ADEM
Mefhûm-ı
adem,
(yokluk
kavramı)
zihinde
hâsıl olan (zihinde
meydana gelen)
bir
ma’nâ-yı küllî-i zulmânîdir; (karanlık
manâ bütünüdür)
ve
ma’nâ-yı küllî-i nûrânî
(nurani
manâ bütünü)
olan
vücûdun zıddı ve mukabilidir. (karşılığıdır)
Vücûdu,
“ademü’l-adem” (yokluğun
yokluğu) diye
ta’rif ettiğimiz gibi, ademi de (yokluğu
da) “ademü’l-
vücûd” (varlığın
yokluğu) diye
ta’rîf ederiz. Adem (yokluk)
öyle
bir zulmet-i ezeli ve ebedîdir (evveli
ve sonu olmayan karanlıktır)
ki,
ondan ezelen ve ebeden bir
şey çıkmaz ve öyle bir sükûn-ı ezelî ve ebedîdir (evveli
ve sonu olmayan sükûnettir)
ki,
ondan ezelen ve ebeden bir hareket zâhir olmaz. (meydana
gelmez) Vücûd
nâmütenâhî (sonsuz,
sınırsız)
olup bir hadde (sınır
ile) müntehî
olmadığı
(sınırlanmadığı)
için,
ademin (yokluğun)
tahakkuk
edebileceği (gerçekleşebileceği)
bir
sâha mevcûd değildir; binâenaleyh (nitekim)
adem
(yokluk)
lâ-şey’-i
mahzdır.
(mutlak
surette varlığı olmayan şeydir)
Vücûd
dâimâ vâhid (tek)
olup,
kendi hakîkat-ı hakîkiyyesi üzerinde bilâ-tağayyür (değişikliğe
uğramaksızın)
ve bilâ-tebdîl bâkîdir. (başkalaşmaksızın
devamlıdır)
Ve
adem (yokluk)
dahi
kezâlik ademiyyeti
(böylece
yokluğu)
üzerinde
sâbittir. Vücûd aslâ adem (yok)
olmaz
ve mevcûd (var
olan)
ma’dûm
(yok)
olmaz
ve ma’dûm (yok
olan) dahi
mevcûd olmaz. Zîrâ kalb-i hakayık muhaldir. (çünkü
kalbe gelen hakikatler olanaksızdır)
İmdi “vücûd” hak,
(gerçek
olandır)
ve
“adem” bâtıldır. (gerçek
dışıdır)
Muhakkîkîn-i
sûfiyye (tahkîk
ehlileri)
bu
ma’nâya âtîdeki (aşağıdaki)
ıstılâhât
(manâ)
ile
işâret ederler:
adem-i
hakîkî
adem-i mahz
adem-i mutlak
bâtıl-ı
mutlak
adem-i sırf
ademü’l vücûd
bâtıl-ı hakîkî
Adem
iki nevîdir: Birisi bu zikr olunandır; (adı
geçen) diğeri
de;
adem-i
izâfî
adem-i i’tibârî
ve adem-i mukayyed
Dedikleridir
ki, bu adem çekirdeğin içindeki ağaçın ve sulb-i pederde (babanın
menisinde)
olan
veledin (çocuğun)
sûretleri
gibidir. Ya’nî bi’l-kuvve (güç,
kuvvet, potansiyel olarak)
mevcûd
ve bi’l-fiil (fiil
olarak)
ma’dûm
(yok)
olan
eşyâ (hakikâtler)
adem-i
izâfîdedir. Adem-i izâfî, vücûd-i mahz ile adem-i mahz arasında bir
berzahtan (geçişten)
ibârettir.
ÜÇÜNCÜ FASIL
VÜCÛD-İ
İZÂFÎ
Vücûd-i
izâfî bir asl-ı hakîkîye (kökü
bir hakikâte) müstenid
(dayanmış)
olup,
ondan neş’et eden (meydana
gelen)
bir
varlıktır ki ona,
vücûd-ı
zıllî
vücûd-ı mukayyed vücûd-ı
mümkin de denir.
