi, özden gelen ilim) ve lübb-i Kur’ân (Kur’anın
özü) ve ahâdîs-i Nebevviyyedir (Hazreti
Muhammet (s.a.v) hadisleridir) . “Vesbir
nefseke meallezîne yedûne Rabbehüm bilğadâti velaşiyyi yüridüne
vechehü velâ ta’dü aynâke anhüm türidu zinetel hayâtiddünyâ velâ
tutığ men a’felna kalbehü an zikrina vettebea hevâhü ve kâne emruhu
fürüta” (Kehf, 18/28)
Ya’nî “vech-i bâkîsini murâd ederek, gece ve gündüz Rab’lerini
zikr eden tâife ile berâber nefsini habs (hapset) ve
tesbît et (sağlamlaştır) !
Ya’nî onların sohbetleri ile imrâr-ı evkat
eyle (vakitlerini
geçir) ! Ve
kalbini bizim zikrimizden iğfâl edip (yanıltıp
gaflete düşürüp) hevâsına tâbi’ (heveslerine
arzularına uyan) ve emr-i nefsânîde müfrit (nefsinin
emirlerine uymakta aşırıya kaçmış
ileri gitmiş) olan kimseye itâat etme, ya’nî ona musâhib
(sohbetlerinde arkadaş) olma!” /
MESNEVÎ:
“Deme dergâh-ı şehe
bizlere ruhsat yoktur.
İş kerîmân ile oldukda suûbet kalkar”.
Hitam-ı istinsâh târihi: 3
Zilhicce 1346 / 22 Mayıs 1928
Şehy Alî Fakîrî Efendi
merhûmun iş bu mukaddimeyi ba’de’l-mütâlaa yazdıkları ebyâtdır:
/ Orhan Şemseddin Bey merhûmun
ba’de’l-mütâlaa yazdıkları ebyât-ı
95 sâniha:
Derleyen
: Asliye Tavşanlı
http://sufizmveinsan.com
27.06.2001
|