Vücûd-i
izâfî (kayıtlı
varlık) vücûd-i
mahz (saf,
katıksız varlık)
ile
adem-i mahz (saf,
katıksız yokluk)
arasında
vâki’dir (vardır).
Zîrâ,
bir yüzü ademe, (yokluğa)
bir
yüzü de vücûda
(varlığa)
nâzırdır.
(dönüktür)
Binâenaleyh
(nitekim),
“mefhûm-i
mahz”dır. (saf,
katıksız kavramdır) Hakîkatte
vücûd-ı müstâkılli (kendine
ait bağımsız bir
vücûdu) yoktur.
Belki vücûd-ı mahz-ı latîfin
(Zat’ın
varlığının)
sıfât-ı
ârızası (sıfâtının
gereği)
olan
mertebe-i kesâfetten (mertebesinin
koyuluğundan)
ibârettir.
Meselâ buhar mevcût olduğu halde, kemâl-i letâfetinden, (şeffâflığından
dolayı)
basar-ı hissî (görme
duyusu)
ile
idrâk olunmaz. Mertebe mertebe (boyut
boyut)
tekâsüf
ettikçe
(kesîfleştikçe,
yoğunlaştıkça)
mahsüs
(hissedilebilir)
olur.
İlk tekâsüfte (yoğunlaşmada)
bulut
olup basar-ı hissî (görme
duyusu)
idrâk
eyler; fakat göz kapanıp bulut içinde mürûr edilse (geçilse),
temâs
(dokunma
duyusu)
ile
hissolunmaz. Bulut tekâsüf edip (yoğunlaşıp)
su
oldukta, mecmû’-i havâss (bütün
duyu organları)
ile
idrâk olunur. Su incimâd edip (donup)
buz
oldukta, kemâl-i kesâfetinden (koyuluğunun
kemâlinden)
azhar (en
aşikâr)
olur.
Eğer buharı vücûd-i hakîkî farz (kabûl)
edecek
olur isek, onun bulut, su ve buz sûretleri, sıfât-ı ârızasından ibâret
(sıfâtlarından
dolayı)
olur.
Ve sıfât-ı ârızada (sıfâtlarında)
asl
(asıl)
olan
adem
(yokluk)
olduğundan,
onlara vücûd-i hakîkî (kendisi
vücût) sâhibidir
denemez. Vücûd-i hakîkî (asıl
vücût), ancak
buhar olup, bu sûretlerin sebeb-i kıyâmı (var
olma sebebi)
olmuş
olur. Ve tagayyürât (değişiklikler)
ve
istihâlât-ı mütevâliye (değişmelerin
birbiri
ardınca gelmesi)
vücûd-i
hakîkînin (asıl
vücûdun) değil,
belki sıfât-ı ârızâsındandır. (sonradan
olan sıfâtlarından dolayıdır)
Zîrâ
vücûd-i hakîkî (asıl
vücût) tagayyürât
(başkalaşımlardan)
ve
istihâlâttan (değişmelerden)
münezzehdir (beri,
temizdir).
İşte bu misâle mutâbık (uygun)
ve
muvâfık
(yerinde)
olarak
senin ve benim bi’l-cümle (bütün)
eşyâ-yı
kesîfenin (madde
şeylerin)
ve
suver-i hayâliyye (hayâli
sûretlerin)
ve
cevâhir-i mücerredenin (karışık
olmayan, katıksız, saf cevherlerin)
vücûdları,
hep / vücûd-i hakîkînin (asıl
vücûdun) sıfât-ı
ârızasının istihâlâtından (sıfâtlarından
ileri gelen değişmelerden)
başka
bir şey değildirler. Onun için mevcûdâd-ı kevniyyeye (mevcûd
olan varlıklara)
“suver-i
hayâliyye” (hayâli
sûretler)
ve
“nüfûs-ı vehmiyye”
(vehmi
nefis)
de
derler. Bu mevcûdâd-ı zılliyye (gölge
varlıklar)
ve
izâfiyye, (varlığı
Hakk’a bağlı olan varlıklar)
vücûdu
hakîkînin edillesi (işaretleri,delilleri)
ve
alâmâtıdır. (belirtileridir)
Nitekim
bir yerde bir buz parçası görsek, suyun vücûduna ve kezâ önümüzde
bir gölge görsek, arkamızda gölge sâhibinin vücûduna istidlâl
eyleriz (yorumlarız).
Nitekim
Hak Teâlâ Hazretleri: “ve
min âyâtihî halkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhi mâ min dâbbeh
ve hüve alâ cemıhim izâ şâu kadir”
(Şûra, 42/29)
âyet-i kerîmesinin semâvât (gökler)
ve
arz (dünya)
ile,
onlarda mebsûs (yayılmış)
olan
devâbbın alâmât-ı (hayvanlık
işaretlerinin)
vücûddan
olduğunu beyân buyurmuş ve bizlere bu îzâh olunan (açıklanan)
hakîkati
duyurmuştur.
DÖRDÜNCÜ FASIL
TECELLİYYÂT-I
VÜCÛD
Ma’lûm
olsun ki, vücûdun merâtib-i muhtelifeye (çeşitli
mertebelere)
tenezzül
(iniş)
sûretiyle
tecellîsi, (oluşumu)
ancak zuhûra (açığa
çıkmaya)
“meyl” (yönelmesi)
ile
mümkindir ve “meyl” (yönelme)
dahi
meşiyyetten (istemekten)
ibârettir. Halbûki meşiyyet (istemek),
bir
sıfât ve nisbet (isim)
olduğundan,
cemî’-i niseb (bütün
isimlerden)
ve
sıfâttan muarrâ (soyutlanmış)
ve
münezzeh (arı,
temiz)
olan
vücût bu sıfât-ı meşiyyetten (istemek
vasfından)
dahi
münezzehdir (berî,
temizdir).
Zîrâ vücûd-i mutlak cemâl-i zâtîsinde (kendi
cemâlinde, zatında)
müstağraktır;
(boğulmuş)
ve
istiğrakta (yok
olmuş, gömülmüşlükte)
meşiyyet (istemek)
olmaz.
Binâenaleyh (nitekim)
vücûdun
mertebe-i vahdete, ya’nî mertebe-i ulûhiyyette tenezzülü (inişi)
istiğrâk-ı
cemâl-i zâtîsinde (kendi
zâtında olan gömülmüşlüğünden)
mertebe-i
âgâhîye (bilinç
boyutuna)
gelmesi
demektir ki, bu da meşiyyet (istemek)
ile
değil, belki onun iktizâ-yı zâtîsidir (zâtının
gereğidir).
İktizâ-yı
Zâtîde (Zat’ının
gereği) ise
sebeb ve illet (etki)
mevzû’-i bahs (söz
konusu) olamaz.
Vücûdun merâtib-i tecelliyyâtı (vücûdun
oluşum mertebeleri)
yedidir:
Lâ-taayyün
Taayyün-i
evvel
Taayyün-i
sânî
Mertebe-i
ervâh
Mertebe-i
misâl
Mertebe-i
şehâde
Mertebe-i
insan
Bu
tertîb, külliyyât (bütünlük)
i’tibâriyledir;
cüz’iyyât (kısımları)
i’tibâriyle
merâtib-i vücûdu (vücûdun
mertebelerini)
haşr
(bir
çerçeve içine almak)
ve
ta’dâd (saymak)
kabil
değildir (imkânsızdır).
İmdi
bu merâtib (mertebeler)
keşfî
ve aklîdir; (akıl
yönündendir) zamânî
ve hakîkî değildir. Ya’nî vücûd bir zamanda tecellî etmemiş (oluşmamış)
ve o an içinde/ kendi cemâlinde istiğrâkı (gömülmüşlüğü)
hasebiyle
cemî’-i esmâ (bütün
isimleri) ve
sıfâtı kendisinde müstehlek (helâk)
ve
muzmahil (çökmüş,
yok)
olmuş
idi; sonra bir zaman geldi ki, bu istiğrâktan (gömülmüşlükten)
ayılıp
kendisine geldi ve kendindeki sıfâta şuûru (şuur
sıfatı) hâsıl
oldu; (çıktı)
ve
bu zaman dahi geçtikten sonra düşünüp dedi ki,
“Bende bu kadar sıfât var; bunların âsârını (eserlerini)
izhâr
edeyim (açığa
çıkarayım)
;
falan
şeyi böyle yapayım ve falan şeyi de şöyle yapayım”;
ba’dehû (ondan
sonra)
bu
teemmülü (etraflıca
düşünmesinin) müteâkıb
(arkasından),
eşyâyı icât etmeye (yaratmaya)
başladı
ve cümlesini yoktan var etti. Bu kat’â (asla)
böyle
değildir. Bu merâtib (mertebeler),
keşfe
ve akla göredir; yoksa zaman ile aslâ münâsebetleri (ilişkileri)
yoktur.
Zîrâ vücûdun tenezzülâtı (inişi)
ve
tecelliyyâtı (oluşumları)
vücûd ile berâber kadîmdir (vardır)
. Hudûs, (sonradan
peydâ olma)
ancak
suver-i kesîre-i avâlimin (evrendeki
sûretlerin çeşitliliği)
efrâdına (fertlere)
nazarandır
(göredir)
. Ve
âlem (evren)
bizim
âlemimizden (evrenimizden)
ibâret
değildir. Fezâ-yı lâ- yetenâhîde (sonsuz
evrende)
avâlim-i
bî- nihâye (sonsuz
evrenler)
mevcûd
olup, peyderpey (arkası
arkasına) tekevvün
(oluşmakta)
ve
tefessüd etmektedir (bozulmaktadır)
.
Bu tekevvün (oluşmak)
ve
tefessüdün (bozulmanın)
ne evveli ne de âhîri (sonrası)
vardır.
Zîrâ keyfiyyet-i halk (keyfi
yaratış)
ezelî
(evveli
olmayan)
ve
ebedî (sonsuz)
olup,
ne evveli ne de âhîri (sonu)
vardır.
Evveliyyet ve âhiriyyet, ancak efrâd-ı mahlûkata (yaratılmış
olan beşere)
nazarandır (göredir).
BEŞİNCİ
FASIL
MERTEBE-İ
LÂ-TAAYYÜN, MERTEBE-İ
AHADİYYET
Bu
mertebe vücûdun mertebe-i ıtlâkı olup,
(mertebelerden soyunduğu, kurtulduğu)
cemî’-i
nuût (bütün
sıfâtlardan)
ve
sıfât izâfesinden (sıfâtların
dahil edilmesinden)
münezzeh
(temiz)
ve
her kayıddan, (alâkalılıktan,
bağlılıktan)
hattâ
kayd-ı ıtlâktan (kayıtlılıktan
kurtulmaktan)
dahi
mukaddestir
(temizdir)
.
Bu
mertebe Hak Teâlâ Hazretlerinin künhü (bütünü)
olup,
onun fevkinde (üstünde)
başka
bir mertebe yoktur. Vücûdun bu mertebesi hakkındaki tafsîlât (açıklama)
,
birinci
ve dördüncü fasıllarda (bölümlerde)
zikrolunduğundan
burada tekrârı zâiddir (lüzûmsuzdur).
ALTINCI
FASIL
MERTEBE-İ
VAHDET, TAAYYÜN-İ
EVVEL MERTEBESİ
Bu
mertebe zât-ı bahtın istiğrâk-ı cemâlîsinden, (zâtın
kendi cemâlisinde gömülmüşlüğün)
mertebe-i
âgâhîye
(bilinç
mertebesine)
tenezzülünden (inişinden)
ibârettir.
Bu tenezzül (iniş)
vücûdun iktizâ-i zâtîsidir. (zâtının
gereğidir, zatındandır)
Onun
bu mertebe-i âgâhîsine (bilinç
mertebesine)
“mertebe-i
ulûhiyyet” denir. Vücûd bu
mertebede kendisindeki sıfât ve esmâyı alâ-tarîkı’l-ihâta (kuşatma,
ihâta
süretiyle)
mücmelen
(toplu
olarak)
bilir.
Ve sıfât bu mertebede kendisinin aynı/ olduğundan bu ilim, kendi zâtına
olan ilminden ibârettir. Binâenaleyh (nitekim),
vücûd
bu mertebede cemî’-i (bütün)
esmâ
ve sıfât ile müsemmâ (isimlenmiş)
ve
mevsûf (vasıflanmış)
ve nuût (sıfât)
ile men’ût (sıfâtlanmış)
olduğundan
“ALLAH” ism-i
câmi’inin (isimlerin
toplu olduğu) mertebesidir
ve bu isim ile müsemmâdır (isimlenmiştir).
Bu mertebe, Zât-ı lâ-taayyünün, (Zat’ın)
taayyün
sûretiyle
(oluşum
sûretiyle)
zuhûr
ettiği (meydana
çıktığı)
evvelki
mertebe-i tenezzülüdür. (önceki
mertebeye inişidir)
Buna
“taayyün-i evvel” ve
“ilm-i mutlak” da
derler. Zîrâ bu mertebede zâtın şuûru ve vicdânı Ma’lûm (bilinir)
ve
gayrîyyet kaydı
(ayrılık,
başkalık kaydı)
olmaksızın
mutlaktır. Buna “vahdet-i
hakîkî” mertebesi de
derler. Zîrâ bu nefs-i “taayyün-i
evvel”in ismidir ki,
......................................... Ya’nî “vâhidden ancak vâhid sudûr eder” (tekten
ancak tek meydana gelir)
demektir.
Bu mertebede ta’dîd (çoğaltma)
ve
a’dâd (adet)
ve
kesret (çokluk)
ve
efrâd (fertler)
yoktur.
Beyne’n- nefy ve’l-isbât (yok
ile var arasında) müsâviyü’t-tarefeyndir
(eşittir).
“Felek-i
velâyetü’l-mutlak” derler.
Zîrâ “cevher-i evvel” den
ibâret olan taayyün-i evvelin zâhiri (dış
vücûdu)
ve
bâtını
(iç,
rûhu)
vardır.
Onun bâtınına (rûhuna)
“velâyet-i
mutlaka” derler.
“hünâlikel
ve lâyetü lillâhil hakka” (Kehf, 18/44)
bu velâyetten kinâyedir. (Velâyeti
dolayısıyla söylenmiştir)
Ve onun zâhirine (dış,
vücûduna) “Nübüvvet-i
mutlaka” derler. Zîrâ o, vücûd-i ahadiyyet (zat)
ile
vâhidiyyet (esmalar)
arasında
berzahtır (geçittir).Mevvâc-ı
(çok
dalgalı, esma mertebesi)
ahadiyyetten
feyz-i akdesi (en
mukaddes feyzi “etkiyi” Zat’tan)
bî-vâsıta
(vasıtasız)
kabûl
eder ki, nâmı (ismi)
“velâyet-i
mutlaka”dır. Ve vâhidiyyet
mevvâcı (vahidiyyet,
esma dalgaları)
ile
feyz-i mukaddesi (en
mukaddes feyz “etkiyi”)
ahz
edip (alıp)
halka
(yaratılmışlara)
eriştirir;
nâmına (ismine)
“Nübüvvet-i Mutlaka” derler.
................................ bu, Nübüvvete (Peygamberlik
görevine) işârettir.
Cemî’-i Velâyet-i Evliyâ (bütün
velâyet sahibi evliyâlar)
ve
Nübüvvet-i Enbiyâ (peygamberlik
görevi ile gönderilen peygamberler) ondan
neş’et ve zuhûr ederler (ondan
vücûda gelir ve meydana çıkarlar).
Bundan nâşî (dolayı)
ona
“felek-i sâbitât” ta’bîri
(sözü)
ile
kinâye ederler
(dolaysıyla söylerler) ki,
cümle seyyârât (bütün
gezegenler)
ve
sâbitât (yıldızlar)
nasıl eflâkta vâki’ (galâkside
nasıl gerçek)
iseler, Enbiyâ ve Evliyânın Nübüvvet (Peygamberlik
görevleri) ve
Velâyet-i Külliyye (velâyetin
bütünlüğü) ve
cüz’iyyeleri de
(kısımları da) öylece
“Velâyet-i Mutlaka”da vâki’dirler.
(gerçektirler)
Buna “tecellî-i evvel” de derler; Zîrâ o, lâ-taayyünden evvelen zuhûr etti; (meydana
çıktı) ve
mertebe-i hafâdan (gizlilik
mertebesinden) evvelen
münevver oldu.
“Kabiliyyet-i
evvel” de derler; zîrâ
o cümle mahlûkat ve mevcûdâtın maddesidir; ve cemî’-i kabiliyyât (bütün
kabiliyetler) ondan
zâhir oldu (meydana
çıktı).
“Makam-ı
ev ednâ” da derler ki, bu mertebenin fevkinde, (üstünde)
Zât-ı
Sırf mertebesinden gayri(başka)
bir
mertebe yoktur.
“Berzahu’l-berâzih” derler; zîrâ o, taayyün (esma
mertebesi) ile
lâ- taayyün (Zat)
arasında
hâildir (ikisinin
arasındadır)
ve
cemî’-i berâzihi câmi’dir. (bütün
geçişleri kendinde toplamıştır)
“Berzah-ı
kübrâ” da derler; zîrâ ahadiyyet ve vâhîdiyyeten ibâret olan
iki mertebe-i a’zamı hâmildir
(en
büyük iki mertebe ile yüklüdür).
“Ahadiyyetü’l-cem” de derler; zîrâ bî-i’tibâr-ı
ıskat
(bütün
nisbetler
hükümsüzdür) ve
isbât, (kanıtlamak)
min-haysü-hiye,
(O
(kendisi) olmak bakımından)
Zât’ın
i’tibârıdır. (takdiridir)
“Ma’den-i
kesret” de derler; zîrâ cevâhir-i
esmâ
ve sıfât bu ma’denden zuhûr ettiler (meydana
çıktılar).
“Menşe’ü’s-sivâ” da derler; zîrâ cemî’-i mümkinât (bütün
olabilecek varlıklar)
bu
mertebeden zuhûr etti (meydana
çıktı).
“Kabiliyyet-i
kesret” de derler; zîrâ
bütün keserât-ı esmâiyye-i külliyye-i ilâhiyye ve esmâ-i kevniyye-i
külliyye bu masdardan zuhûr etti.
“Felekü’l-
hayât” da derler; zîrâ
medâr-ı hayât-ı âlem (âlemlerin
hayâtı)
bu
mertebeye menûttur (bağlıdır).
Bu
mertebe âlem-i ervâh (rûhlar
alemi)
ve
ecsâmın hakayıkını mutazammındır (maddenin
hakikâtidir).
Her bir mertebeyi bir ism-i ilâhi (esma)
terbiye
eder. Her bir mertebe-i kiyâniyye
(kâinâtla ilgili, var oluşa ait her
bir mertebe) hayât-ı
hakîkiyyeyi ondan
iktisâb eyler (hayâtını,
yaşamını ondan elde eder).
Ve
“felek” ta’bîri (denilmesi)
onun
ulüvv-i (yüksek)
mertebesinden
kinâyedir (dolayıdır).
Bu mertebenin birçok isimleri daha vardır ki, onlar da şunlardır:
Allah
mertebe-i
vahdet mertebe-i
ulûhiyyet felekü’l
Hayât
akl-ı
evvel kalem-i
evvel
ümmü’l kitâb
rûh-i a’zam
âdem-i
hakîkî
hakîkat-ı muhammediyye
nûr-ı muhammedî
cem’u’l-cem
mertebe-i rahmet
arş-ı mecîd lâhût
levh-i
mahfûz
ism-i a’zam
rûhu’l-kuds
akl-ı küll
makam-ı
ev ednâ
aşk-ı ekber
felek-i sâbitât halk-ı
evvel
kalem-i
a’lâ
taayyün-i evvel
ilm-i mutlak mertebe-i
ûlâ
hakîkatü’l-hakayık
zuhûr-ı evvel
mevcûd-i evvel
nişân-ı evvel
vahdet-i
sırf
vahdet-i hakîkî
hakîkat-ı âdem
vâsıta-i ûlâ
kenzü’l-künûz
hakîkat-ı mechûl
Zıll-i evvel vücûd-i
evvel
berzah-ı
evvel
mebde’-i evvel sebeb-i
evvel kabiliyyet-i
evvel
tecelli-i
evvel
cevher-i evvel
âlem-i rumûz âlem-i
sıfât
âlem-i
icmâl
âlem-i ma’nâ
âlem-i vahdet kenzü’s
sıfât
kabe
kavseyn
mahlûk-ı evvel dürretü’l-beyzâ
nûru’l-envâr
vücûd-i
icmâlî
levh-i kazâ
berzah-ı câmi’ madde-i
mutlak
hazret-i
icmâl
ebu’l-ervâh
makam-ı şuhûd-ı feyz-ı
akdes
ma’den-i
kesret
menşeü’s-sivâ berzah-ı
kübrâ velâyet-i mutlaka
ma’den-i
kesret
berzahu’l-berâzih
kabiliyyet-i kesret
felek-i
velâyetü’l-mutlak
nübüvvet-i mutlaka ahadiyyetü’l-cem
Bu
mertebenin ismi cemî’-i sıfât ve esmâyı (bütün
esmâ ve sıfâtları)
ve
isti’dâd-ı fıtriyye (fıtrattan
gelen
istidatları)
ve
kabiliyyâtı câmi’ (kabiliyetleri
kendinde toplamış)
olan
“ALLAH”tır./ Bu sıfât ve esmânın âsârı (eserleri)
kendisinde zâhir (görülür)
olsa
da olmasa da yine “ALLAH”tır. “İnnallâhe
leganiyyun anil âlemîn”
(Ankabût, 29/6)
bu mertebeye işârettir.
MİSÂL:
Hâl-i istiğrâkta (boğulmuş,
gömülmüş bir durumda)
bulunan
bir âdemden (insanda)
hiçbir
eser ve tecellî (oluşum)
zâhir
olmaz ve bu hal içinde onda ne ilim, ne sem’, (işitme)
ne
basar, (görme)
ne
irâde, ne de kudret zâhir (görünür)
değildir.
Bunların cümlesi (hepsi),
o
kimsenin vücûdunda müstehlek (yok,
helâk)
ve mütelâşîdir (mahf
olmuştur).
Bu
hâl-i istiğrâktan (gömülmüşlük
halinden)
hâl-i
âgâhîye geldikte, (bilinçli
duruma geldiğinde)
bu ta’dâd olunan (sayılan)
sıfâtlarıyla
muttasıf (vasıflanmış)
olur.
Ve onun hâl-i istiğrâktan (gömülmüşlük
halinden)
hâl-i
âgâhîye (bilinç
düzeyine)
gelişi,
kendi zâtının ve vücûdunun iktizâsıdır (gereğidir).
Yoksa
kendi meşiyyeti (istemesi)
ile
değildir. Ve hâl-i âgâhîye geldikte, (bilinçlendiğinde)
bütün
şuûnât (fiilleri)
ve sıfâtı kendisinde müttehid (birleşmiş,
bir olmuş, bütün)
bir
haldedir. Ve kendinin bi’l-cümle (bütün
hep) esmâsını
ve sıfâtını câmi’ (toplamış)
olan
bu âdem, (insan)
bunların
âsârını (eserlerini)
izhâr
(açık)
etse
de, etmese de yine âdemdir (insandır).
Âdemin
sübût-ı âdemiyyeti (insanlığını
açığa çıkarmak)
için
âsâr (eserleri)
ile
zuhurûna (açığa
çıkıp, görünmesine)
ihtiyaç
yoktur. O bundan ganîdir. (onun
buna ihtiyacı yoktur)
<Devam
Edecek>
Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
http://gulizk.com
14.03.2001
|